Eylül ayı ortalarında Hollanda'ya gitmiştim ya hani? Bir türlü anlatamamıştım ama... Bu yazı o yazı olsun. Rotterdam ve Eindhoven hakkında aklımda kalanları aktarayım.
Geçtiğimiz Eylül ayında Orhun'la birlikte, anne-oğul, 3 gece 4 gün süren küçük bir seyahat gerçekleştirdik Hollanda'ya doğru. (Yazısı burada) . Kısa bir seyahatti ama güzel hisler, keyifli anılar yaşattı. Hollandalılara bayıldım. Çok sevdim. Her şehri aynı mıdır bilemem ama Rotterdam ve Eindhoven'da gördüğümüz, tanıştığımız, konuştuğumuz her insan inanılmaz kibardı, son derece güler yüzlüydü. Bizler ne yazık ki sokakta, okulda, işte, trafikte, televizyonda, sosyal medyada vb. pek çok mecrada öylesine maruz kalıyoruz ki kaba hareketlere, "Hollanda'da geçirdiğimiz günler terapi gibi geldi" desem abartı olmayacak. Özellikle Rotterdam'da insanların görgülü halleri, nazik cevapları, yardımsever tavırları ve güler yüzleri beni kendilerine hayran bıraktı. Hayır içleri güzel, huyları güzel anladık ama fiziksel olarak da aynı durumun geçerli olması biraz fazla olmuyor mu yahu?:) Kadınları ayrı güzel, erkekleri ayrı yakışıklı. Daha ülkeye girer girmez, pasaport kontrolünde görevli polisleri görünce anlıyorsun nasıl güzel bir ülkeye geldiğini:)
İlk durağımız Rotterdam. Burada 1 gece kalıp ertesi günü trenle Eindhoven'a uzanacağız.
İstanbul-Rotterdam arası uçuş yaklaşık 3,5 saat sürüyor. Havaalanı ufacık bir şey. Neredeyse uçaktan iner inmez, öyle uzun uzun koridorları geçmeden pasaport kontrolüne giriyorsun. Şehir merkezine gidecek olan otobüslerin kalktığı durak da hemen havaalanının çıkışında yer alıyor. 1.30 Euro tutarındaki bilet ücetini şoföre ödüyorsun ve yemyeşil bir manzara eşliğinde şehir merkezine doğru yola çıkıyorsun. Otobüs hareket edip de merkeze doğru yola koyulur koyulmaz aşık oldum Rotterdam'a. Yeşillikler arasındaki düzenli yollar, o yollarda çoluk çocuk bisiklete binmiş tatlı insanlar, geniş ve az katlı tuğla evler, evlerin perdeleri açık kocaman pencereleri, pencere önlerine dizilmiş biblolar, çiçekler... İlk defa "Burada yaşayabilirim" hissine kapıldım ki daha önce hiçbir ülkede böyle düşünmemiştim.
Ben hayran hayran sağıma soluma bakarken şehir merkezine ulaştık. Önceden yer ayırttığımız otelimize gitmek için saçma bir hareket yaparak metroya bindik. 2 bilete 13 Euro verdik ve iki dakika sonra indik. Yani siz siz olun Rotterdam'da bir kere merkeze ulaştıktan sonra yürümeyi tercih edin:) Hatta ulaşımda ve belli yerlere girişte indirim sağlayan Rotterdam Welcome Card diye bir kolaylık olduğunu yeni öğrenmiş bulunmaktayım, ondan alın. Biz biraz da hava alanındaki turist danışmanın kurbanı olduk. Biz ettik siz etmeyin.
Ulaşım işini çabuk ama pahalı bir şekilde halletmiş olarak metrodan inip otelimize doğru yürürken meşhur Küp Evler'e rastladık. (Kubuswoningen). Zaten görmek istiyordum. Otele yerleşmeden bir göz atalım dedik.
Küp Evler, dünyanın en ilginç evleri arasında yer alıyorlar. Algımızın ayarlarıyla fena şekilde oynayan 38 küçük 2 büyük daire, 54.7 derecelik eğimle, sütunlar üzerine inşa edilerek bir avlu çevresinde sıralanmış durumda. Tasarımı Piet Blom'a ait bu ilginç evler 70'li yıllarda yapılmış. Dünyanın en ilginç evleri arasında yer almalarına ve turistlerin ilgisini çekerek ziyaretçi toplamalarına karşın bunlar birer yaşam alanı. Yani içlerinde ikamet edenler, ofis olarak kullananlar var. Hatta öğrendiğime göre bir ara birkaçının birleşimiyle amfi oluşturulmuş ve bir üniversiteye ev sahipliği yapmış.
Küp Evler dışarıdan çok ilginçler tabii ama insan içini de merak ediyor doğal olarak. Bu yüzden evlerden biri ziyarete açık. 3 Euro'luk bir ücret karşılığında bu enteresan evlerde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışmak mümkün. Biz de girdik, gezdik. Farklı bir deneyim oldu ama devamlı surette asla bu evlerden birinde yaşayamayacağımı anladım. Çok küçük, basık ve kullanışsızlar. İnsanın üstüne üstüne geliyorlar diyebilirim.
İnternette araştırırken mimarların bu evler konusunda fikir olarak ikiye bölündüğünü anladım. Kimi bir tasarım harikası olarak görüyor, kimi kullanışsız olduğunu vurguluyor. Ne denirse densin, ilginç oldukları ve turistleri çektiği kesin. Biz oradayken epeyi ziyaretçi vardı. Girişte bilet kesen Bey sanırım evin sahibiydi ama biz daha Hollanda'ya ayak basar basmaz buraya daldığımız için kendisiyle konuşmak, bilgi almak aklıma gelmedi. Bunun için şu an çok pişmanım. Çok cana yakın ve konuşmaya hevesliydi halbuki. Bizden önce evden ayrılan bir grup tesettürlü genç kıza (Türk olup olmadıklarını bilmiyorum ama) Türkçe olarak "Güle güle" bile dedi:) Bize demedi:) Sanırım nereli olduğumuzu anlamadı. Biz de adamcağıza otelimizi sorduk, internete baktı, bilgi verdi ama dediğim gibi evler hakkında bilgi almak, orada yaşayıp yaşamadığını sormak aklımıza gelmedi ne yazık ki.
İlginç evlerimizi gördük, otelimizi bulup yerleştik ve akşam üstü saatleri yaşanıyor olduğu için gün ışığından olabildiğince faydalanmak üzere attık kendimizi dışarı.
Rotterdam, tarihi özelliklere sahip bir Avrupa şehri değil. Bunun nedeni 2.Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından yoğun bombardımana tutulmuş ve neredeyse tamamen yok edilmiş olması. Savaş sonrasında 70'li yıllara kadar baştan inşa edilmiş bir şehir. Savaş öncesi döneme ait çok az sayıda bina var ve bu yüzden modern mimari örnekleri ön planda.
Modern ve farklı dedik ama az da olsa Hollanda'ya özgü kanallar ve çevresindeki görünüm eksik değil. Örneğin aşağıdaki fotoğrafta görülen Witte Huis, savaştan yara almadan kurtulmuş birkaç binadan biri.
Rotterdam bir liman şehri. Geçmişi 14.yy.'a dek uzanan şehir limanı, birinciliği Şanghay'a kaptırana kadar dünyanın en büyük limanı ünvanına sahipmiş. Bugün ise Avrupa'nın en büyük limanı olma özelliğini koruyor.
Rotterdam'da geçirdiğimiz tek akşamda eski liman bölgesine göz attık, 15.yy.'a tarihlenen Rotterdam Katedrali'ni ziyaret ettik, Erasmus Üniversitesi'nin bir binasını ve okuldan çıkmakta olan öğrencileri gördük, Cafe Dudok'ta akşam yemeği yedik ve çok tavsiye edilen elmalı turtayı denedik. Babamız yanımızda olmadığı için tamamen benim endişelerime takılıp çok geç olmadan otelimize döndük.
Hümanizm akımının yaratıcılarından, meşhur "Deliliğe Övgü" kitabının yazarı, Rönesans aydını Erasmus, Rotterdam doğumlu. Bu yüzden bu şehir için önemli. Hollanda'nın en iyi üniversitelerinden birine ismini vermiş durumda.
Gelelim Cafe Dudok'a... Rotterdam sokaklarında gezerken nerede yemek yiyeceğimize karar veremedik. Birkaç blogda Cafe Duddok'un elmalı turtasından bahsedildiğini hatırladım, sora sora bulduk. Tasarımı ünlü mimar Dudok'a ait, müşterisi bol, şık ve hoş bir kafe. Izgaralar, salatalar, makarna, pizza vs. klasik her kafede bulunabilecek bir menüsü var. Elmalı turta ise gerçekten lezzetli.
Ne kadar ücret ödediğimizi hatırlamıyorum ama normal bir rakamdı.
Rotterdam'daki ikinci günümüzde erkenden kalktık, Eindhoven'a gitmeden önce Museumpark denen bölgede bulunan Boijmans Van Beuningen Müzesi'ni görmek istediğimiz için kahvaltı bile etmeden dışarı fırladık. Hatırlatayım, Rotterdam'da Simit Sarayı'nın bir şubesi var. Fakat bizim otele biraz uzak kaldığı için tercih etmedik, Museumpark'ta bir şeyler atıştırırız diye düşündük. Otelden müzelere doğru keyifli bir yürüyüş yaptık.
Museumpark, birkaç müzeyi bir arada bulabileceğiniz, yeşillikler içerisinde hoş bir bölge.
Sanat Tarihi müzesi olduğu için tercih ettiğimiz Boijmans Van Beuningen Müzesi'ne girmeden önce kafeteryasında kahvaltı etmeye karar verdik. Hollanda'da sabah kahvaltısı, damak tadı açısından pek çok ülkeye göre daha tercih edilebilir düzeyde bana kalırsa. Çünkü nefis Hollanda peynirleriyle yapılmış tostlar var. Şahsen tostu çok sevdiğim için bu ülkede kahvaltı açısından zorlanmadım.
Karnımızı da doyurduktan sonra müzeye girmeye hazırız. Heyecan dorukta çünkü az sonra Van Gogh'un, Rembrandt'ın, Picasso'nun, Dali'nin, Degas'nın, Rodin'in, Brueghel'in, Magritte'in eserlerini göreceğim.
1849 yılında kurulan müzenin koleksiyonunda klasik ve modern 140.000'den fazla eser yer almaktaymış Bu eserler arasından hazırlanan bir seçkinin 1-2 yıl önce İstanbul Modern'de sergilendiğini hatırlıyorum.
İç içe salonlardan oluşan 2 katlı müzenin her köşesi ayrı keyifli. Önce modern eserleri izliyoruz, ardından geçmişe doğru uzanan bir resim ve heykel sanatı turu yapıyoruz.
Müzede, Hollanda Barok resim sanatının ustalarından Rembrandt ve Rubens'in pek çok eserini görmek mümkün. Bize düşen Rembrandt'ın portrelerini, Rubens'in mitolojik konulu resimlerini hayran hayran izlemek.
Salvador Dali'ye özel bir bölüm ayrılmış. Müze koleksiyonunda sanatçının resimlerinin yanı sıra 3 boyutlu çalışmaları da önemli bir yer tutuyor.
Hüzünlü ressam Van Gogh'a bir selam çakıp, Degas'nın meşhur balerinlerinden birine göz atıp müze fotoğraflarını kesmek en iyisi... Çünkü paylaşmak istediğim, sanatçısını anlatmak istediğim pek çok eser var ki böyle yaptığım takdirde bu yazının içinden çıkamayacağım.
Görüldüğü gibi fotoğraf çekmek serbest. Yaşasın Boilmans Van Beuningen! :)
Sanatın gönlümüze dokunan, ruhumuzu dinlendiren gücü Rotterdam'daki keyifli anılarımıza yenilerini ekledi. Artık Eindhoven'a doğru uzanma vakti.
Rotterdam'dan Eindhoven'a trenle geçeceğiz. Tren istasyonu Museumpark'a uzak değil. İstasyona doğru yürürken Rotterdam'a bu seferlik son bir bakış atıyoruz.
İstasyonda Eindhoven'a giden ilk treni sorduk ve biletlerimizi aldık. Notlarımı kaybettiğim için bilet fiyatı hakkında kesin rakam veremeyeceğim ama yanlış hatırlamıyorsam bir kişi 23 Euro tutarındaydı. Aldığın bilet tüm gün geçerli. Yani o gün içerisinde istediğin saatte binebiliyorsun. Koltuk numaraları belirli değil. Tren oldukça rahat ve yemyeşil manzaralar içerisinde süregiden yolculuk keyifli.
Rotterdam-Eindhoven arası yaklaşık 1 saat 15 dakika civarında.
Geçtiğimiz Eylül ayında Orhun'la birlikte, anne-oğul, 3 gece 4 gün süren küçük bir seyahat gerçekleştirdik Hollanda'ya doğru. (Yazısı burada) . Kısa bir seyahatti ama güzel hisler, keyifli anılar yaşattı. Hollandalılara bayıldım. Çok sevdim. Her şehri aynı mıdır bilemem ama Rotterdam ve Eindhoven'da gördüğümüz, tanıştığımız, konuştuğumuz her insan inanılmaz kibardı, son derece güler yüzlüydü. Bizler ne yazık ki sokakta, okulda, işte, trafikte, televizyonda, sosyal medyada vb. pek çok mecrada öylesine maruz kalıyoruz ki kaba hareketlere, "Hollanda'da geçirdiğimiz günler terapi gibi geldi" desem abartı olmayacak. Özellikle Rotterdam'da insanların görgülü halleri, nazik cevapları, yardımsever tavırları ve güler yüzleri beni kendilerine hayran bıraktı. Hayır içleri güzel, huyları güzel anladık ama fiziksel olarak da aynı durumun geçerli olması biraz fazla olmuyor mu yahu?:) Kadınları ayrı güzel, erkekleri ayrı yakışıklı. Daha ülkeye girer girmez, pasaport kontrolünde görevli polisleri görünce anlıyorsun nasıl güzel bir ülkeye geldiğini:)
İlk durağımız Rotterdam. Burada 1 gece kalıp ertesi günü trenle Eindhoven'a uzanacağız.
İstanbul-Rotterdam arası uçuş yaklaşık 3,5 saat sürüyor. Havaalanı ufacık bir şey. Neredeyse uçaktan iner inmez, öyle uzun uzun koridorları geçmeden pasaport kontrolüne giriyorsun. Şehir merkezine gidecek olan otobüslerin kalktığı durak da hemen havaalanının çıkışında yer alıyor. 1.30 Euro tutarındaki bilet ücetini şoföre ödüyorsun ve yemyeşil bir manzara eşliğinde şehir merkezine doğru yola çıkıyorsun. Otobüs hareket edip de merkeze doğru yola koyulur koyulmaz aşık oldum Rotterdam'a. Yeşillikler arasındaki düzenli yollar, o yollarda çoluk çocuk bisiklete binmiş tatlı insanlar, geniş ve az katlı tuğla evler, evlerin perdeleri açık kocaman pencereleri, pencere önlerine dizilmiş biblolar, çiçekler... İlk defa "Burada yaşayabilirim" hissine kapıldım ki daha önce hiçbir ülkede böyle düşünmemiştim.
Ben hayran hayran sağıma soluma bakarken şehir merkezine ulaştık. Önceden yer ayırttığımız otelimize gitmek için saçma bir hareket yaparak metroya bindik. 2 bilete 13 Euro verdik ve iki dakika sonra indik. Yani siz siz olun Rotterdam'da bir kere merkeze ulaştıktan sonra yürümeyi tercih edin:) Hatta ulaşımda ve belli yerlere girişte indirim sağlayan Rotterdam Welcome Card diye bir kolaylık olduğunu yeni öğrenmiş bulunmaktayım, ondan alın. Biz biraz da hava alanındaki turist danışmanın kurbanı olduk. Biz ettik siz etmeyin.
Ulaşım işini çabuk ama pahalı bir şekilde halletmiş olarak metrodan inip otelimize doğru yürürken meşhur Küp Evler'e rastladık. (Kubuswoningen). Zaten görmek istiyordum. Otele yerleşmeden bir göz atalım dedik.
Küp Evler, dünyanın en ilginç evleri arasında yer alıyorlar. Algımızın ayarlarıyla fena şekilde oynayan 38 küçük 2 büyük daire, 54.7 derecelik eğimle, sütunlar üzerine inşa edilerek bir avlu çevresinde sıralanmış durumda. Tasarımı Piet Blom'a ait bu ilginç evler 70'li yıllarda yapılmış. Dünyanın en ilginç evleri arasında yer almalarına ve turistlerin ilgisini çekerek ziyaretçi toplamalarına karşın bunlar birer yaşam alanı. Yani içlerinde ikamet edenler, ofis olarak kullananlar var. Hatta öğrendiğime göre bir ara birkaçının birleşimiyle amfi oluşturulmuş ve bir üniversiteye ev sahipliği yapmış.
Küp Evler dışarıdan çok ilginçler tabii ama insan içini de merak ediyor doğal olarak. Bu yüzden evlerden biri ziyarete açık. 3 Euro'luk bir ücret karşılığında bu enteresan evlerde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışmak mümkün. Biz de girdik, gezdik. Farklı bir deneyim oldu ama devamlı surette asla bu evlerden birinde yaşayamayacağımı anladım. Çok küçük, basık ve kullanışsızlar. İnsanın üstüne üstüne geliyorlar diyebilirim.
İnternette araştırırken mimarların bu evler konusunda fikir olarak ikiye bölündüğünü anladım. Kimi bir tasarım harikası olarak görüyor, kimi kullanışsız olduğunu vurguluyor. Ne denirse densin, ilginç oldukları ve turistleri çektiği kesin. Biz oradayken epeyi ziyaretçi vardı. Girişte bilet kesen Bey sanırım evin sahibiydi ama biz daha Hollanda'ya ayak basar basmaz buraya daldığımız için kendisiyle konuşmak, bilgi almak aklıma gelmedi. Bunun için şu an çok pişmanım. Çok cana yakın ve konuşmaya hevesliydi halbuki. Bizden önce evden ayrılan bir grup tesettürlü genç kıza (Türk olup olmadıklarını bilmiyorum ama) Türkçe olarak "Güle güle" bile dedi:) Bize demedi:) Sanırım nereli olduğumuzu anlamadı. Biz de adamcağıza otelimizi sorduk, internete baktı, bilgi verdi ama dediğim gibi evler hakkında bilgi almak, orada yaşayıp yaşamadığını sormak aklımıza gelmedi ne yazık ki.
İlginç evlerimizi gördük, otelimizi bulup yerleştik ve akşam üstü saatleri yaşanıyor olduğu için gün ışığından olabildiğince faydalanmak üzere attık kendimizi dışarı.
Rotterdam, tarihi özelliklere sahip bir Avrupa şehri değil. Bunun nedeni 2.Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından yoğun bombardımana tutulmuş ve neredeyse tamamen yok edilmiş olması. Savaş sonrasında 70'li yıllara kadar baştan inşa edilmiş bir şehir. Savaş öncesi döneme ait çok az sayıda bina var ve bu yüzden modern mimari örnekleri ön planda.
Modern ve farklı dedik ama az da olsa Hollanda'ya özgü kanallar ve çevresindeki görünüm eksik değil. Örneğin aşağıdaki fotoğrafta görülen Witte Huis, savaştan yara almadan kurtulmuş birkaç binadan biri.
Image may be NSFW. Clik here to view. ![]() |
Eski Liman |
Rotterdam'da geçirdiğimiz tek akşamda eski liman bölgesine göz attık, 15.yy.'a tarihlenen Rotterdam Katedrali'ni ziyaret ettik, Erasmus Üniversitesi'nin bir binasını ve okuldan çıkmakta olan öğrencileri gördük, Cafe Dudok'ta akşam yemeği yedik ve çok tavsiye edilen elmalı turtayı denedik. Babamız yanımızda olmadığı için tamamen benim endişelerime takılıp çok geç olmadan otelimize döndük.
Image may be NSFW. Clik here to view. ![]() |
Rotterdam Katedrali |
Hümanizm akımının yaratıcılarından, meşhur "Deliliğe Övgü" kitabının yazarı, Rönesans aydını Erasmus, Rotterdam doğumlu. Bu yüzden bu şehir için önemli. Hollanda'nın en iyi üniversitelerinden birine ismini vermiş durumda.
Gelelim Cafe Dudok'a... Rotterdam sokaklarında gezerken nerede yemek yiyeceğimize karar veremedik. Birkaç blogda Cafe Duddok'un elmalı turtasından bahsedildiğini hatırladım, sora sora bulduk. Tasarımı ünlü mimar Dudok'a ait, müşterisi bol, şık ve hoş bir kafe. Izgaralar, salatalar, makarna, pizza vs. klasik her kafede bulunabilecek bir menüsü var. Elmalı turta ise gerçekten lezzetli.
Ne kadar ücret ödediğimizi hatırlamıyorum ama normal bir rakamdı.
Rotterdam'daki ikinci günümüzde erkenden kalktık, Eindhoven'a gitmeden önce Museumpark denen bölgede bulunan Boijmans Van Beuningen Müzesi'ni görmek istediğimiz için kahvaltı bile etmeden dışarı fırladık. Hatırlatayım, Rotterdam'da Simit Sarayı'nın bir şubesi var. Fakat bizim otele biraz uzak kaldığı için tercih etmedik, Museumpark'ta bir şeyler atıştırırız diye düşündük. Otelden müzelere doğru keyifli bir yürüyüş yaptık.
Museumpark, birkaç müzeyi bir arada bulabileceğiniz, yeşillikler içerisinde hoş bir bölge.
Sanat Tarihi müzesi olduğu için tercih ettiğimiz Boijmans Van Beuningen Müzesi'ne girmeden önce kafeteryasında kahvaltı etmeye karar verdik. Hollanda'da sabah kahvaltısı, damak tadı açısından pek çok ülkeye göre daha tercih edilebilir düzeyde bana kalırsa. Çünkü nefis Hollanda peynirleriyle yapılmış tostlar var. Şahsen tostu çok sevdiğim için bu ülkede kahvaltı açısından zorlanmadım.
Karnımızı da doyurduktan sonra müzeye girmeye hazırız. Heyecan dorukta çünkü az sonra Van Gogh'un, Rembrandt'ın, Picasso'nun, Dali'nin, Degas'nın, Rodin'in, Brueghel'in, Magritte'in eserlerini göreceğim.
1849 yılında kurulan müzenin koleksiyonunda klasik ve modern 140.000'den fazla eser yer almaktaymış Bu eserler arasından hazırlanan bir seçkinin 1-2 yıl önce İstanbul Modern'de sergilendiğini hatırlıyorum.
İç içe salonlardan oluşan 2 katlı müzenin her köşesi ayrı keyifli. Önce modern eserleri izliyoruz, ardından geçmişe doğru uzanan bir resim ve heykel sanatı turu yapıyoruz.
Müzede, Hollanda Barok resim sanatının ustalarından Rembrandt ve Rubens'in pek çok eserini görmek mümkün. Bize düşen Rembrandt'ın portrelerini, Rubens'in mitolojik konulu resimlerini hayran hayran izlemek.
Salvador Dali'ye özel bir bölüm ayrılmış. Müze koleksiyonunda sanatçının resimlerinin yanı sıra 3 boyutlu çalışmaları da önemli bir yer tutuyor.
Hüzünlü ressam Van Gogh'a bir selam çakıp, Degas'nın meşhur balerinlerinden birine göz atıp müze fotoğraflarını kesmek en iyisi... Çünkü paylaşmak istediğim, sanatçısını anlatmak istediğim pek çok eser var ki böyle yaptığım takdirde bu yazının içinden çıkamayacağım.
Görüldüğü gibi fotoğraf çekmek serbest. Yaşasın Boilmans Van Beuningen! :)
Sanatın gönlümüze dokunan, ruhumuzu dinlendiren gücü Rotterdam'daki keyifli anılarımıza yenilerini ekledi. Artık Eindhoven'a doğru uzanma vakti.
Rotterdam'dan Eindhoven'a trenle geçeceğiz. Tren istasyonu Museumpark'a uzak değil. İstasyona doğru yürürken Rotterdam'a bu seferlik son bir bakış atıyoruz.
Image may be NSFW. Clik here to view. ![]() |
Her yerde biskiletler bisikletler... |
İstasyonda Eindhoven'a giden ilk treni sorduk ve biletlerimizi aldık. Notlarımı kaybettiğim için bilet fiyatı hakkında kesin rakam veremeyeceğim ama yanlış hatırlamıyorsam bir kişi 23 Euro tutarındaydı. Aldığın bilet tüm gün geçerli. Yani o gün içerisinde istediğin saatte binebiliyorsun. Koltuk numaraları belirli değil. Tren oldukça rahat ve yemyeşil manzaralar içerisinde süregiden yolculuk keyifli.
Rotterdam-Eindhoven arası yaklaşık 1 saat 15 dakika civarında.
Bizim Rotterdam maceramız bu kadar. Yaklaşık 24 saat geçirdik bu sakin ve şık kentte. Yapamadığımız şeyler, göremediğimiz yerler çok tabii ki. Örneğin kenti ikiye ayıran Maas Nehri'nin üzerindeki meşhur Erasmus Köprüsü'nü uzaktan gördük. Evet biliyorum bu köprü dünyanın en uzun asma köprüsü, asimetrik şeklinden dolayı çok ilginç de aynı zamanda ve yine biliyorum ki köprünün önünde fotoğraf çektirmek bir gelenek ancak daha önce de belirttiğim gibi akşam saatlerinde fazla dışarıda kalmak istemediğim için ve sabah az vaktimiz olduğu için köprünün yakınına gitmeye fırsat yaratamadık. (Ve evet yine biliyorum ki köprü aslında akşam saatlerinde daha güzel:)) Bir gün mutlaka.. Tekrar... İnşallah... Hollanda'ya tekrar gitmek hevesinde olduğum için o köprüyü arkama alıp fotoğraf çektireceğim:) Ayrıca o zaman Kralingen Parkı'nda göl kenarında gezeceğim, SS Roterdam gemisini ziyaret edeceğim, Kunsthal Müzesi'ne, City Hall'a ve Mini World'e uğrayacağım, Euromast'a çıkacağım:)
Yine uzattım da uzattım. En iyisi çok sıkmadan burada kesmeli ve Eindhoven notlarını bir sonraki yazıda toparlamalı. Yakında Hollanda'nın bir başka kentinde görüşmek üzere...