Bu aralar vizyon filmlerine ağırlık verdik. Arka arkaya 3 ayrı biyografi izledim. Kitapta da filmde de biyografiye bayılıyorum. O kadar çok şey öğretiyorlar ki bana. O kadar düşündürüyorlar ki.
En son izlediğim Bohemian Rhaosody'den başlayayım mı anlatmaya?
Bohemian Rhapsody, 1970 yılında İngiltere'de kurulan, özellikle 80'li yıllara damgasını vuran rock grubu Queen'in efsanevi solisti Freddie Mercury'nin filmi. O kadar çok beğendim ki bu filmi. Son zamanlarda izlediklerimin en iyisiydi. Müzikle en çok ilgilenilen ergenlik yıllarımın popüler grubudur Quenn. Fakat sırf ben ve akranlarım sevmeyiz onu, her yaş grubunu etkilemiştir. Ortalamanın dışında, renkli, farklı Freddie Mercury'yi ise herkes bilir. 1991'de AIDS'ten ölmüş olduğunu da herkes bilir. Hastalığını ölümünden bir gün önce açıklayan, her zaman güçlü görünmek isteyen Freddie'ye yakışan bir film olmuş. Gram duygu sömürüsü olmadığı hâlde seyirciyi derinden etkileyen bir film. Edebiyatta, sinemada olması gereken "açıkça gösterme, hissettir" mottosunu yakalayan bir film. Seyirci tüm şarkılar bitene kadar, yazıların akması durana kadar salondan çıkmadı. Freddie Mercury'yi, Queen'i anlatan bir filmde ağlayacağım aklıma gelmezdi. Wembley Stadyumu'ndaki meşhur Live Aid konserindeki 20 dakikalık Queen performansının yeniden birebir canlandırılmasında gözyaşlarımı tutamadım. İnanın tüm salon aynı şekildeydi. Sakın sözlerime bakıp bol dram içeren bir film olduğunu düşünmeyin. Eğlenceliydi, espriliydi, güçlüydü, içinde arkadaşlık vardı, hepimiz biriz duygusu vardı, müzik vardı. Grubun şarkılarının filmin içine yerleşimi muazzamdı. Bohemian Rhapsody'nin, We Will Rock You'nun yaratılış anını izlemek güzeldi. Bu film bana Freddie Mercury üzerinden, farklı insanları ne kadar sevdiğimi, saygı duyduğumu bir kez daha gösterdi. Farklı olan, farklı düşünen, farklı davranan, farklılığını gizlemeyen, cesur insanlar hayatın tekdüzeliğinden kurtulmamızı sağlayanlardır. Tüm insanlığın yükünü taşırlar aslında. Kendileri çok zorlanırlar ama arkalarından gelenlere yeni yollar açarlar. Hayat onlarla güzel.
Queen'in yaptığı müziği sevin ya da sevmeyin hiç fark etmez. İyi bir biyografik film izlemek istiyorsanız Bohemian Rhapsody'yi kaçırmayın. Oyunculukların da müthiş olduğunu eklemeliyim. Freddie'yi canlandıran Rami Malek, fiziken bir miktar çelimsiz kalmasına rağmen, oyunculuk anlamında resmen döktürmüş. Şahsi bir not daha ekleyeceğim; İngiliz aksanına ve İngiliz oyunculara ba-yı-lı-yo-rum :)
Sırada bizden bir biyografi var. Tabii ki Müslüm'e de gittim. Zira bu ara gitmeyeni dövüyorlar:) Şaka bir yana tek boş koltuğun olmadığı salonda her kesimden, her yaştan seyirci vardı. Senaryosunu Hakan Günday'ın yazmış olması benim bu filmi seyretmem için ilk sebepti. Yani müziğinin büyük hayranı değilim. Hepimiz gibi en çok bilinen şarkılarını bilirim ben de.
Müslüm Gürses'i ancak son yıllarında pop ve rock şarkıları yorumlamasıyla beğenip, bu şarkıları dinledim. Ancak hayat hikâyesi, çocukluk yıllarımıza dayanan aşinalık, o saf duruş
Müslüm Gürses'i sevme nedenlerimdendi. Ölümüne çok üzülmüştüm. Ameliyat sonrası komplikasyonlarla ölmesi etkilemişti beni. Babam gibi ve babamla aynı yaşlarda...
Üzgünüm ama özellikle Bohemian Rhapsody'yi izledikten sonra efsane olmuş bir şarkıcıyı anlatan biyografik filmin nasıl olması gerektiğini daha iyi anladım. Müslüm filminden hem duygusal hem teknik anlamda çoğu insan kadar etkilenmedim. Üzerine bir de kıyaslayabileceğim bir başka film izleyince haklı olduğumu anladım. Az önce anlattığım film nasıl sömürüden uzak bir şekilde duygulandırıyorsa, bu tam tersiydi. Müslüm'ün annesinin babası tarafından bıçaklanma sahnesi, kanlı oda, kanlı giysiler, kanlı bardaktan rakı içmek salondaki çoğu kişinin hüngür hüngür ağlamasına sebep oldu. Yanımdaki kadın o sahneden itibaren filmin ilk yarısı bitene kadar susmadı. Sesli sesli ağlayıp devamlı burnunu çektiği için bende konsantrasyon falan kalmadı. Grup gelmişlerdi, çantasını açıp açıp yanındakilere mendil vermesi konsantrasyon eksikliğime
tuz biber ekti. Ha bir de telefonunu çıkarıp çıkarıp fotoğraf çekenler, şarkılı sahneleri kayda alanlar beni delirtti.
Müslüm filmi bana herkesin hayatta aynı şansa sahip olamadığını bir kez daha hatırlattı. Annesi, 2 yaşındaki kız kardeşi, genç erkek kardeşi şanslı olamayanlardandı. Zor yaşadılar, erken gittiler. Müslüm Gürses ise ne kadar zor bir hayat yaşamış olursa olsun aslında yırtanlardan biri. Yeteneği ve Muhterem Nur'u tanımış olması onu şanssızlıkların içinden çekip çıkaran şeyler. Filmi izlerken böyle hissettim. Herhalde doğru hissetmişim ki filmin sonunda sanatçının "Hayat zordu ama güzeldi" sözüne yer verdiler. Müslüm Gürses'in bir derviş olduğu sıkça vurgulandı. Annesini öldüren babasını affetmiş olması dervişlik mi? Saflık mı? Yoksa ataerkil bir ortamın getirisi mi? Siz karar verin. Ben dervişlikten ziyade Müslüm Gürses'in saf tabiatlı olduğunu düşünüyorum. Galiba bu hayat hikâyesinde en şanslı olan, yaptığı yanına kâr kalan o baba. Olan yine kadına oldu.
Bu aralar izleyip en beğendiğim filmlerden biri de Ay'da İlk İnsan'dı. Neil Armstrong'u ve Ay'a yapılan yolculuğu anlatıyor. Yönetmen Damien Chazelle. Başrolde yönetmenin La La Land'de birlikte çalıştığı Ryan Gosling var.
Damien Chazelle'ı seviyorum. Bu filmde de tıpkı Oscar kazandığı Whiplash'te olduğu gibi buram buram gerilim vardı. Ay'a gidilmeden önce yapılan tüm o testler, testler sırasında hayatını kaybeden astronotlar, Neil Armstrong'un ketum hâlleri ve görmediğimiz ama hissettiğimiz gerginliği... Bir de astronot eşi olmanın düşündürdükleri. İnsani gerilim. Ay'da ilk insan. İnsan... Teknik detaylar oldukça fazlaydı ama asıl olay Ay'a adım atan ilk insanın ve ailesinin psikolojik durumuydu. Adamın Ay'a gideceğini biliyorum ama sanki bilmiyormuş gibi heyecanla izliyorum. Gergin sahneler, Ay'a iniş ve o esnada benim ilk düşüncem Armstrong'un ilk adımı sol ayağıyla atışı oluyor:) Kendi kendime güldüm tabii. Günlük hayatta "Aman şuraya sağ ayakla gireyim, buradan sol ayakla çıkayım" gibi takıntım yoktur. Artık o an nereden aklıma geldiyse, sanki Ay'a gitsem yine de ilk sağ ayağımı atarmışım gibi düşündüm. Kodlanma meselesi sanırım. Birileri uzaya yolculuk için çalışırken, bu uğurda hayatını kaybederken, birileri uzaya giderken, birileri de bunun filmini çekip dünyaya sunarken benim sol ayağı düşünmüşüm olmam oldukça üzücü tabii:) Şaka bir yana sahiden birileri yapıyor birileri izliyor. Filmi çok sevdim ama çıkışta moralim bozulmadı değil. Gerçi belki de gitmemişlerdir Ay'a:) Öyle bir söylenti var biliyorsunuz. Rusya ile girilen uzay yolculuğu yarışında Rusya'ya fark atmış olmak için böyle bir yalan ve düzen uydurulduğu, Ay'a iniş fotoğraflarının sahte olduğu söyleniyor. Amerika'dan her şey beklenir ama ben sahtekârlık olmadığını düşünenlerdenim. Ay'a çıkarken bir çok aksilik olabilirdi, en ufak bir aksilik her şeyin sonunu getirebilirdi. Ama çalıştılar, hazırladılar, işler yolunda gitti ve Ay'a çıkıldı. Bak, Amerika Neil Armstrong'tan nasıl bahsettiriyor. Aslında uzaya ilk kez çıkan ve Dünya yörüngesinde seyahat eden isim Sovyet kozmonot Yuri Gagarin. Ama hani nerede Rus sineması? Yok öyle bir şey. Amerika'nın bu konularda çabası malûm. Bu filmde Ay'a iniş sırasında Amerika bayrağını göstermedi diye Damien Chazelle'a tepki gösterenler olmuş. Artık ben sana ne diyeyim Ey Amerika?
İşte böyle. 3 insan. 3 hayat hikâyesi. Ve bana düşündürdükleri...
En son izlediğim Bohemian Rhaosody'den başlayayım mı anlatmaya?
Bohemian Rhapsody, 1970 yılında İngiltere'de kurulan, özellikle 80'li yıllara damgasını vuran rock grubu Queen'in efsanevi solisti Freddie Mercury'nin filmi. O kadar çok beğendim ki bu filmi. Son zamanlarda izlediklerimin en iyisiydi. Müzikle en çok ilgilenilen ergenlik yıllarımın popüler grubudur Quenn. Fakat sırf ben ve akranlarım sevmeyiz onu, her yaş grubunu etkilemiştir. Ortalamanın dışında, renkli, farklı Freddie Mercury'yi ise herkes bilir. 1991'de AIDS'ten ölmüş olduğunu da herkes bilir. Hastalığını ölümünden bir gün önce açıklayan, her zaman güçlü görünmek isteyen Freddie'ye yakışan bir film olmuş. Gram duygu sömürüsü olmadığı hâlde seyirciyi derinden etkileyen bir film. Edebiyatta, sinemada olması gereken "açıkça gösterme, hissettir" mottosunu yakalayan bir film. Seyirci tüm şarkılar bitene kadar, yazıların akması durana kadar salondan çıkmadı. Freddie Mercury'yi, Queen'i anlatan bir filmde ağlayacağım aklıma gelmezdi. Wembley Stadyumu'ndaki meşhur Live Aid konserindeki 20 dakikalık Queen performansının yeniden birebir canlandırılmasında gözyaşlarımı tutamadım. İnanın tüm salon aynı şekildeydi. Sakın sözlerime bakıp bol dram içeren bir film olduğunu düşünmeyin. Eğlenceliydi, espriliydi, güçlüydü, içinde arkadaşlık vardı, hepimiz biriz duygusu vardı, müzik vardı. Grubun şarkılarının filmin içine yerleşimi muazzamdı. Bohemian Rhapsody'nin, We Will Rock You'nun yaratılış anını izlemek güzeldi. Bu film bana Freddie Mercury üzerinden, farklı insanları ne kadar sevdiğimi, saygı duyduğumu bir kez daha gösterdi. Farklı olan, farklı düşünen, farklı davranan, farklılığını gizlemeyen, cesur insanlar hayatın tekdüzeliğinden kurtulmamızı sağlayanlardır. Tüm insanlığın yükünü taşırlar aslında. Kendileri çok zorlanırlar ama arkalarından gelenlere yeni yollar açarlar. Hayat onlarla güzel.
Queen'in yaptığı müziği sevin ya da sevmeyin hiç fark etmez. İyi bir biyografik film izlemek istiyorsanız Bohemian Rhapsody'yi kaçırmayın. Oyunculukların da müthiş olduğunu eklemeliyim. Freddie'yi canlandıran Rami Malek, fiziken bir miktar çelimsiz kalmasına rağmen, oyunculuk anlamında resmen döktürmüş. Şahsi bir not daha ekleyeceğim; İngiliz aksanına ve İngiliz oyunculara ba-yı-lı-yo-rum :)
Sırada bizden bir biyografi var. Tabii ki Müslüm'e de gittim. Zira bu ara gitmeyeni dövüyorlar:) Şaka bir yana tek boş koltuğun olmadığı salonda her kesimden, her yaştan seyirci vardı. Senaryosunu Hakan Günday'ın yazmış olması benim bu filmi seyretmem için ilk sebepti. Yani müziğinin büyük hayranı değilim. Hepimiz gibi en çok bilinen şarkılarını bilirim ben de.
Müslüm Gürses'i ancak son yıllarında pop ve rock şarkıları yorumlamasıyla beğenip, bu şarkıları dinledim. Ancak hayat hikâyesi, çocukluk yıllarımıza dayanan aşinalık, o saf duruş
Müslüm Gürses'i sevme nedenlerimdendi. Ölümüne çok üzülmüştüm. Ameliyat sonrası komplikasyonlarla ölmesi etkilemişti beni. Babam gibi ve babamla aynı yaşlarda...
Üzgünüm ama özellikle Bohemian Rhapsody'yi izledikten sonra efsane olmuş bir şarkıcıyı anlatan biyografik filmin nasıl olması gerektiğini daha iyi anladım. Müslüm filminden hem duygusal hem teknik anlamda çoğu insan kadar etkilenmedim. Üzerine bir de kıyaslayabileceğim bir başka film izleyince haklı olduğumu anladım. Az önce anlattığım film nasıl sömürüden uzak bir şekilde duygulandırıyorsa, bu tam tersiydi. Müslüm'ün annesinin babası tarafından bıçaklanma sahnesi, kanlı oda, kanlı giysiler, kanlı bardaktan rakı içmek salondaki çoğu kişinin hüngür hüngür ağlamasına sebep oldu. Yanımdaki kadın o sahneden itibaren filmin ilk yarısı bitene kadar susmadı. Sesli sesli ağlayıp devamlı burnunu çektiği için bende konsantrasyon falan kalmadı. Grup gelmişlerdi, çantasını açıp açıp yanındakilere mendil vermesi konsantrasyon eksikliğime
tuz biber ekti. Ha bir de telefonunu çıkarıp çıkarıp fotoğraf çekenler, şarkılı sahneleri kayda alanlar beni delirtti.
Müslüm filmi bana herkesin hayatta aynı şansa sahip olamadığını bir kez daha hatırlattı. Annesi, 2 yaşındaki kız kardeşi, genç erkek kardeşi şanslı olamayanlardandı. Zor yaşadılar, erken gittiler. Müslüm Gürses ise ne kadar zor bir hayat yaşamış olursa olsun aslında yırtanlardan biri. Yeteneği ve Muhterem Nur'u tanımış olması onu şanssızlıkların içinden çekip çıkaran şeyler. Filmi izlerken böyle hissettim. Herhalde doğru hissetmişim ki filmin sonunda sanatçının "Hayat zordu ama güzeldi" sözüne yer verdiler. Müslüm Gürses'in bir derviş olduğu sıkça vurgulandı. Annesini öldüren babasını affetmiş olması dervişlik mi? Saflık mı? Yoksa ataerkil bir ortamın getirisi mi? Siz karar verin. Ben dervişlikten ziyade Müslüm Gürses'in saf tabiatlı olduğunu düşünüyorum. Galiba bu hayat hikâyesinde en şanslı olan, yaptığı yanına kâr kalan o baba. Olan yine kadına oldu.
Bu aralar izleyip en beğendiğim filmlerden biri de Ay'da İlk İnsan'dı. Neil Armstrong'u ve Ay'a yapılan yolculuğu anlatıyor. Yönetmen Damien Chazelle. Başrolde yönetmenin La La Land'de birlikte çalıştığı Ryan Gosling var.
Damien Chazelle'ı seviyorum. Bu filmde de tıpkı Oscar kazandığı Whiplash'te olduğu gibi buram buram gerilim vardı. Ay'a gidilmeden önce yapılan tüm o testler, testler sırasında hayatını kaybeden astronotlar, Neil Armstrong'un ketum hâlleri ve görmediğimiz ama hissettiğimiz gerginliği... Bir de astronot eşi olmanın düşündürdükleri. İnsani gerilim. Ay'da ilk insan. İnsan... Teknik detaylar oldukça fazlaydı ama asıl olay Ay'a adım atan ilk insanın ve ailesinin psikolojik durumuydu. Adamın Ay'a gideceğini biliyorum ama sanki bilmiyormuş gibi heyecanla izliyorum. Gergin sahneler, Ay'a iniş ve o esnada benim ilk düşüncem Armstrong'un ilk adımı sol ayağıyla atışı oluyor:) Kendi kendime güldüm tabii. Günlük hayatta "Aman şuraya sağ ayakla gireyim, buradan sol ayakla çıkayım" gibi takıntım yoktur. Artık o an nereden aklıma geldiyse, sanki Ay'a gitsem yine de ilk sağ ayağımı atarmışım gibi düşündüm. Kodlanma meselesi sanırım. Birileri uzaya yolculuk için çalışırken, bu uğurda hayatını kaybederken, birileri uzaya giderken, birileri de bunun filmini çekip dünyaya sunarken benim sol ayağı düşünmüşüm olmam oldukça üzücü tabii:) Şaka bir yana sahiden birileri yapıyor birileri izliyor. Filmi çok sevdim ama çıkışta moralim bozulmadı değil. Gerçi belki de gitmemişlerdir Ay'a:) Öyle bir söylenti var biliyorsunuz. Rusya ile girilen uzay yolculuğu yarışında Rusya'ya fark atmış olmak için böyle bir yalan ve düzen uydurulduğu, Ay'a iniş fotoğraflarının sahte olduğu söyleniyor. Amerika'dan her şey beklenir ama ben sahtekârlık olmadığını düşünenlerdenim. Ay'a çıkarken bir çok aksilik olabilirdi, en ufak bir aksilik her şeyin sonunu getirebilirdi. Ama çalıştılar, hazırladılar, işler yolunda gitti ve Ay'a çıkıldı. Bak, Amerika Neil Armstrong'tan nasıl bahsettiriyor. Aslında uzaya ilk kez çıkan ve Dünya yörüngesinde seyahat eden isim Sovyet kozmonot Yuri Gagarin. Ama hani nerede Rus sineması? Yok öyle bir şey. Amerika'nın bu konularda çabası malûm. Bu filmde Ay'a iniş sırasında Amerika bayrağını göstermedi diye Damien Chazelle'a tepki gösterenler olmuş. Artık ben sana ne diyeyim Ey Amerika?
İşte böyle. 3 insan. 3 hayat hikâyesi. Ve bana düşündürdükleri...