2-3 gün önce Büyükada'daydık. Bu kez annem ve Orhun vardı yanımda. Büyükada'yı çok seviyorum. Kimisi konaklamalı olmak üzere birkaç kere ziyaret ettim. (Daha önceki iki Ada yazım: Burada ve burada ) Ancak Orhun ilk kez tanıştı Ada'yla. Şansına tam da İstanbul'a dolu yağdığı zamana denk gelse de sevdi Ada'yı.
Her şey çok güzel başlamıştı. Pırıl pırıl bir havada koyulduk yola. Gitmeden önce hava durumunu kontrol etmiş ve o gün yağmur yağacağını okumuştum ama Haziran ayının sonlarına doğru kafamıza dolu yağacağını nereden bilebilirdim?:)
Oldukça kalabalık olan 13.10 Kabataş-Büyükada vapuruyla yolculuk edip, 15.00'e doğru Ada'ya ayak bastık. O gece konaklayacağımız Sahil Otel'i bulup eşyalarımızı bıraktık. O sırada hava şahaneydi. Aya Yorgi Tepesi'ne çıkıp Yücetepe'de bir şeyler yemek istedik. Lunapark alanına kadar faytonla gidip, devamında yürüyerek -daha doğrusu tırmanarak- hedefe ulaştık. Ancak o sırada hava tuhaf şekilde kapamaya başladı.
Her zaman bu noktalardan çektiğim fotoğraflar pırıl pırıl, yemyeşil, masmavi parlarken bu kez işte böyle karanlık bir görüntü çıktı ortaya.
Manzaraya şöyle bir göz atıp ve tarihi Aya Yorgi Kilisesi'ni hızlıca ziyaret edip apar topar aşağıya inmeye başladık herkes gibi. Çünkü havanın patlayacağı iyice belli olmuştu. Normalde yürüyerek, güzelim evlere hayran hayran bakarak meydana inerdik ama yağmura yakalanmamak için tekrar faytona binmek zorunda kaldık. Yola çıkalı 5 dakika oldu olmadı inanılmaz bir rüzgarın ardından yağmur ve dolu yağmaya başladı. İstanbul'da yaşayanlar gayet iyi hatırlayacaklar, ceviz büyüklüğüne ulaşan taneler vardı. Korkunçtu. Faytoncu arabanın dört bir tarafındaki naylonları indirmemizi söyledi. İndirdik ama dolu tanelerinin içeriye girmesini engellemedi bu durum.
Yağış öyle hızlandı ki faytoncu arabayı durdurmak zorunda kaldı ve gelip yanımıza oturdu. Beklemeye başladık. Resmen faytonda mahsur kaldık yani:) Biz yağmuru ve doluyu korkulu gözlerle izleyip beklerken, üstüne başına iri iri taneler düşen zavallı atçıklar yerlerinden milim kımıldamadılar. Bir ara onların da korkup harekete geçeceklerini düşündüm ve endişelendim ama hiç kımıldamadan beklediler. Yağmur ve dolu şiddetini biraz azaltınca arabacı yerine geçti ve yavaş yavaş yola koyulduk. İndiğimizde yağış dinmişti. Otele dönüp üstümüze bir şeyler aldık, akşam yemeği için tekrar dışarı çıktık. Deniz kenarındaki balıkçılardan birine girdik keyifle yemek yeriz umuduyla. Fakat olmadı. Rüzgar ve yağıştan dolayı içeriye kaçmak zorunda kaldık. Alelacele yemeğimizi yedik ve yağmurun durduğu bir anda koşa koşa otele döndük. "Yağmur yağmur!" diyorum, abartılı bulanlar, "Ne var yahu?" diyenler olabilir tabii. Ama normal şartlarda bir yağmur söz konusu değil burada. Kovadan dökülür gibi diyelim biz ona. Sokakları bir anda seller götürüyordu ve adım atacak yer bulamıyorduk. Haziran ortasında durum buydu yani.
Neyse, o akşam otele döndük. Otelimizin terasında oturup bu güzel manzaranın tadını çıkaramadık. 2-3 dakika durup fotoğraf çekebildim sadece çünkü hava serindi.
Orhun'u otele sokamadık ama. Bisiklete binmeyi kafaya koymuştu. O sıralar yağış açısından asayiş berkemal olduğu için bisiklet kiraladı,gezdi.
Ertesi sabah serin olsa da güneşli bir güne uyandık. Terasa kurulan masalarda güzel bir kahvaltı yaptık.
Evet, bu gezinin kitabı Yekta Kopan'ın Aile Çay Bahçesi'ydi. Sevdim.
Kahvaltıdan sonra Orhun tekrar bisikletle turlamaya çıktı. Biz annemle çarşıyı gezdik, sokaklarda dolaştık, bu güzel manzaraya doğru birer kahve içtik.
O gün yağmur yağmadı. En azından biz dönene kadar yağmadı. Bu sefer Ada sokaklarında gezerken pek fotoğraf çekemedim ama elim tamamen boş dönmedim tabii. Mesela şu kareler kaldı hatıra olarak.
Bu kez Ada'nın Herbarium'unu keşfettim. İlgilenenler için sahilin sonlarında olduğunu söyleyebilirim. Büyükada'da yetişen tüm bitkiler yer alıyor burada.
Şöyle ki:
Kısacası... Hava şartlarından dolayı bu kez bambaşka bir Büyükada deneyimi yaşadık. Annem üşümese, Orhun ve ben memnunduk aslında. Biz değişikliği severiz. Saçma sapan bir şey olmaması şartıyla tabii:) Fırtına öncesinde denizin ve havanın renginin nasıl değiştiğini görmek ilginçti. İlk kez dolu gördüm sanırım:) Yani dışarıdayken kocaman tanelerin üzerime üzerime yağması ilk kez karşılaştığım bir olay. Korkunç olan mevsimlerin dengesinin değişmesi ve Haziran ayının sonlarına doğru dolu yağması. Tüm bunlara alışmak gerekecek sanırım çünkü doğanın dengesini bozduk. Artan insan nüfusunun doğal getirisi gereği bozmaya da devam edeceğiz ne yazık ki.
Orhun Büyükada'yı çok sevdi. Araba olmamasını, rahat rahat bisiklete binmeyi, eski evleri, yeşilliği çok sevdi. Herkese selam vere vere dolaştı:) Tekrar gitmek istiyor ama bir daha ki sefere daha az kalabalık bir zamana denk getirmek en iyisi olacak. Sonbahara doğru mesela. İnsan kalabalığı ve dolayısıyla fayton kalabalığı biraz daha azalmışken gitmek en iyisi. Ha bu arada... Şu fayton işine yeni bir düzenleme getirilmesinin şart olduğunu düşünüyorum. Çok fazla fayton var. Turistik gezi amaçlı değil taksi niyetine kullanılıyor. Her tarafta faytonlar, her tarafta at pislikleri.. Hiç hoş değil. Zaten Ada ne kadarcık yer. Üstelik o hayvancağızlara hiç iyi bakılmadığı belli. Çok üzülüyorum atların durumuna. Kesinlikle fayton sayısı azaltılmalı ve sadece turistik amaçlı kullanılıp fiyatı arttırılmalı. Binen binsin, binemeyen de yürüyüversin bir zahmet. Öylesi daha güzel değil mi? Tam da eve döndüğümüz gün CNN Türk'te bu konuyla ilgili bir haber vardı. Özellikle de atların durumuna değinildi. Yılda 500 atın öldüğü söylendi. İnanılmaz bir rakam. Umarım en kısa zamanda bir düzenleme getirilir.
İşte böyle. Bu da farklı bir Büyükada yazısı oldu. "Belki denize girerim" hayaliyle gidip havanın azizliğine uğramak varmış kısmetimizde:) Olsun. Yine de İstanbul güzel. Her halinin keyfini çıkarmak lazım.
Her şey çok güzel başlamıştı. Pırıl pırıl bir havada koyulduk yola. Gitmeden önce hava durumunu kontrol etmiş ve o gün yağmur yağacağını okumuştum ama Haziran ayının sonlarına doğru kafamıza dolu yağacağını nereden bilebilirdim?:)
Oldukça kalabalık olan 13.10 Kabataş-Büyükada vapuruyla yolculuk edip, 15.00'e doğru Ada'ya ayak bastık. O gece konaklayacağımız Sahil Otel'i bulup eşyalarımızı bıraktık. O sırada hava şahaneydi. Aya Yorgi Tepesi'ne çıkıp Yücetepe'de bir şeyler yemek istedik. Lunapark alanına kadar faytonla gidip, devamında yürüyerek -daha doğrusu tırmanarak- hedefe ulaştık. Ancak o sırada hava tuhaf şekilde kapamaya başladı.
Her zaman bu noktalardan çektiğim fotoğraflar pırıl pırıl, yemyeşil, masmavi parlarken bu kez işte böyle karanlık bir görüntü çıktı ortaya.
Manzaraya şöyle bir göz atıp ve tarihi Aya Yorgi Kilisesi'ni hızlıca ziyaret edip apar topar aşağıya inmeye başladık herkes gibi. Çünkü havanın patlayacağı iyice belli olmuştu. Normalde yürüyerek, güzelim evlere hayran hayran bakarak meydana inerdik ama yağmura yakalanmamak için tekrar faytona binmek zorunda kaldık. Yola çıkalı 5 dakika oldu olmadı inanılmaz bir rüzgarın ardından yağmur ve dolu yağmaya başladı. İstanbul'da yaşayanlar gayet iyi hatırlayacaklar, ceviz büyüklüğüne ulaşan taneler vardı. Korkunçtu. Faytoncu arabanın dört bir tarafındaki naylonları indirmemizi söyledi. İndirdik ama dolu tanelerinin içeriye girmesini engellemedi bu durum.
Yağış öyle hızlandı ki faytoncu arabayı durdurmak zorunda kaldı ve gelip yanımıza oturdu. Beklemeye başladık. Resmen faytonda mahsur kaldık yani:) Biz yağmuru ve doluyu korkulu gözlerle izleyip beklerken, üstüne başına iri iri taneler düşen zavallı atçıklar yerlerinden milim kımıldamadılar. Bir ara onların da korkup harekete geçeceklerini düşündüm ve endişelendim ama hiç kımıldamadan beklediler. Yağmur ve dolu şiddetini biraz azaltınca arabacı yerine geçti ve yavaş yavaş yola koyulduk. İndiğimizde yağış dinmişti. Otele dönüp üstümüze bir şeyler aldık, akşam yemeği için tekrar dışarı çıktık. Deniz kenarındaki balıkçılardan birine girdik keyifle yemek yeriz umuduyla. Fakat olmadı. Rüzgar ve yağıştan dolayı içeriye kaçmak zorunda kaldık. Alelacele yemeğimizi yedik ve yağmurun durduğu bir anda koşa koşa otele döndük. "Yağmur yağmur!" diyorum, abartılı bulanlar, "Ne var yahu?" diyenler olabilir tabii. Ama normal şartlarda bir yağmur söz konusu değil burada. Kovadan dökülür gibi diyelim biz ona. Sokakları bir anda seller götürüyordu ve adım atacak yer bulamıyorduk. Haziran ortasında durum buydu yani.
Neyse, o akşam otele döndük. Otelimizin terasında oturup bu güzel manzaranın tadını çıkaramadık. 2-3 dakika durup fotoğraf çekebildim sadece çünkü hava serindi.
Orhun'u otele sokamadık ama. Bisiklete binmeyi kafaya koymuştu. O sıralar yağış açısından asayiş berkemal olduğu için bisiklet kiraladı,gezdi.
Ertesi sabah serin olsa da güneşli bir güne uyandık. Terasa kurulan masalarda güzel bir kahvaltı yaptık.
Evet, bu gezinin kitabı Yekta Kopan'ın Aile Çay Bahçesi'ydi. Sevdim.
Kahvaltıdan sonra Orhun tekrar bisikletle turlamaya çıktı. Biz annemle çarşıyı gezdik, sokaklarda dolaştık, bu güzel manzaraya doğru birer kahve içtik.
O gün yağmur yağmadı. En azından biz dönene kadar yağmadı. Bu sefer Ada sokaklarında gezerken pek fotoğraf çekemedim ama elim tamamen boş dönmedim tabii. Mesela şu kareler kaldı hatıra olarak.
Bu kez Ada'nın Herbarium'unu keşfettim. İlgilenenler için sahilin sonlarında olduğunu söyleyebilirim. Büyükada'da yetişen tüm bitkiler yer alıyor burada.
Şöyle ki:
Kısacası... Hava şartlarından dolayı bu kez bambaşka bir Büyükada deneyimi yaşadık. Annem üşümese, Orhun ve ben memnunduk aslında. Biz değişikliği severiz. Saçma sapan bir şey olmaması şartıyla tabii:) Fırtına öncesinde denizin ve havanın renginin nasıl değiştiğini görmek ilginçti. İlk kez dolu gördüm sanırım:) Yani dışarıdayken kocaman tanelerin üzerime üzerime yağması ilk kez karşılaştığım bir olay. Korkunç olan mevsimlerin dengesinin değişmesi ve Haziran ayının sonlarına doğru dolu yağması. Tüm bunlara alışmak gerekecek sanırım çünkü doğanın dengesini bozduk. Artan insan nüfusunun doğal getirisi gereği bozmaya da devam edeceğiz ne yazık ki.
Orhun Büyükada'yı çok sevdi. Araba olmamasını, rahat rahat bisiklete binmeyi, eski evleri, yeşilliği çok sevdi. Herkese selam vere vere dolaştı:) Tekrar gitmek istiyor ama bir daha ki sefere daha az kalabalık bir zamana denk getirmek en iyisi olacak. Sonbahara doğru mesela. İnsan kalabalığı ve dolayısıyla fayton kalabalığı biraz daha azalmışken gitmek en iyisi. Ha bu arada... Şu fayton işine yeni bir düzenleme getirilmesinin şart olduğunu düşünüyorum. Çok fazla fayton var. Turistik gezi amaçlı değil taksi niyetine kullanılıyor. Her tarafta faytonlar, her tarafta at pislikleri.. Hiç hoş değil. Zaten Ada ne kadarcık yer. Üstelik o hayvancağızlara hiç iyi bakılmadığı belli. Çok üzülüyorum atların durumuna. Kesinlikle fayton sayısı azaltılmalı ve sadece turistik amaçlı kullanılıp fiyatı arttırılmalı. Binen binsin, binemeyen de yürüyüversin bir zahmet. Öylesi daha güzel değil mi? Tam da eve döndüğümüz gün CNN Türk'te bu konuyla ilgili bir haber vardı. Özellikle de atların durumuna değinildi. Yılda 500 atın öldüğü söylendi. İnanılmaz bir rakam. Umarım en kısa zamanda bir düzenleme getirilir.
İşte böyle. Bu da farklı bir Büyükada yazısı oldu. "Belki denize girerim" hayaliyle gidip havanın azizliğine uğramak varmış kısmetimizde:) Olsun. Yine de İstanbul güzel. Her halinin keyfini çıkarmak lazım.