Quantcast
Channel: Sezer Eser Perker
Viewing all articles
Browse latest Browse all 567

SONBAHARDA SANAT... MUSEO, LORO, ŞAHANE ZÜĞÜRTLER...

$
0
0
    Tembellik edip fazla yazı giremiyorum diye zannedilmesin ki sonbahar gelmedi ve dolayısıyla İstanbul'un sinema salonlarına, tiyatrolarına, müze ve galerilerine gidilmiyor. Örneğin Filmekimi geldi, geçti. Sadece iki film izlemiş olsam da bunlardan bahsedemedim. Neyse ki festival filmlerini daha sonra vizyona girdiklerinde veya istediğimiz zaman internet üzerinden izleme şansımız var fakat Filmekimi dahilinde izlemenin keyfi bir başka oluyor. Aynı amaçla salonu dolduran seyirciyle bir arada olmak hatta bazen tanışmak sohbet etmek, genelde reklamsız film izlemek, benim gibi sinema salonunda izlemeyi seven biri olarak çok farklı filmlere ulaşmak güzel. Ancak her filmi izleyeyim dersen ve ekonomik açıdan orta halli bir sanatseversen cüzdanında hatırı sayılır bir gedik açacaksındır. İşin bu yanı sıkıcı işte. Hafta sonu tam biletin 25 lira olması seni mümkünse hafta içine, 10 liralık biletlere yöneltecektir. O da 19.00'dan önce olursa. O saatten sonra yine 25 lira. Daha önce de yazmıştım, ben çocukken dört kişilik bir aile olarak çok sık sinemaya ve tiyatroya giderdik. O zamanlar aldığımız kadar bileti günümüzde değerlendirip hesap yapıyorum, şimdi olsa o kadar sık gidemezdik. İşin ekonomik kısmına değinmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Değindim. Şimdi gelelim seçtiğim ve izlediğim iki filme. 

    Bu yıl Filmekimi'nde izlediğim ilk film Müze'ydi. Yönetmen Alonso Ruizpalacios. Film, 1985 yılının Noel akşamında Meksika Antropoloji Müzesi'de yapılan soygunu, daha doğrusu soyguncuları konu almış. Birebir soygunu anlatan bir film değil. Soyguncular filmdeki gibi gerçekten yakalanmış olsa da filmde daha farklı, daha romantik bir son var. Filmi seyreden birkaç izleyicinin yorumunu okudum ve herkesin ne kadar farklı sonuçlar çıkardığına tanık oldum. Örneğin filmin Meksika devleti tarafından Müze'yi tanıtmak için çekilmiş havasında olduğunu söyleyenlere katılmadım çünkü ben öyle bir yapaylık hissetmedim. Soygunu planlayan ve kendisi gibi kaybeden konumundaki arkadaşını bu iş için ikna eden Juan'ın hikayesiydi bu. Juan'ı soyguna iten dürtüler konusunda da farklı yorumlar okudum. Benim gördüğüm Juan, 30 yaşına geldiği halde veterinerlik fakültesini bitirememiş, ablaları tarafından bu yüzden devamlı alay edilen, zaten dış görünüşü nedeniyle çocukluğundan beri "küçük" lakabıyla seslenilen, ailenin baskın karakteri olan doktor babanın gölgesinde ezilmiş, isteneni verememiş, kafası karışık bir genç adamdı. Önce kendisine bir şeyleri kanıtlamak istedi. Daha önce müzede çalışmış olduğu için, yeterli güvenlik teknolojisi olmadığı için, tereyağından kıl çeker gibi soyuverdiler müzeyi. Meksika Antropoloji Müzesi bu. Değerli Maya kalıntıları çok. Yükte hafif pahada ağır ne varsa aldılar. Ülke bu soygun haberiyle çalkalanırken, son derece planlı olduğu ve çok kişinin karıştığı zannedilirken, soyguncuların vatan haini oldukları konusunda fikir birliğine varılmışken Juan ve Wilson ellerindeki eserleri ne yapacakları sorusuyla baş başa kaldılar. Meksika halkı çalınan eserlerin boşluğuna bakmak için müzeye akın etti. Ki bu da ayrı bir tartışma konusudur. 1911 yılında Louvre Müzesi'nden çalınmış olan Mona Lisa'nın bıraktığı boşluğu görmek için gelen binlerce insan gelir akla. O boşluğu görmek istemenin nedeni nedir? Bu tabii ayrı bir konu ama bir sanat eserinin güzelliği işte böyle farklı şeyler akla getirmesidir.. Bu kadar anlattığıma bakılırsa ben Müze'yi sevmişim:) Bir izleyen, yüksek sesli müziğin başını ağrıttığını söylemiş ama ben öyle yüksek müzik hatırlamıyorum. Aynı filmden mi bahsediyoruz diye düşünmedim değil. Haydi Loro'dan bahsediyor olsa neyse:) Loro, festivaldeki ikinci filmimdi ve Müze'nin aksine çok renkli, abartılı, gürültülü bir filmdi. Böyle olması da normal çünkü yönetmen Paolo Sorrentino, konu ise Silvio Berlusconi ve onun zamanında İtalya.

    Paolo Sorrentino günümüz İtalyan sinemasının popüler yönetmenlerinden biri. İsmini bilmeyenler "Genç Papa" dediğimde hatırlayacaklardır. Jude Law'ın başrolde olduğu dizi ona ait. Ayrıca Oscar ödüllü Muhteşem Güzellik, Il Divo ve Gençlik (Youth) filmleri de Sorrentino'ya ait.
    Loro'da "Azgın Teke" lakabını hak ederek almış devlet adamı Berlusconi'nin hicvedilmesi, renkli, çarpıcı ve abartılı sahneler konusunda yönetmenin işini oldukça kolaylaştırmış. İlk 15-20 dakika bir miktar erotik film tadında ilerlese de (biraz daha sürse çıkacağımı itiraf ediyorum), popo ve meme fazlalığından fenalıklar gelse de yönetmenin ne demek istediğini gayet iyi anladım:) Berlusconi zamanında kadın bedeninin, kadın varlığının değersizleşmiş olması eleştirilen konulardan biriydi çünkü. Ağırlık o yönde olsa da Loro'da Berlusconi hakkında sadece cinsellik üzerinden hiciv yok. Özellikle karısının onun hakkında söyledikleri dikkate değer.
   Bu sene Filmekimi'nde benim açımdan durum buydu. Farklı iki hayatı anlatan ama gerçek olaylardan yola çıkma noktasında birleşen filmler seçtim. Birini Kadıköy'de Rexx'te diğerini Nişantaşı City's'de seyrettim. Yazıyı yazmadan önce Ekşi Sözlük'te okuduğum bir arkadaş Loro'ya yer kalmadığından yakınmış, serzenişte bulunmuş. Emin olmadan bu serzenişler niye? Benim izlediğim saatte salonda boş yer vardı. Ayrıca illâ festival sırasında izlemek istiyorsan film başlamadan bilet alacaksın, salonun kapısına gideceksin, başlamaya yakın ilan ettiklerinde, gelmeyenlerin boş bıraktıkları yerlere geçeceksin. Böyle yapan çok kişi var. Bilet bulamadım diyenlere ve bunu bilmeyenlere ipucu vermiş olayım. Hâttâ Loro için ben de böyle yapabilirdim. Biletler satışa çıkar çıkmaz satın alınca Biletix, Müze için en arka sıradan, Loro için en ön sıradan yer vermiş. İlk alanlar için doğrusu arkadan başlamaktır. City's'de niye tersi olmuş anlamadım. Zaten artık yakını görmekte zorlanıyorum, ilk sıradan izlememe imkân yoktu:) Boş yerler olunca arka koltuklardan birine geçtim. Boş koltuk vardı yani Ekşici kardeşim.
    Yazıyı benim için sezonun ilk tiyatro oyunu olan Şahane Züğürtler'le bitirmek ve Şehir Tiyatroları sezonunun da açıldığını hatırlatmak isterim. Ekim ayı biletleri çıktığında havalar iyice soğumadan annemle izlemek için gişeden satın aldım biletleri. İkimiz için de uygun olan gün ve saate bakarak Şahane Züğürtler'i tercih ettim. Aslında annemin uzun zaman önce seyrettiği bir oyun bu fakat bir klasik olması nedeniyle hayır demedi. Aslında epeyi bir geç kalmış olsam da ben de böylece ilk kez izlemiş oldum. Haldun Dormen'in yönettiği, Mikael rolünde Can Başak'ı, Tatyana rolünde Müge Akyamaç'ı izlediğimiz, Jacques Deval'in ünlü eseri Şahane Züğürtler, Rusya'daki Ekim Devrimi'nin ardından Fransa'ya kaçmak zorunda kalan ve mecburen hizmetçilik yapan Rus asilzadesi bir çiftin yaşadıklarını anlatıyor. Şahane Züğürtler denmesinin sebebi, yanlarında getirdikleri yüklü miktarda bir para olması ancak emanet bildikleri bu parayı harcamak ya da Fransa hükümetine kaptırmak istememeleri ve bir gün Rusya'ya dönecekleri umudu taşımaları. Güldürürken düşündüren, benzerlerinin yaşanmış olması muhtemel insan hikayeleri... 
    Tiyatro iyidir. Sinema kadar ağırlık vermesem de ara sıra izlemek bana iyi gelir. O gün de iyi geldi. Dışarıda esintili ve yağmurlu bir hava varken, annemle Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin fuayesinde sıcak çikolata eşliğinde temsil saatini bekleyip sohbet etmek güzeldi. Darısı ileri ki günlere diyeyim:) Sanatla kalalım!





Viewing all articles
Browse latest Browse all 567

Trending Articles


huddam daveti


Tekasür Suresi


"Yâ Kuddûs!" Esması Havâs ve Esrârı


Kasemi Mübelliğa


Peri44


Kuvvetli muhabbet ve aşk tılsımı


El-Mütekebbir


Papaz büyüsü


SCCM 2012 Client Installation issue


Zilhicce Ayının Namaz Duası ÖNEMLİ