Boyalı Kuş'u okudum. Geçtiğimiz kasım ayında kitap fuarından almıştım. Çocukluğumdan, babamın kütüphanesinden aşina olduğum E Yayınları'nın standında görevli orta yaşlı bey ısrarla tavsiye etmişti kitabı.
Boyalı Kuş, E Yayınları'nın çıkardığı ilk kitapmış (1968). Sert bir roman bu. 2.Dünya Savaşı'nın ilk günlerinde Polonyalı, kentli bir aile, Naziler'den korumak için 6 yaşındaki oğullarını daha doğuya giden bir adama emanet eder. Çünkü baba Nazi karşıtı eylemlerde bulunmuştur ve saklanmak zorundadır. Çocuklarının kendi ülkelerinin ve komşu ülkelerin içlerindeki kırsal alanlarda korunacağını düşünürler. Küçük çocuk için zorlu günler böylece başlar. Yanında kaldığı yaşlı kadın ölünce bir başına kalan çocuk, köylerin birinden diğerine tek başına savrulur. Köylüler cahildir, bağnazdır. Hayatlarını batıl inançlar şekillendirmektedir. Siyah saçlı, siyah gözlü insanların uğursuzluk getirdiğine inanmaktadırlar. Ve ne yazık ki romanımızın kahramanı çocuk tam da böyledir. "Yahudi" ve "Çingene" söylemleriyle devamlı aşağılanır. Şiddet görür; köylü halkın cahilce inançlarına, cinsel sapkınlıklarına tanık olur. Ve henüz çok küçüktür. Bir noktada konuşma yetisini bile kaybeder. Küçücük aklıyla olan biteni sorgular.
Köylülerin en sevdikleri eğlencelerden biri, herhangi bir kuşu farklı renklere boyayıp hemcinslerinin arasına salmaktır. Diğer kuşlar, boyalı kuşun kendileri gibi olmadığını anlayıp ona saldırırlar. Boyalı kuşun sonu linçtir, ölümdür. İşte bizim küçük kahramanımız da sarı saçlı, soluk benizli, Hristiyan insanların arasında boyalı bir kuş konumundadır. Siyah saçlıdır, siyah gözlüdür, Yahudi'dir.
Gün gelir savaş bitmeye yüz tutar. Çocuğun yaşamaya çalıştığı köylere Ruslar gelir. Onun için kurtuluş zamanıdır artık. Bir mucize kabilinden ailesini de bulur Ruslar. Şiddetin her türlüsüne tanık olduğu, kimini bizzat yaşadığı 5 yıldan sonra ailesine kavuşmuş olan çocuğun uyum sorunu yaşamış olması normaldir. Ancak hayat bu, belki de her şey zamanla düzelecektir. Örneğin, zorlu günlerinde aniden kaybetmiş olduğu konuşma yetisini bir kayak kazası sonucu yine aniden kazanmıştır.
Romanda yaşananları okurken, yazarın savaş gerçeklerine dikkat çekmek için abartılı bir tavırla yazdığını düşündüm. "Ufacık bir çocuk bunları yaşamış olamaz, bu kadar cehalet fazla" diye düşündüm. Fakat kitabın arka sayfalarında yazar Jerzy Kosinski'nin sözleri vardı. Bunları bizzat yaşadığını söylüyordu. Ve yazdığı için de nasıl dışlandığını anlatıyordu. Kendi ülkesi Polonya'da ve tüm Doğu Avrupa'da nasıl tepki aldığından, aleyhinde yürütülen kampanyalardan bahsediyordu. "Bizim halkımız böyle cahil olamaz! Sen yalan söylüyorsun!" Amerika'ya yerleşmiş olan Kosinski'nin kitap çıktıktan sonra orada gördüğü tavır da bir başka alemdi. "Sen kitabında Ruslar'ı nasıl sempatik gösterirsin?"
Jerzy Kosinski'nin hayatı çok ilginç. Bir yarısı zorlukla, yoklukla geçmiş; diğer yarısı aşkla ve muhteşem bir varsıllıkla. Polonya'da bir üniversitede öğretim görevlisi iken Marksizm'i reddetmesi nedeniyle dışlanmış. Amerika'ya göç etmiş. Orada birçok farklı işte çalışmış. İyi derecede İngilizce bilmesi bir üniversiteye kabulûnu sağlamış. Bu sırada yazarlık kariyerine başlamış. Zengin bir dulla iki yıl süren arkadaşlığı evlilikle sonuçlanmış. Amerikan yüksek sosyetesinin bir üyesiymiş artık. Öyle böyle bir zenginlik değil ama. Hayat hikayesinde ilginç bir ayrıntı daha var. Hani Roman Polanski ve karısı Sharon Tate'in evine Charles Manson çetesinin düzenlediği ve 5 kişiyi öldürdüğü o meşhur olay var ya... İşte Kozinski'nin o gün orada olması gerekiyormuş. Uçağı kaçırdığı için yetişememiş ve faciadan kurtulmuş. (Bu arada bu Manson Tarikatı olayının filminin şu sıralar Tarantino tarafından "Once Upon A Time In Hollywood" ismiyle çekildiğini belirtmeliyim. Tarantino hayranı olarak merakla bekliyorum. Önümüzdeki Ağustos vizyonda olacakmış).
Velhasılıkelam Jerzy Kosinski'nin farklı bir hayatı olmuş. (Bazen hayatımın fazla tekdüze olduğunu düşünürüm ama böylesi uç olayları okuyunca tekdüzeliğine dua etmiyor değilim doğrusu). Peki çocukluğu kitapta bahsettiği gibi geçtiyse -ki söz konusu olan yalnızca bir kere yaşayabildiğimiz çocukluğumuz- Jerzy'nin kendini boğarak hayatına son vermiş olması
anormal mi? Bence değil. Ölüme gidişi de farklı. Karısı onu banyoda başında plastik bir torba geçirmiş halde bulmuş.
Boyalı Kuş beni epeyi etkiledi, düşündürdü. Tavsiye konusu açık. Anlatması benden, kararı senden ey okuyucu!
Boyalı Kuş, E Yayınları'nın çıkardığı ilk kitapmış (1968). Sert bir roman bu. 2.Dünya Savaşı'nın ilk günlerinde Polonyalı, kentli bir aile, Naziler'den korumak için 6 yaşındaki oğullarını daha doğuya giden bir adama emanet eder. Çünkü baba Nazi karşıtı eylemlerde bulunmuştur ve saklanmak zorundadır. Çocuklarının kendi ülkelerinin ve komşu ülkelerin içlerindeki kırsal alanlarda korunacağını düşünürler. Küçük çocuk için zorlu günler böylece başlar. Yanında kaldığı yaşlı kadın ölünce bir başına kalan çocuk, köylerin birinden diğerine tek başına savrulur. Köylüler cahildir, bağnazdır. Hayatlarını batıl inançlar şekillendirmektedir. Siyah saçlı, siyah gözlü insanların uğursuzluk getirdiğine inanmaktadırlar. Ve ne yazık ki romanımızın kahramanı çocuk tam da böyledir. "Yahudi" ve "Çingene" söylemleriyle devamlı aşağılanır. Şiddet görür; köylü halkın cahilce inançlarına, cinsel sapkınlıklarına tanık olur. Ve henüz çok küçüktür. Bir noktada konuşma yetisini bile kaybeder. Küçücük aklıyla olan biteni sorgular.
Köylülerin en sevdikleri eğlencelerden biri, herhangi bir kuşu farklı renklere boyayıp hemcinslerinin arasına salmaktır. Diğer kuşlar, boyalı kuşun kendileri gibi olmadığını anlayıp ona saldırırlar. Boyalı kuşun sonu linçtir, ölümdür. İşte bizim küçük kahramanımız da sarı saçlı, soluk benizli, Hristiyan insanların arasında boyalı bir kuş konumundadır. Siyah saçlıdır, siyah gözlüdür, Yahudi'dir.
Gün gelir savaş bitmeye yüz tutar. Çocuğun yaşamaya çalıştığı köylere Ruslar gelir. Onun için kurtuluş zamanıdır artık. Bir mucize kabilinden ailesini de bulur Ruslar. Şiddetin her türlüsüne tanık olduğu, kimini bizzat yaşadığı 5 yıldan sonra ailesine kavuşmuş olan çocuğun uyum sorunu yaşamış olması normaldir. Ancak hayat bu, belki de her şey zamanla düzelecektir. Örneğin, zorlu günlerinde aniden kaybetmiş olduğu konuşma yetisini bir kayak kazası sonucu yine aniden kazanmıştır.
Romanda yaşananları okurken, yazarın savaş gerçeklerine dikkat çekmek için abartılı bir tavırla yazdığını düşündüm. "Ufacık bir çocuk bunları yaşamış olamaz, bu kadar cehalet fazla" diye düşündüm. Fakat kitabın arka sayfalarında yazar Jerzy Kosinski'nin sözleri vardı. Bunları bizzat yaşadığını söylüyordu. Ve yazdığı için de nasıl dışlandığını anlatıyordu. Kendi ülkesi Polonya'da ve tüm Doğu Avrupa'da nasıl tepki aldığından, aleyhinde yürütülen kampanyalardan bahsediyordu. "Bizim halkımız böyle cahil olamaz! Sen yalan söylüyorsun!" Amerika'ya yerleşmiş olan Kosinski'nin kitap çıktıktan sonra orada gördüğü tavır da bir başka alemdi. "Sen kitabında Ruslar'ı nasıl sempatik gösterirsin?"
Jerzy Kosinski'nin hayatı çok ilginç. Bir yarısı zorlukla, yoklukla geçmiş; diğer yarısı aşkla ve muhteşem bir varsıllıkla. Polonya'da bir üniversitede öğretim görevlisi iken Marksizm'i reddetmesi nedeniyle dışlanmış. Amerika'ya göç etmiş. Orada birçok farklı işte çalışmış. İyi derecede İngilizce bilmesi bir üniversiteye kabulûnu sağlamış. Bu sırada yazarlık kariyerine başlamış. Zengin bir dulla iki yıl süren arkadaşlığı evlilikle sonuçlanmış. Amerikan yüksek sosyetesinin bir üyesiymiş artık. Öyle böyle bir zenginlik değil ama. Hayat hikayesinde ilginç bir ayrıntı daha var. Hani Roman Polanski ve karısı Sharon Tate'in evine Charles Manson çetesinin düzenlediği ve 5 kişiyi öldürdüğü o meşhur olay var ya... İşte Kozinski'nin o gün orada olması gerekiyormuş. Uçağı kaçırdığı için yetişememiş ve faciadan kurtulmuş. (Bu arada bu Manson Tarikatı olayının filminin şu sıralar Tarantino tarafından "Once Upon A Time In Hollywood" ismiyle çekildiğini belirtmeliyim. Tarantino hayranı olarak merakla bekliyorum. Önümüzdeki Ağustos vizyonda olacakmış).
Velhasılıkelam Jerzy Kosinski'nin farklı bir hayatı olmuş. (Bazen hayatımın fazla tekdüze olduğunu düşünürüm ama böylesi uç olayları okuyunca tekdüzeliğine dua etmiyor değilim doğrusu). Peki çocukluğu kitapta bahsettiği gibi geçtiyse -ki söz konusu olan yalnızca bir kere yaşayabildiğimiz çocukluğumuz- Jerzy'nin kendini boğarak hayatına son vermiş olması
anormal mi? Bence değil. Ölüme gidişi de farklı. Karısı onu banyoda başında plastik bir torba geçirmiş halde bulmuş.
Boyalı Kuş beni epeyi etkiledi, düşündürdü. Tavsiye konusu açık. Anlatması benden, kararı senden ey okuyucu!