Epeydir uğramıyordum buralara. Uğramadığım zaman içerisinde neler oldu neler! Okyanuslar aştım, ülkeler geçtim, kıtalar değiştirdim. Temmuz ayının son 10-11 gününü Amerika'da geçirdim. 10-11 diyorum çünkü net 9 gece konaklamanın haricinde, şehirler arasında yaptığımız aktarmaları, özellikle NewYork havaalanında geçirdiğimiz saatleri ve iki ülke arasındaki 7 saatlik farkı da kattığımız zaman 10-11 hatta 12 güne sarkan bir durum çıkıyor ortaya.
Gezi ayrıntılarını diğer yazılara bırakıp genel bir girizgah yapacak olursam:
Ailecek yaptığımız gezi New York- Orlando- Tampa güzergahında seyretti. Şekilde görüldüğü gibi "Never Tired of Travelling" diyerek çıktık yola. (Tişörtümle şirinlik yapayım, kendimi gaza getireyim dedim ama aslında yoruldum:))
Asıl hedef, günlerimizi deniz-kum-güneş ekseninde geçireceğimizi düşündüğümüz Tampa'ydı. "Neden Tampa?" sorusu akla gelebilir bu durumda. Bilmem? Çok özel bir nedeni yok. Miami'ye 3-4 saat uzaklıkta, oraya benziyor ama Miami'den daha küçük ve daha ucuz olduğu için diyebilirim. Giden gören birkaç arkadaşımızın tavsiyelerinin de etkisi oldu tabii.
Tampa'ya her durumda 2 uçak yolculuğu yaparak ulaşacaktık. Biz İstanbul-New York, New York-Orlando güzergahını tercih ettik. Orlando'yu duyunca atladım. Çünkü ben Universal Studyoları'nı görmeyi her zaman çok ama çok istemişimdir. Ekstra harcama gerektirdi belki ama bu fırsatı kaçıramazdım. İyi oldu, hoş oldu. 3 gece kaldık. Orlando'yu çok beğendik ve çok eğlendik. Universal Studyoları'nda kurtlarımızı döküp iyice yorulduktan sonra, dinlenmek için Tampa'ya geçtik. 6 gece konakladık. Orlando-Tampa arasında da arabayla yolculuk ettik. Hepsini anlatacağım:) Anlatmak gerekiyor zaten çünkü herhangi bir geziye çıkmadan önce araştırma yaptığında okuduğun bazı yazılar çok yararlı oluyor. Fakat ne yazık ki faydalı olanlardan çok boş olanlar dolanıyor sanal alemde. Üzgünüm ama böyle.
Her neyse. Konuya dönecek olursak: Her ne kadar izlediğim filmlerden, dizilerden; okuduğum kitaplardan dolayı "ya seri katile denk gelirsek, ya arabanın önüne eli baltalı bir zombi fırlarsa, ya birden tepemize şeffaf kubbe düşerse(!)" gibi kaygılarla -ki abartıyor olabilirim ama gerçekten bir çok şey düşündüm- korka korka başladım yolculuğa ama hiçbiri olmadı:) İlginç, eğlenceli ve gerçekten kafa dağıtıcı bir geziydi. Eşim daha önce işi dolayısıyla 2 kere Amerika'ya gitmişti, Orhun ve ben ilk kez onurlandırdık ülkelerini. Vize konusunda sıkıntı yaşamadık. Aracı koymadan kendimiz hallettik vize işini. Bu yüzden kendimizi tebrik ediyorum. Zira vize başvuru formunu doldurmak ve belgeleri hazırlamak hiç hoş bir deneyim değil. Kişi başı 160 Dolar vize ücretini yatırdıktan ve bir dünya uğraştıktan sonra vize alamamak berbat olurdu. Pek soru sormadan 10 yıl vizeyi verdiler. Belirli bir işi ve ailesi olanları , yani garantisi olanları geri çevirdiklerini pek sanmıyorum. Konsoloslukta genelde tek erkeklere vize vermediklerini gördüm. Aileleri geri çevirmediler. "İyi yolculuklar" diyerek uğurladıkları kişiler vizeyi kapmış oluyordu, kibarca teşekkür ederlerse yandın:) Şaka bir yana, vize isteme durumu beni çok geriyor, üzüyor. Fakat adamlar da haklı. Ama hiç olmazsa bakmayacakları belgeleri istemezlerse daha az eziyetli olur. Fakat Amerika'nın şu güzelliği var vize konusunda. Genelde 10 yıllık veriyorlar. Avrupa ülkeleri gibi 3-5 gün değil yani.
İlk etapta neler anlatabilirim? Amerika'da hiç Türk'e rastlamamış olmamız ilginçti mesela:) Sadece Universal Studyoları'nda kalabalık arasında yürürken yanımdan geçen bir kadının "basket atacak mısınız?" dediğini duydum şöyle bir. Algılamam birkaç saniye aldı. "Aaa! Türkçe!" dedim, arkamı döndüm. Bizim gibi 3 kişilik bir aile. Ben anlayana kadar uzaklaştılar. Onun haricinde 1 tane bile Türk'e rastlamadık. Daha önce gittiğim ülkelerde neredeyse adım başı Türk'e rastladığımız için ilginç geldi tabii.
Amerika gerçekten kozmopolit bir ülkeymiş. Siyahı, beyazı, Hintlisi, Pakistanlısı, çekik gözlüsü, İspanyolca konuşanı... Var da var... Makedonyalı bir market sahibiyle bile tanıştık. "Ah İstanbul! Ah Taksim! Türk yemekleri" dedi durdu:) "Burada hep hamburger" diye ekledi.
Hamburger dedim de... Amerika'da insanlar gerçekten çok şişmanlar yahu. Kiloluyumdur ama Amerikalı kadınların yanında resmen dal gibi kaldım. İnanılmaz orantısızlar. Birçok kadının üst kısmı 40 bedense, abartmıyorum alt kısmı direkt 46-48 bedendi. Hani bizde de fark vardır ama 1 beden, taş çatlasın 2 beden oynar yani:) Dedikoduya başlamışken devam edeyim bari. Bir de çok çirkin giyiniyorlar:) Abartısız herkeste parmak arası terlik... Döpiyes giyenin ayağında bile vardı. O derece... New York'un en sıcak günlerinde oradaydık. Hava alanında kaz tüyü mont giymiş olanlar hakkında ne düşüneceğimi hiç bilemiyorum. Tamam kapalı yerler soğuk ama o kaz tüyü mont ne birader? Altta etek ve parmak arası terlik, üstte mont. Bir kişi, iki kişi olsa tamam ama çok vardı.
Her şey iyi hoştu ama Amerika'nın kokusuna alışamadım. Çok ama çok ağır bir koku var her yerde. Hava alanında, sokaklarda, otellerde, restoranlarda... Yiyeceklerini pişirme tarzıyla ilgili sanırım. Daha önce Tayland'a inince aynı şekilde ağır bir koku almıştım ve nasıl alışacağım diye korkmuştum ama orada çok sürmemişti etkisi. Amerika'da ise hiç geçmedi o koku. Midem kalkmadı desem yalan olur.
Herkes "ne aldın?" diye soruyor? :) Bir kere ben tatile, gezmeye gittiğim zaman alışveriş yapmaktan, daha doğrusu alışveriş için gezmekten hiç ama hiç hoşlanmam. Vaktimi o şekilde harcamak istemem. Ama Amerika farklıymış. Ünlü markaları çok ucuza bulabiliyormuşsun. Herkes öyle söylüyor. Ama biz bulamadık:) Çünkü biz bu konuda gerçekten beceriksiziz. Evet özellikle de aramadık zaten ama yol üzerinde uğradığımız büyük marketlerde, outletlerde de buradan ucuz bir şey göremedik. Dönüş yolunda, hava alanına giderken ünlü markaların isimlerinin yazdığı birkaç güzel outlet gördük ama çok geçti. Dediğim gibi hiç önemli değil. Neler aldık peki? Ivır zıvır. Darth Vader figürü, Minion oyuncağı, Harry Potter magnetleri, kitap ayraçları, Dali Müzesi'nden çanta, fincan vs.:)))) Ne kadar ıvır zıvır varsa aldık yani:) Orhun birkaç kitap aldı. Orada kitaplar daha ucuzdur dedim ama bizden farklı değil. Yani Amerika'nın ucuz yanını göremedim. Her şeyin Çin Malı olmasına rağmen. Dolaşıp, uğraşıp indirimli eşyalar alıp dönenleri tebrik ediyorum ne diyeyim?
Son olarak, dikkatimi çeken başka bir şeyden bahsedip fotoğraflı maceraları diğer yazılara bırakayım. Engelli insanların hayatın içinde rahatlıkla yer alması için yapılan düzenlemeler müthişti. Aslında müthiş değil normaldi belki ama bizler alışık olmadığımız için takdir etmeden duramadım. Sokaklarda çok sayıda tekerlekli sandalye ile gezen insan vardı. Nasıl gezmesinler? Otobüslerde özel mekanizmalar var. Yollar onlara göre ayarlanmış. Her yerde engelliler için ayrılmış masalar, koltuklar var ve tabii ki o ayrılan yerleri gereksiz yere hiç kimse kullanmıyor. Eğlence parklarına tekerlekli sandalyeleriyle gelen insanlar bazı oyuncaklara rahatlıkla binebiliyorlardı. Görevliler inanılmaz yardımcı oluyordu. Amerika hükümetinin kendisi haricindeki ülke insanlarına yaklaşımı malum. Fakat kendi halkına gerçekten iyi bakıyor. Bu konuda çok şey söylenebilir ama bu yazının konusu o değil deyip keseyim ben en iyisi.
Şimdilik bu kadar. Orlando ve Tampa'yı ayrı ayrı anlattığım yazılar gelecek efendim.