Quantcast
Channel: Sezer Eser Perker
Viewing all 567 articles
Browse latest View live

BİR MÜNASİP ZAMANDA İZMİR...

$
0
0
    Geçtiğimiz Nisan ayının bize armağanlarından biri küçük bir İzmir seyahati oldu. Fırsatı ganimet bildik ve resmi bir işimizi hâlletmek bahanesiyle gittiğimiz bu güzel kentte şahane birkaç gün geçirdik. Alsancak'ı merkez aldığımız seyahatimizde plansız davranıp gönlümüze göre gezdik. Kordon boyunda defalarca gidip geldik. Ayın güneşli fakat en rüzgârlı günlerine denk gelmemiş olsaydık çok daha iyi olacaktı ama bu bile keyfimizi bozamadı.
    Ege'nin güzel şehri, ülkenin modern yüzü İzmir'e bu ilk gelişimiz değildi elbet. Yaz tatili için farklı ilçelerinde konaklamıştık. Çeşitli sebeplerle kısa süreli de olsa merkezde bulunmuştuk 
ya da başka bir yere giderken uğradığımız olmuştu. Ancak eşimle beraber dolu dolu bir Kordon keyfimiz olmamıştı. Bu yüzden kalacağımız oteli Alsancak'tan seçtik ve ilk gün işimizi hallettikten sonra kendimizi körfezden esen rüzgâra bıraktık.

    Anlatmakla, gezmekle bitmeyecek bir şehir burası. 8500 yıllık tarihi, geçmişinde barındırdığı 
32 uygarlığın izleri, Efes'i, Bergama'sı; denizin ve güneşin nimetlerinden sonuna kadar yararlandığımız tatil beldeleri, Çeşme'si, Sığacık'ı ve diğerleri şimdilik bir kenarda dursun. 
Ben bu yazıda bir parça kent merkezinden bahsedeceğim; döneceğimiz gün İzmir'de yaşayan arkadaşlarımızla gittiğimiz Urla'dan ve İnciraltı'ndan birkaç fotoğraf ekleyeceğim. Ve tabii tüm bunları yaparken şehre dair gözlemlerim, seyahatimize ait hislerim yine kelimelerin arasına süzülecek.

    Öğle saatlerinde ulaştığımız şehirde öncelikle Narlıdere'deki işimizi hallettik. Alsancak'tan bir parça uzak olsa da sahilden yapılan önce tramvay, ardından otobüs yolculuğu gözümüze hoş gelen manzaralar sunduğu için keyifliydi. Dönüşte kendimizi İzmir'in meşhur kumrusunu bulmaya adadık. Gelmeden önce fazla araştırma yapmamıştık. Hemen internete girdik, "O mu? Bu mu?" derken Kemeraltı'nda Kumrucu Apo'ya doğru yola koyulmuştuk bile. Yerli halka "En iyi kumru nerede yenir?" diye sorduğunuzda alacağınız cevap genelde "Kumrucu Apo" oluyor. Biz sormadık ama çokca sorulduğunu duyduğum için dolaylı yoldan cevabımızı almış olduk. İstanbul'dan giden yerli turist epeyi boldu İzmir'de. Kumrucu Apo'nun yeri Kemeraltı Çarşısı'nda küçücük, salaş bir büfe. Çarşının labirent gibi sokaklarında kaybolmadan bulması kolay değil. Geleni gideni bol. Salaşlığı herkese hitap eder mi bilemem ama kumrular gerçekten lezzetli ve o bildiğimiz halinden daha farklı. Aslında anladığım kadarıyla İzmir'de kumru her yerde birbirinden farklı. Sabah yenen ayrı, akşam yenen ayrı. Ortak olan tek şey kumrunun ekmeğiymiş. Öyle söylüyorlar.

    Karnımızı doyurduktan sonra Kemeraltı Çarşısı'nda bir parça vakit geçirmeden olmazdı. Fakat çocukluktan beri ara ara tarihi çarşılarında vakit geçirdiğim bir İstanbullu olarak burası bende farklı bir ilgi yaratmadı. Kızlarağası Han'a yöneldik ve meşhur kahvecilerinden birine girdik. Daha doğrusu zorla sokulduk. Belli ki turist olduğun anlaşılınca ısrar kıyamet bitmiyor burada. "Girin kurtulun" gibi espriler hoş mu, değil mi karar veremedim:) Neyse ki yorgunduk, kahveye ihtiyacımız vardı ve bir zamanlar şehrin ekonomisinde önemli yer tutmuş, 18.yy.da en görkemli zamanını yaşamış özel bir yapı olan Kızlarağası Han'da bulunuyorduk. Kemeraltı civarından fotoğrafım yok ne yazık ki. Zira kalabalık ortamda çektiğim fotoğraflar gözüme hitap etmedi. 

    Yorgunluk kahvemizi içtikten sonra Konak meydanına çıktık. İzmir'in sembolü Saat Kulesi restorasyondaydı, sarılıp sarmalanmıştı ve yenilenmiş haliyle gözler önüne çıkacağı günü bekliyordu. Kendisine bir selam çaktıktan sonra deniz tarafına geçtik. Konak Pier dikkatimizi çekmişti.

    Konak Pier bugün içerisinde restoran ve kafelerin, sinemanın, sanat galerisinin yer aldığı bir alışveriş merkezi olarak kullanılıyor. Fakat bildiğimiz alışveriş merkezlerinden farklı bir yer burası. 19.yy'ın ikinci yarısında Fransızlar tarafından gümrük binası olarak inşa edilmiş. Neden Fransızlar? Çünkü devir kapitülasyonlar devri. İlk kez Kanuni Sultan Süleyman tarafından Fransızlar'a tanınan ekonomik haklar zamanla artarak 1700'lerde en yüksek noktasına ulaştı. Kapitülasyonlar Lozan Barış Antlaşması ile kaldırıldı. Görünen o ki Konak Pier o günlerin bir simgesi gibi bugünlere ulaşmış. Yüzyıllarca uluslararası ticaret yapılan İzmir limanında Fransızlar'dan bir hatıra. Mimarının Paris'in simgesi meşhur Eiffel Kulesi'nin mimarı Gustav Eiffel olduğu söyleniyor ama bu bir tevatür. Ben gerçek olmadığını düşünüyorum.



    Konak Pier'e veda ettikten sonra gittikçe alçalan güneşle birlikte Konak'tan Alsancak'a kordon boyunca aheste aheste yürümeyi tercih ettik. Kâh denize çevirdik yüzümüzü, kâh ara sıra eskinin çok sesliliğini hatırlatan Rum evlerini seçtiğimiz kordon boyu binalarına...

    Geceyi Kordon boyunca dizilmiş balıkçılardan birinde tamamladık. Özellikle bir restoran belirlememiştik. Şöyle bir gittik geldik ve gözümüze en sıcak geleni seçtik. Henüz perşembe akşamıydı, hafta sonuna bir vardı fakat neredeyse tüm restoran ve kafeler geç saatlere kadar kalabalıktı. Dört bir yandan yükselen sohbetlerle, gülüşlerle cıvıl cıvıldı Kordon boyu. Bize de 
o güzel İzmir akşamında kalabalığa karışıp evliliğimizin yıl dönümünü kutlamak düştü. Ve hafıza tuhaf şey... Çocukluğumdan aşina bir melodi takıldı dilime. "... Bir münasip zamanda / Mesela saat 10'da / Buluşalım Kordon'da / Der gibi geldi bana"şarkısını söyleyip durdum :)

    İzmir'deki ikinci günümüzün ilk durağı Dostlar Fırını'nıydı. Malûm, bu şehir boyozuyla da ünlü. Dostlar Fırını bu lezzetli hamur işinin tadılacağı en iyi yerlerden biri. Çeşit o kadar bol ki burada. Ispanaklı, peynirli, çörek otlu, enginarlı, patlıcanlı, mercimekli, tahinli... Yok yok... Ballı Kocaman boyozun geliri Koruncuk Vakfına gidiyormuş. Bu da hoşuma giden bir ayrıntı.

    Dostlar Fırını her daim kalabalık. Özellikle sabah saatlerinde önünde uzun bir kuyruk oluyor. Sıraya bakıp içeride yer olmadığını düşünmeyin. Boyozlarını alıp giden İzmirliler çoğunlukta. Biz misafiriz, uzun uzun oturup yemeye vaktimiz var. Üst kata çıkıyoruz. Dekorasyon da çok keyifli. 33 yıl önce hizmete giren fırın yenilenmiş, şık bir kafeye dönüşmüş. Zamanında hamur açılan tezgâhlar masa olmuş. Duvarlara eski ustaların fotoğrafları asılmış.

    Eşim "Börek işte" deyip geçse de boyoz bende farklı:) Bir sonraki gün de yine benim isteğimle kahvaltımızı burada yaptık. Denediğim birkaç çeşit içinde en çok enginarlıyı ve tahinliyi beğendim.

    Dostlar Fırını otelimize yakındı. Dediğim gibi Alsancak'tayız. Kahvaltımızı yaptıktan sonra kısa bir yürüyüşle Kordon'a çıktık, günün ilk kahvesini içtik. Ardından Atatürk Evi Müzesi'ni ziyaret ettik.

    1.Kordon üzerindeki Atatürk Müzesi binası, 1922'de İzmir'e giren Türk ordusunun karargâhı olarak kullanılması açısından önemli. Bu tarihlerden birkaç ay sonra düzenlenen İzmir İktisat Kongresi sırasında Atatürk'ün şahsi çalışmalarını burada yürütmesi ve 1930-1934 yılları arasında şehre her geldiğinde bu evde kalması da müzeye önem kazandıran diğer ayrıntılar.

    Bu müzeyi daha önce 2006 yılında ziyaret etmiştim. Şimdiki hali eskisine göre çok daha özenli. Sevindim.

    Atatürk Evi Müzesi'nden çıktıktan sonra ufak bir yürüyüşle Arkas Sanat Merkezi'ne ulaştık. İzmir'e geldiğimde uğramayı planladığım mekânlardan biriydi. Her ülkede sanatın koruyuculuğunu üstlenen, sanat eserlerini izleyicilerle buluşturan aileler, şirketler vardır. 
Arkas Holding de bunlardan biri. Fransız Fahri Konsolosluk binasının denize bakan bölümü kiralanmış, restore edilmiş ve sanat merkezi olarak kullanılmaya başlamış.



    Arkas Sanat Merkezi'nde şu sıralar Temmuz ayına kadar sürecek olan "Arkas Koleksiyonu'nda Post-Empresyonizm" başlıklı bir sergi var. Bu sergi birkaç ay önce İstanbul'da Tophane-i Amire'deydi. Gitmiştim, görmüştüm. Ancak eserler öyle kıymetli ki ve İzmir Kordon'daki bu tarihi binaya öyle yakışmışlar ki tekrar keyifle gezdim. Binanın kendisi de görülesi olunca burada epeyi bir vakit geçirdik.



    Arkas Sanat Merkezi binası 1825-1835 yılları arasında inşa edilmiş. Malzemesinin taş olması sebebiyle 1922'deki büyük yangından kurtulabilmiş. Bugün İzmir'de kesinlikle görmemiz gereken şık mekânlardan biri durumunda. Bir de Bornova'da Arkas Deniz Müzesi olduğunu biliyorum fakat ne yazık ki onu gezmek için vakit ayıramadık. Bornova'ya yolu düşeceklere benden hatırlatma olsun.

    Müze ziyaretlerimizin ardından, İzmir'e gelmeden önce muhakkak uğramayı kafama koyduğum Sevinç Pastanesi'ne uzandık. Zaten Alsancak'ta, Kordon'da bulunduğumuz noktaya uzak olmayan bir mesafedeydi. Çevremizi izleyerek, alışverişe çıkmış kalabalığa karışarak, mağazalara girip çıkarak ulaştık pastaneye. Lezzetli birer pastayı hak etmiştik.

    Sevinç Pastanesi, İzmir'in en eskilerinden biri. Neredeyse her ünlü pastacının hikâyesinde olduğu gibi, Karadeniz'in karşı kıyısına gidip öğrenilen zanaat söz konusu. Rize'den Kırım'a giden Pelit Ailesi'nin, döndükten sonra 1957'de açtıkları bir yer Sevinç Pastanesi. O tarihten beri İzmir'in simgelerinden olagelmiş. Buluşmak isteyen İzmirliler halâ bu mekânın önü için randevu verirlermiş. Bir zamanlar İzmir Fuarı'na gelen ünlüler ve kent sosyetesi için vazgeçilmez bir yermiş burası. Menü katalogunda o günleri yansıtan Ajda Pekkan'lı bir fotoğrafın olması hoş bir ayrıntıydı. Ben anı yazılarından, romanlardan biliyordum Sevinç'i. İzmir'e gittiğimde uğramak istedim. Kalabalıktı. Müdavim oldukları garsonlarla muhabbetlerinden belli olan müşterilerin yanı sıra bizim gibi yerli turistler de çoğunluktaydı. Menü şahaneydi. Pastaların, kurabiyelerin arasından hangisini seçeceğimize karar verirken zorlandık. Çilekli milföyde karar kıldık. Lezzetliydi.

   Bu satırları yazmadan önce Ekşi Sözlük'e girip Sevinç Pastanesi hakkında neler yazılmış bakmak istedim. Hatırı sayılır fazlalıkta kişi orta yaşlıların mekânı olduğunu söylemiş. Ben en azından o gün , o saatte böyle bir durum gözlemlemedim. Her yaştan müşterisi vardı. Hattâ orada oturduğumuz süre içinde gelip giden pek çok çocuk olduğunu, personelle tanışıklıklarını gördüm. "Ooo! Hoş geldin" diye karşılananlar, sarmaş dolaş olunanlar vardı. Çok hoşuma gitti. Yine Ekşi'de "Garsonlar suratsız" diyen olmuş. Hayır! Personel son derece sıcak ve ilgiliydi. Tabii ki ürünlerin bir şeye benzemediği de söylenmiş. Vallahi benim yediğim pasta şahaneydi. Bizim insanımız karalamayı niye bu kadar seviyor anlayamıyorum. Olumsuzluktan beslenenlerin çokluğuna da inanamıyorum. Neyse... Ben sevdim. İzmirli olsaydım, Sevinç'te sık sık pasta-çay keyfi yapardım. Bir de İzmir'in meşhur bombası var, yiyeni çok gördüm ama o an tercih etmedim. 
Belki de Sevinç'ten bol bol "bomba" alırdım :)

    Enerji yüklememezi yaptıktan sonra yine Kordon'a çıktık, yine bol bol yürüdük. Dario Moreno Sokağı'na ve buradaki Tarihi Asansör'e kıyıdan kıyıdan yayan gitmeyi tercih ettik. Yolumuz uzundu, çok da rüzgâr vardı ama umursamadık. Kâh hızlanarak kâh yavaşlayarak güzel İzmir saatlerinin keyfini çıkardık.

    Dario Moreno, Aydın'da doğan, İzmir'de büyüyen, Fransa başta olmak üzere tüm dünyaya kendini müziğiyle ve rol aldığı filmlerle tanıtan muazzam bir isim. Muazzam diyorum çünkü çok küçük yaşta babasız kalıp, bir süre yetimhanede büyüyüp, çeşitli işlerde çalışıp, o sırada gitar çalmayı ve Fransızca'yı kendi imkânlarıyla öğrenip dünyaya açılmak hiç kolay değil. Bizler TRT'li yıllardan Dario Moreno şarkılarına aşinayız. Bugün kendisini tanımayanlar için "Deniz ve mehtap sordular seni, neredesin?" demem yeterli olacaktır sanırım.



    50'li yıllarda Fransa'nın en ünlü sanatçılarından biri olma imkânına erişen, her zaman ve her yerde İzmirli olduğunu ısrarla belirten Moreno'nun bu şehirde bir süre oturduğu evin sokağı onun ismiyle taçlandırılmış. Çok sevdiği İzmir onu unutmamış. Eski Yahudi evlerinin bulunduğu sokak bugün sağlı sollu dizilmiş küçük kafelerle turistlerin gözdesi durumunda. Gittik, gördük, Dario'yu sevgiyle andık. Eve döndüğüm günden beri Spotify'dan ara ara "Dario Moreno'suz 40 Yıl" albümünü dinleyip duruyorum. Brigitte Bardot ile film çeviren, Ankara'da Orhan Veli ile aynı otel odasını paylaşan, Zeki Müren'le hiç geçinemediği söylenen Moreno'nun hareketli hayatı gerçekten bilmeye değer, takdire şayan. Huzur içinde uyusun.

    Kısacık ama keyifli Dario Moreno sokağının bitiminde İzmir'in simgelerinden biri olan 
Tarihi Asansör yer alıyor. Asansör için Instagram hesabımda şunları yazmıştım:
"Bir şehre tepeden bakmak... Her yerde, her dönemde keyifli. İzmir Karataş'ta tarihi asansör binası vardır. Aşağıdaki bir sokağı yukarıda bir başka sokağa bağlar. Şehrin gayrimüslim yerlisi Nesim Levi tarafından 1907 yılında yaptırılmıştır. Çünkü 155 merdiveni çıkmak yaşlılar ve çocuklar için zordur. Asansör günümüzde de Karataş sakinleri tarafından kullanılıyor tabii ama turistik amaca hizmeti ön planda. Bizim gibi İzmir'e gezmeye, görmeye gidenler asansörün ulaştığı yerde körfez manzarasının tadını çıkarıyorlar. Bir zamanların gayrimüslim vatandaşlarının miraslarından biri burası. İki sokağı birbirine bağladığı gibi geçmişle bugünü ve anlayışı engin gönülleri de birbirine bağlamaya devam ediyor."



    Asansörle ulaşılan noktadan İzmir manzarası şahane. Biraz daha fazla vakit geçirmek için rüzgâra aldırmadık, burada hizmet veren kafenin masalarından birine oturduk ve körfeze karşı kahvelerimizi içerek güneşi uğurladık.

    İzmir'deki ikinci günümüzün akşamı, eşimin asker arkadaşının ailesiyle beraber geçti. Yolumuz bu şehirden her geçtiğinde görüşmeye çalışırız. Askerlik gibi hayati bir deneyimin hayatımıza kattığı güzel insanlar onlar. Gecemiz sayelerinde daha da güzelleşti. Ertesi gün de beraber olmayı planlayarak ayrıldık.

    Şehirdeki üçüncü günümüzün akşamüzeri saatlerinde İstanbul'a dönecektik. Havaalanına geçmeden önceki vaktimizi değerlendirmek için erken saatlerde arkadaşlarımızla buluştuk. Benim isteğimle yine Dostlar Fırını'ndaki kahvaltının ardından Urla'ya doğru yola çıktık. Fakat Urla'nın keyfine varamadım. Rüzgâr şiddetini öyle bir arttırdı ki güneş ışıkları hiçbir şekilde ısıtmaya yetmiyordu, açık havada gezmek mümkün olmadı. Gel gör ki yelkenciler için durum şahaneydi tabii. Urla'da o gün onlarca yelkenlinin katıldığı bir etkinlik vardı. Rüzgârda uça uça açıldılar denize. Bir süre onları izleyip pazara yöneldik. Enginar mevsiminde Urla'da olmak bir şans:) Bilirsiniz, burada festivali bile yapılıyor. Enginarı çok severim, almadan dönemezdim.



    Pazardaki şu otlara ne dersiniz? Tembel Avrat Otu :) 12 çeşit otu üşenenler için doğrayıp hazır etmişler. Tabii ki aldım:) İstanbul'da güzel börek harcı oldu kendileri. Doğrayanların ellerine sağlık! 

    Daha İzmir'e gitmeden önce bir gün de Urla'ya geçeriz diye düşünerek ne hayaller kurmuştum. Fakat rüzgâr ve beraberindeki soğuk kafamı allak bullak etti. "Sen nereye istersen oraya gidelim" diyen arkadaşlarımın da desteği olmasına rağmen elimde olmadan saçmaladım ve Urla'da Necati Cumalı Anı ve Kültür Evi'ni görmeyi unuttum. Genelde bir şehrin sakinleri turist gibi her ayrıntıyı bilmezler. İstanbul'dan farklı bir yerde "Senin sayende ben de öğrenmiş oldum" diyen tanıdıklarım çok oldu. Dolayısıyla İzmirli arkadaşlarımız da bu evi bana hatırlatamadılar. Ben ise önceden planlarım dahiline almış olmama rağmen, unuttum! Oysaki görmeyi istiyordum. Bir an önce sıcak bir yere geçelim isteği kafamı karıştırdı. Neyse, bir başka zaman, hattâ yaz aylarından birinde yine yolumuzu o civarlara düşürmemize sebep olsun. Benden önce giden gören olursa benim için de gezsin, beni ansın:) 
    Necati Cumalı gibi Urla ile özdeşleşen birçok isim var aslında. Onlardan biri Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Yunan yazar ve şair Yorgo Seferis. Urla'da doğmuş ve 14 yaşına kadar burada yaşamış. Doğduğu ev bugün otel olarak kullanılıyor. Ve bir de Tanju Okan... Tire'de doğmasına rağmen kendisini Urlalı addeden, yıllarını burada geçiren, Kadınım isimli teknesiyle denize açılan, sahildeki bir kayanın üzerinde şarkılar söyleyen sanatçının ebedi istirahatgâhı da bu güzel Ege kasabasında. Yeri gelmişken, Tanju Okan'ın  Dario Moreno şarkılarını da seslendirdiğini hatırlatmak gerekir. Hatırlayanlar da olacaktır zaten.

    Sanatçının Tanju Okan Parkı'ndaki heykeline bir selam çakmadan dönmedim. Bir süre önce okuduğum habere göre bu park yenilenecekmiş, daha işlevsel hale getirilecekmiş. İyi olur. Aslında Urla'ya bir de Tanju Okan Müzesi çok yakışacaktır.

    Serin Urla rüzgârından kaçmak için arkadaşlarımız bizi daha korunaklı bir yere, Özbek Köyü'ne götürmek istediler. Daha önce görmediğim bir yer. Her zaman yeni yerler tanımaya hazırım.
    Özbek Köyü'nde aslında Özbekler değil Türkmenler yaşıyormuş. Köyün isminin neden bu olduğu konusunda kesin bir bilgi yokmuş zira tarihi belgeler yıllar önce hükümet konağında çıkan bir yangınla yok olmuş.
    Özbek köyü şirin, tipik bir Ege köyü. Kadın girişimcilerin fazlalığıyla tanınmış. Turistik bir hava kazanan köydeki işletmelerle, pazar yerindeki tezgâhların çoğu kadınlara ait. Biz burada 
Taş Kahve'nin sevimli ortamında sohbete oturduk. Türk kahvelerimizin acılığını ev yapımı tatlılarla yumuşattık. Taş Kahve'de bir de gürül gürül yanan bir soba görmez miyiz? Hemen yanındaki masaya kuruluverdik.

    Kahvelerimizi içtikten sonra köyde ufak bir yürüyüş yaparken Bulut Atölyesi'ne rastladık. Türgen Şevki Bulut'un el yapımı ahşap eşyalarla, minyatürlerle, deniz ve kara atıklarını güzelleştirerek dönüştürdüğü tüm objelerle dopdolu, rengârenk bir atölye burası. İsterseniz alışveriş yapın, isterseniz sadece sohbet edin ancak şu şirin merdivenlerde fotoğraf çektirmek amacındaysanız Şevki Bey'in sokak hayvanları için yaptığı yardımlara destek olmadan dönmeyin.


    Urla'dan sonra istikametimiz İnciraltı oldu. Burası Balçova'ya bağlıymış. Kısa bir süre içindeki izlenimlerime göre yemyeşil bir bölge burası. Güzel havalarda epeyi kalabalık oluyormuş.
Biz sahil kısmında vakit geçirdik. Sıra sıra dizilmiş balıkçı teknelerinden birinde balık-ekmek keyfi yaptık. Kadın arkadaşlarımızın elinden tertemiz, mis gibi balıklar yedik. Bunu şunun için söylüyorum. İzmir'de her alanda kadın çalışan varlığı kendini gösteriyor. Örneğin tramvay duraklarında kadın görevliler çoğunlukta. Tramvayı kullananı da var. Bu durum dikkatimi çekti ve memnun oldum.

    Çok kahve bende çarpıntı yapıyor ama sohbet sırasında kahve de iyi gidiyor:) Balıklarımızı yedikten sonra bir başka tekneye geçtik ve bir sağa bir sola yalpalanan ortamda dökmemeyi başararak kahvelerimizi yudumladık. Artık İstanbul'a dönüş saatimiz yaklaştığı için arkadaşlarımızla sohbetimiz iyice koyulaşmıştı.

    Vakit darlığından dolayı biz gezemedik ama İnciraltı'na yolunuz düşerse ve ilgiliyseniz aşağıdaki fotoğrafta uzaktan görünen savaş gemisini ve yanındaki denizaltını gezmenizi öneririm. Bunlar birer müze. Donanmamızda görev yapmış, hizmet süresini tamamlamış, bugün denizciliği anlatan gemiler. Birkaç sene önce İspanya Malaga'da mecburen demirlemiş Türk savaş gemisine rastlamıştık. Yanlış hatırlamıyorsam NATO göreviyle Kanada'ya giderken teknik bir sıkıntı yaşamışlardı ve düzelmesini bekliyorlardı. O sürede gemiyi ziyarete açmışlar. Ancak İspanyollar ve diğer turistler gemiye o kadar ilgi göstermişler ve hücum etmişler ki birkaç gün sonra ziyareti sonlandırmak zorunda kalmışlar. Her gün plaja gidip gelirken önünden geçiyorduk, askerlerimizle selamlaşıyorduk. Bizi gemiye davet ettiler, gezdirdiler. Müthiş bir deneyimdi. Yabancıların askerlerimize ilgisi de görülmeye değerdi doğrusu. İzmir'deki savaş gemisini görünce aklımıza Malaga'daki anımız geldi. Bu gemiyi de gezmek isterdik. Ancak dediğim gibi vakit elvermedi. 
Bir başka sefere diyelim.


    İzmir'e bu ziyaretimiz böyle geçti. Daha önce gördüğümüz yerlerden Kadifekale'ye çıkmadık, Agora ören yerine ve Arkeoloji Müzesi'ne uğramadık. Yine aynı şekilde daha önce gördüğümüz Karşıyaka'ya geçmedik. Ha vakit olsaydı yine giderdik. Kültürpark'ı da listeme yazmıştım ama ona bile fırsat bulamadık. Çok koşturmalı değil, sakin bir İzmir, hattâ Kordon gezisini planlamıştık.
Kordon'a çıkan caddeler
    Kordon Boyu renkli, cıvıl cıvıl, gençleriyle havalı. Özellikle bu bölge hep Selanik'e benzetilir ya? Bence bizim kordon Selanik'tekine fark atar:) Bir zamanlar, Özal döneminde bu hattın otoyol yapılmak istenmesine inanamıyorum. Buna karşı çıkarak hukuk ve çevre mücadelesi veren herkesi; bugün İzmirlilerin keyifle gezdiği, sosyalleştiği, yeşilin ve mavinin tadını çıkardığı bir yer haline getiren rahmetli belediye başkanı Ahmet Priştina'yı takdirle anmak gerek. Şehirciliği betondan ibaret görmemek gerek. İnsanların sosyal ve duygusal ihtiyaçlarını göz ardı etmemek gerek.

    Kordon'da mutlu mesut gezerken, Gündoğdu Meydanı'ndaki Cumhuriyet Ağacı heykelinin önünde fotoğraf çektirmek istedik. Üç kişilik liseli grubu durdurduk, rica ettik. Fotoğrafımızı çektiler, ufak bir de sohbet ettik. İstanbul'dan geldiğimizi öğrenince bir tanesi "Biz de keşke orada yaşasak, burası köy gibi" demez mi? Önce bir kalakaldık. Sonra "Yapmayın, etmeyin, şehrinizin kıymetini bilin arkadaşlar" dedik:) İstanbul güzel ama bir savaş meydanı gibi. Herkesin burnundan soluduğu, kavganın eksik olmadığı bir yer haline geldi. Ne yazık ki saygı, sevgi azaldı. İzmir'in her yeri aynı değildir muhakkak. Ama özellikle bu sefer çok nazik insanlarla karşılaştık. Kahve içtiğimiz ya da yemek yediğimiz mekânlarda yan masadan kalkıp giderken "afiyet olsun" diyenler çoktu. İstanbul'da bu nadirdir. Bir başka örnek, boyoz yediğimiz fırında kasada uzun bir kuyruk vardı. En öndeki kız "En iyi kumruyu nerede yerim?" diye sordu ve kasadaki bey anlatmaya başladı, uzun uzun da anlattı. Arkada hiç kimse "Haydi, sizi mi bekleyeceğiz?" diye bağırmadı. Yine markette aynı şekilde bir sıra durumunda herkes sakindi. İstanbul'da bu da az yaşanır bir durum. Kısacası, gençlerin macera isteklerini, dışarıya açılma heveslerini anlıyorum ama bunu İzmir'i köy gibi görerek dillendirmemek daha normal bir durum olur sanırım. Böyle köye can kurban:)

    İzmir'de yapacak çok şey var, görecek çok yer var, tarihinde okunacak çok bilgi var. Ben bu baharda kısacık bir seyahatin bana göre İzmir'inden bahsettim. Herkesin İzmir'i kendine :) 
Hatam varsa İzmirli dostlar hoş görsün. Zira çok İzmirli arkadaşımız var. Eksiğim varsa da tamamlasınlar:) Tekrar görüşene kadar hoşçakal güzel İzmir...







SEVDİĞİM ŞEYLER...

$
0
0
    Seyrettiğim filmlerle ya da dizilerle okuduğum kitaplar arasında bağlantı bulduğumda, 
bu sebeple yeni şeyler öğrendiğimde mutlu oluyorum. Bunu en son Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan'ı okurken yaşadım. Kitabın bir bölümünde rastladığım satırlar beni en sevdiğim filmlere götürdü. "Filmler" diyorum çünkü bu bir üçleme. Richard Linklater'ın aynı oyuncuları kullanarak 9'ar yıl arayla çektiği Before Sunrise, Before Sunset ve Before Midnight, tartışmasız 
en sevdiğim filmler. Defalarca izleyebilirim. 

  Hatırı sayılır derecede hayranı olan bu üçlemeyi henüz seyretmemiş olanlar da vardır muhakkak. Onlar için bu filmlerde Ethan Hawke ve Julie Delpy'nin rol aldığını; gerçek zamanlamayla 9'ar yıl arayla çekildiğini; böylece Celine ve Jesse'nin 20'li 30'lu 40'lı yaşlarına hem fiziksel hem duygusal olarak tanık olduğumuzu; ilk filmin Viyana'da, ikincisinin Paris'te, üçüncüsünün Yunanistan'da çekildiğini; bu mekânların şahane görüntülerini izlediğimizi; diyaloglar üzerine kurulu bir film olduğunu ve seyirciye aşkı, hayatı, gençliği, yaş almayı sorgulattığını söyleyebilirim. İlk filmin sonunda birbirlerinden ayrılan genç Celine ve Jesse 9 yıl sonra Paris'te karşılaşırlar, bir 9 yıl sonra tekrar Yunanistan'da görürüz onları. Eğer filmleri vizyona girdikleri seneler olan 1995, 2004 ve 2013 yıllarında seyrettiysek zaman onlar için akarken bizim için de aynı şey yaşanmıştır. Oyuncuların yüzüne eklenen çizgiler etkiler bizi. Tüm bu nedenlerden çok ama çok farklı bir seridir, Linklater'ı yürekten alkışlamak gerekir. 
(Boyhood'da da benzer bir şey yapmıştır. Bu filmle ilgili bir başka yazımın linkini aşağıda paylaşacağım.)
    

    Nazlı Gürkaş'ın yazdığı Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan'da, serinin üçüncü filmi 
Before Midnight'ın çekildiği evi anlatan satırlara rastladım. Bir dönem Selanik'te Türkçe öğretmenliği yapan Nazlı Gürkaş, bu ülkede bulunduğu süre içinde pek çok yeri gezmiş ve bu seyahatlerini  kitaplaştırmış. Yunanistan'ı tanımak konusunda her açıdan zengin, şahane bir rehber çıkarmış ortaya.
Görsel: Instagram - #sezerinkitapları

    Nazlı Gürkaş'ın Yunanistan'da gördüğü onlarca yerden biri Mora Yarımadası'ndaki Kardamili. Taygetos Dağı eteklerine kurulmuş, güzel plajlara sahip Kardamili, Before Midnight'ın çekildiği yer. Filmi seyredenler Celine ve Jesse'nin mavi-beyaz sokaklarda dolaşarak yaptığı konuşmaları, arkadaşlarıyla yemekler yedikleri o güzel Yunan evini hatırlayacaklardır. İşte o evi bulmuş 
Nazlı Gürkaş. Hem filmden bahsetmiş hem de filmin çekildiği evin sahibinden. Hoş bir süpriz, Kardamili'deki bu evin sahibi Britanya'nın gelmiş geçmiş en iyi seyahat yazarı sayılan 
Patrick Leigh Fermor imiş. Ne yazık ki eserleri Türkçe'ye çevrilmediği için aşina olmadığımız bir yazar. Oysa kendisi modern seyahat yazınına standart getiren isimmiş. 


    Seyahat yazılarını, kitaplarını çok seven ve okuyan biri olarak Fermor'un ismini yeni öğrendiğime üzüldüm doğrusu. Fakat neyse ki öğrenmek için hiçbir zaman geç değil. 1933 yılında, 18 yaşındayken Avrupa'yı yürüyerek gezmek için yanına sadece birkaç kitap alarak yola çıkan bu seyahat tutkununu tanımama sebep olan bir başka gezgine, genç bir Türk kadınına, Nazlı Gürkaş'a selam olsun. Yine kendisinin satırlarından öğrendim ki Kazancakis, Zorba karakterine ilham veren kişiyle yine Kardamili'de tanışmış, hâttâ Zorba'yı burada yazmış. 
Bu ayrıca bir konu. Oysaki ben Before Midnight'ı taşımıştım yazıma. O halde yazarın söz konusu evi anlattığı satırların bir bölümüyle sonlandırayım:

     "... Biz de tam olarak bu evin önündeyiz. Mavi ahşap kepenkli taş ev bakımlı ancak ziyarete açık değil. Çitleri çok alçak olmasa da azmimiz sınır tanımıyor ve evin bahçesine atlıyoruz. Pencerelerinden içeri baktığımızda evin oldukça bakımlı ve düzenli olduğunu fark ediyoruz. Burası o kadar aydınlık ve ferah ki... Bu güzel ortamda yazarın daktilo tuşlarına basarken yarattığı melodiyi duyar gibi oluyorum. Bahçesindeki yaşlı zeytinlerin her biri Fermor'un başka bir hikâyesini fısıldıyor kulağıma. Parmak uçlarım yaseminlerden alıyor havadisleri, sırtımı zeytin ağaçlarına dayayıp yazarın dünyasına dalıyorum.
    Ancak bahçenin önündeki manzara hayallerimin de ötesine geçiyor. Taşlık bir patikadan ıssız bir plaja iniliyor. O kadar nefes kesici bir manzara var ki burada... Suyun dibindeki çakıllar uzaktan bile seçilebiliyor. Adeta özel bir Akdeniz havuzu burası!
    İyi ki bu kadar uğraşıp bulmuşuz bu evi diyoruz birbirimize. Bir kitap kurdu için sevdiği yazarın dünyasına fiziksel yakınlık duymak ne kadar doğal bir şeymiş, bir kez daha anlıyorum. Fermor'un muhteşem seyahâtnamelerinin bir gün Türkçe'de de yayınlanmasının hayalini kurarak ayrılıyorum buradan. 
    Kardamili'den mutluluktan afallamış şekilde ayrılıyoruz. Fermor'un şu satırlarında bahsettiği gibi:
    'Ne kadar süreceğini hesaplamadan yaşa,
     ve öl zamanını bilmeden,
     git, neresi olduğuna önem vermeden'   "




     İlgili Yazı: Boyhood






 

D&R MAĞAZALARI / CAN YAYINLARI KAMPANYASI ALIŞVERİŞİM...

$
0
0
   Okuma meraklıları bugünlerde D&R mağazalarının 7 liralık Can Yayınları kampanyasından bahsedip kitaplarını paylaşıyorlar. Ben de 3 mağazadan satın aldığım 8 kitaptan bahsedeyim mi? Zira böylesi paylaşımlar faydalı oluyor, fikir veriyor. 


    ISABEL ALLENDE - YÜREĞİMDEKİ ÜLKEM
    Romanlarının çok sevildiğini bilmeme rağmen, hiç İsabel Allende okuma fırsatı bulamadım desem? Nedense kendisine sıra gelmedi. Bu kitap onu tanımak yolunda ilk adım olacak diye düşünüyorum. Çünkü bu, yazara ait bir anı kitabı ve arka kapakta yazdığına göre romanlarının ilk tohumlarının nerede filizlendiğini, yazarlık serüveninin nasıl başlayıp geliştiğini anlatıyor. Güzel!

    NICCOLO AMMANITI - EĞLENCE BAŞLASIN
    Daha önceki yazılarımda İstanbul Film Festivali'nde seyrettiğim Loro'da Berlusconi'nin bu yazardan bahsettiğine, Ammaniti'nin romanlarının yönetmenlerin ilgisini fazlaca çektiğine, yazarın "Sen ve Ben" isimli romanını okuduğuma ve diğer romanlarını da okuyabileceğime değinmiştim. O yüzden Eğlence Başlasın'ı görünce alıverdim.

    JOHN BADHAM/CRAIG MODDERNO - ARTİSTLİK YAPMA
    Sinema dünyası her zaman ilgimi çekmiştir. Sadece izlemeyi değil, çekimlerin arka planını, filmlere dair hikâyeleri de severim. Bu kitap yönetmenlerle oyuncular arasındaki yaratıcı mücadeleleri anlatıyor. Yazarları yönetmen ve yapımcı olduğu için ilk ağızdan dinlemek keyifli olacaktır diye düşünüyorum. Bilindik yönetmen ve oyuncularla yapılan röportajlarla beslenmiş ilgi çekici bir çalışma. Oğlum da sinema okuduğu için, halihazırda bir film setinde çalışmakta olduğu için  kitabı okuma konusunda ayrıca heveslendim. Okuyunca ona anlatacaklarım olacak, sohbetlerimiz şenlenecek :)



    MURAT GÜLSOY - ÖYLE GÜZEL BİR YER Kİ
    Murat Gülsoy muhakkak okuduğum bir yazar. Bu romanı ilk çıktığı sene kitap fuarından almıştım, parasını ödeyip tezgâhta unutup gitmiştim :) Eve gelince fark ettiğim zaman çok üzülmüştüm tabii. Bu şekilde okumak kısmet olacakmış.

    YORGO SEFERİS - BİR ŞAİRİN GÜNLÜĞÜ
    İzmirli Yunan şairi tanırız. Kimi zaman ondan dizeler paylaşırız, sıkça paylaşıldığını görürüz. 1945-1951 yılları arasında tutmuş olduğu notlardan oluşuyor bu kitap. Okuyacağım için mutluyum.

    EMİNE UŞAKLIGİL - ŞİMDİLİK BU KADAR
    Çifte biyografi. Gazeteci Emine Uşaklıgil ve oyuncu Serra Yılmaz, dostlukları olan bu iki kadın, hayatlarını anlatıyorlar. Biyografilere meraklıyım, seveceğime eminim.



    HENDRIK GROEN - 83 1/4 YAŞINDAKİ HENDRIK GROEN'İN GİZLİ GÜNCESİ
    Bir yerlerden kulağıma çalınmış bir kitap. Görünce kayıtsız kalamadım. Yaşlılığa üzücü değil, eğlenceli bir bakış açısıyla yaklaştığı söylendiği için ilgimi çekti. Umarım pişman olmam:)

    DOĞU YÜCEL - KİMDİR BU MİTAT KARAMAN?
    Doğu Yücel'i kitap fuarında birkaç yazarın katıldığı bir panelde dinlemiştim. Daha önce bahsettiğim İlk Sayfası isimli podcast serisinde de konuklardan biri yine kendisiydi. Hâttâ orada Mitat Karaman'dan bahsetmişti. Bazen Twitter'da da rastlıyorum Doğu Yücel'e. Böyle sık karşıma çıkınca bir romanını denemek istedim. Mitat Karaman bir anti-kahraman. Yeni nesil polisiye diyor arka kapakta. Bakalım sevecek miyim?

    İşte böyle. Herkesin zevki farklıdır ama bence güzel kitaplar aldım. AVM ve D&R işi oldu fakat kampanyaya kayıtsız kalmak da imkânsızdı. Zorlu, Marmara Park ve Aqua Florya mağazalarından yaptım alışverişleri. Bazı kitaplar ortak oluyor tabii ama her kitabı her mağazada bulamayabiliyorsun. Alışverişe çıkacaklar için küçük bir anımsatma olsun. Ben artık alışverişi burada kesmek istiyorum:) Önce okunacaklarımı tamamlayayım devamı gelecektir nasıl olsa. 
Bu devirde kampanyalar bitmez!



 

BUGÜNLERDE...

$
0
0
    Hevesli ol ya da olma yapman gereken şeyler, planlaman gereken işler, vermen gereken kararlar, atman gereken adımlar oluyor. İstiyor ol ya da olma bunlar için tarihler belirlemen gerekiyor. Kimi için kesin tarih şart değil. Ancak aşağı yukarı bir zaman biçiyorsun. Sonrasını akışa bırakıyorsun. Tıpkı bu yaz için benim yaptığım gibi... Oğlumun olması gereken bir ameliyat var. Haziran ayında tatile geldiğinde halletmeyi kafaya koymuştuk. Pek ufak bir şey değil. 
Ve yapılması şart. Sene başından beri kendimi buna alıştırmaya çalıştığım için şimdi daha rahat konuşabiliyorum. Daha önce bir parça bahsetmiştim. Sıkıntısı idrar yollarında. Kesin iyileştiğine inandığımız bir ameliyattan sonra tekrar etmesi bizi şok etmişti. Yine aynı şeyleri yaşayacağız ama inşallah bu sefer tekrarlamayacak. Çünkü öyle bir istatistik yok ve bu beni rahatlatıyor. Ancak yazın olmasını düşündüğümüz ameliyat işini biraz erteledik. Orhun haziran ve temmuz ayları boyunca Tallinn'de kaldı. Henüz dün eve geldi. Çünkü ona sıkıntısını unutturan sürpriz bir staj ve iş imkânı buldu. Christopher Nolan'ın yeni filminin Tallinn'deki setinde çalıştı. 
Christopher Nolan! Filmlerini o kadar beğenirim ki! Inception, Interstellar, Dunkirk, The Prestige, Memento vs. Duyduğumda inanamadım, çok sevindim. Orhun da mutlu oldu tabii. Birkaç ülkede çekilecek yeni filmin Estonya ayağında beraber çalıştıkları yapım şirketi, Tallinn Üniversitesi BFM öğrencilerine böyle bir fırsat sunmak istemiş. Normalde okulda staj zorunluluğu yok. Ama çok iyi olmuş, pek güzel olmuş. Öğrenciler 3 hafta staj yaptılar. Çekim günleri 8 saat çalışma zorunluluğunun ardından isteyenin çıkabileceği söylenmiş. Fakat hepsi o kadar hevesli ve meraklıymış ki bir tek kişi bile iş tamamen bitmeden setten ayrılmamış. 15-16 saat çalışmışlar. Amerikalı yapım şirketi çok memnun olmuş tabii. "Sizin sayenizde rahat ettik, Amerika'da bu şekilde çalışma göremezsin" vs. diyerek iyice bir gaz vermişler bunlara:) Ve en önemlisi isteyenlerin devam edebileceğini, bu sefer ücretli çalışılacağını söylemişler. Orhun iyice mest. Tallinn'deki günübirlik vestiyerlik işlerinden sonra ilk profesyonel çalışmasını kendi alanında ve çok sevdiği bir yönetmenle yapma fırsatı... 
    Bu kez daha deneyimli olduğu için takım lideri yapıldı ve gık demeden günde 15-16 saat güneşin altında çalıştı. Elleri, yüzü kapkara olmuş. Bunları tabii ki sevinerek söylüyorum. Herkes hayata atılma zamanları yaklaştıkça çocuğunun tembel olup olmadığı konusunda endişe duyar. Ayrımcılık gibi algılanmasın, asla o kafada değilim, kadınlar çok çok daha başarılı olsun ama özellikle oğlun varsa bunu daha sık yaşıyorsun. Çünkü kadınların örneğin doğum yapıp çalışmaya ara vermesi doğal bir hak. Baba ise, zaman değişiyor olsa da halâ ailenin maddi refahı için çabalaması beklenen ilk kişi. Dolayısıyla Orhun'un çalışma gayreti bizi mutlu etti. Yalnız burada kritik bir nokta var. Sevdiği işi yapıyordu. O yüzden yorgunluk ona ağır gelmedi. Evde el bebek gül bebek bakılırken, kafasına göre saatlerde uyuyup uyanırken, sete gitmek için sabaha karşı kalkıp yollara düştü. Ve çalışma günlerinin bir kısmında sağlık problemi arttı, rahatsız etti. Bana da her gün "Nasılsın?" diye sormak, meraktan günü nasıl bitireceğini bilememek düştü. Sette olduğu saatlerde internete girmediğini düşününce, benim için çok zor zamanlardı. Temmuz ayı, planlarımdan bambaşka bir halde yaşandı. Enteresandı. Ne hissedeceğimi bilemiyorum. Anlatması zor. 5 yıldır süren bu sağlık durumları hayata bambaşka bir pencereden bakmayı öğretti bana. Evliya gibi bir şey oldum:) Temmuzda bir de eşim iş için Madagaskar'a gitmek zorunda kaldı. 4 gün sürmesi düşünülen iş, elde olmayan sebeplerle 2 haftaya çıktı. Madagaskar deyince aklınıza turkuaz rengi sahiller geliyor olabilir ama durum öyle değil. Şehir merkezinde, denize oldukça uzak bir noktada havaalanında çalışmaktan bahsediyorum. Ülke fakir, geceleri çıkmayın denecek kadar tehlikeye açık. Kaldıkları otel iyi ama genelde ülke hijyen konusunda kafa karıştırıcı vs. Ve evet, oralarda çalışmak için aşıları var :) Bugün gelecek, öbür gün gelecek derken 2 hafta geçti. İşi tamamlayıp geldiler ama birkaç gün sonra yine orada halledilemeyen gereksiz bir sorun yüzünden tekrar gitti. Deli oldum. Bu kez neyse ki yolda geçen zamanla birlikte 4 günde dönebildi. Bir yandan Orhun'un sağlığını uzaktan takipteyken; bir yandan eşime elini şöyle yıka, sinek ilacını şöyle kullan, şunu yeme vs. şeklinde mesajlar atmakla ve sağ salim dönmeleri için dua etmekle meşgûldum. Dediğim gibi enteresan bir temmuzdu. Bu günleri güzel bir tatille atlatmak gerekir ama henüz o havaya giremedik. Öyle bir bezginlik. Fakat şimdi iyiyim. Bir sonraki meşguliyetlere kadar ikisi de yanımda:) 
    Konudan konuya atladım ama arada söylemek istediğim şuydu: Sevdiğin işi yapmak önemli. Her ailenin farklı yapısı vardır fakat yine de benden daha genç olan annelere, babalara çocuklarından bu konuda desteği esirgememelerini tavsiye ederim. Onlar mutlu olunca siz de olacaksınız nasıl olsa. Bu sene çevremde o kadar çok 8.sınıf annesi vardı ki lise giriş sınavının onları fazlasıyla gerdiğini gözlemledim. Su akacak yolunu bulacak arkadaşlar.  Hangi okula giderlerse gitsinler yolları açık olsun. Neyin iyi gelip neyin gelmeyeceğini şimdiden bilemezsiniz. Orhun'un okulu için "Niye Tallinn'i seçtiniz ki? Nerede o şehir?" diyenler oldu, oluyor. Bu durumlarda içimden "Okul için bizi sorgulayacağına, coğrafya bilginin niye bu kadar yetersiz olduğunu sorgula" demek gelse de sabırla anlatıyorum:) İyi ki seçtik. Hem Orhun'a iyi geldi, 
hem de henüz yolun başındayken büyük bütçeli önemli bir filmin setinde çalışma imkânı buldu, birebir deneyimledi. Yani hakikaten elinizden geleni yapıp gerisini zamana bırakın. Sistemin moralinizi bozmasına izin vermeyin. 
    İşte böyle... Christopher Nolan'ın yeni filmi "Tenet" 2020'de sinemalarda:) 
Ekibin Tallinn'deki işi bitti, yeni çekim alanı İtalya'ya geçtiler bile. Instagram'dan takip ediyorum. Tabii ki şu aşamada fazla bilgi paylaşımı yok ama ne kadar dikkat edilirse edilsin fırsat bulup fotoğraf çeken hayranlardan kaçış olmuyor, arada bazı görüntüler sızıyor. Orhun bu konuda aşırı dikkatli. Tallinn'deki işleri bittiği için yazabiliyorum yoksa bana asla izin vermiyordu :) "Oğlum basında, sosyal medyada haberler var zaten" diyorum, "Olsun sen yazma" diyordu. Koştura koştura yazacağımdan değil de onu konuşturmak hoşuma gidiyordu. "Setten hatıra fotoğraf çektirsene" diyorum "Yasak" diyor. "Sözleşme imzaladım ben" diyor:) Çocukluğundan beri kurallardan nefret etmiştir. Ama aklına, mantığına yatan kurallara da asker disipliniyle uyar. Enteresan bir karışım. Bir de saygı duyması önemlidir. Orada yapılan işin büyüklüğünü, harcanan emeği gördü. Nolan'a zaten büyük saygı duyuyor ve çalışmasına tanık olmak fikrini değiştirmedi, tam tersine geliştirdi. O yüzden asla filme zarar verecek bir şey yapmak istemez. Fakat gerçekten bunlar önemli işler. Zaten biliyoruz, tahmin ediyoruz ama Orhun'un anlattığı kadarıyla bile tekrar gördüm ki sanat üretiminde büyük bir emek var. Özensiz yapılan işleri, bir anda gelen şöhretleri eleştirmemiz bu yüzden. 
    Sever misiniz, sevmez misiniz bilmem ama Tenet'in başrollerinden birinde Robert Pattinson var. Diğer oyuncu da John David Washington. Washington'ı pek tanımıyorum açıkçası fakat gençler biliyorlar. Eski Amerikan futbolu oyuncusuymuş. Pattinson ise meşhur vampirimiz. Orhun Alacakaranlık serisini hiç sevmez, Pattinson'u umursamamış. Hatta takımındaki bir kızla konuşurken Alacakaranlık'ı eleştirmiş ve hayran kızdan azarı işitmiş:) Haydi set ortamında rahatsız etmemek için asla fotoğraf istemez ama "Çalışma sonundaki partide bari ilk işinden hatıra olsun diye fotoğraf çektirseydin" diyorum. "Ne gerek var Allah aşkına" diye kızıyor. Yalnız adamın hakkını vermeyi de ihmâl etmedi. Kızların zaten Pattinson'u rahat bırakmadıklarını söylüyor. Herkese kibar davrandığını, konuşmak isteyenleri reddetmediğini görmüş ve iyi bir insan olduğunu düşünüyor. Çalışma boyunca John David Washington'la ve Kennet Branagh ile epeyi muhabbeti olmuş ancak fotoğraf çektirmek gibi bir huyu yoktur. Takdir ediyorum. Partide yönetmen yokmuş bu arada. Onunla isteyebilirdi. "O başka" diyor:) 
    Güzel bir heyecan oldu bizim için. En başta sihirli görünen bu olaylar, günler ilerledikçe sıradan bir hale dönüşmeye başladı. Hep öyle olmaz mı zaten? Ama benim sorularım halâ bitmiyor:) O da ısrarla kendi belirlediği kadarını anlatıyor. Senaryoyu da görmüş. Asla söylemez. "Seyredince görürsün" diyor. Normalde de bir diziyi benden önce bitirdiyse ipucu vermez. Ben de tercih etmem ama özel bir şeyi sorarım mesela, kesinlikle açık etmez:) İnşallah kariyerinde, çalışma hayatında şansı hep yaver gitsin. Hepimizin çocuğu gibi... Hepsinin yolu açık olsun. Orhun'un bu kadar sıkıntıdayken bunu atlatması bizim için çok önemli. Gençliğinin başında, sağlığıyla uğraşırken çok şey başardı ve iyiyi hak ediyor. Kendi bazen inanmayıp hafif depresif durumlara girse de biz ona hep ne kadar güçlü durduğunu hatırlatıyoruz. Şimdi okulu bitirmek için tek bir dersi kaldı ve bir de tamamlaması gereken tezi var. Çoğu bitti azı kaldı. Önümüzdeki yıl iki dönem devamlı okulda olmayacak yani. Bir süre İstanbul'da. O arada inşallah uygun bir zamanda karar vereceğiz, doktora danışacağız, sağlığına kavuşacak. Ondan sonra yoluna devam edecek. Dediğim gibi hepsinin yolu açık olsun. Bizler de sevgiyle desteklemeye devam edelim.





    

    

THASSOS... HALKİDİKİ... MASMAVİ BİR HAFTA SONU...

$
0
0
    Annem schengen vizesini Yunanistan'dan almamış olsa, o ülkeden aldığı için en azından bir kere giriş-çıkış yapmak durumunda kalmasa bu yaz halâ denize gireceğim yoktu. Bu sayede bir önceki paylaşımda bahsettiğim karmaşık Temmuz ayının son günlerine minik bir Thassos-Halkidiki seyahati sığmış oldu. Biraz bu seyahatten bahsetmek isterim. Önümüz bayram ve çok sayıda turistin komşuya akacağına eminim. Yolu düşen herkese özellikle kara yolu sınırında kolaylıklar diliyorum:)
     Instagram'ın cilvesi olsa gerek annemin hayallerini bir süredir Thassos'un denizi süslüyordu. Aslında başka bir ülkeye seyahat için Yunanistan'dan aldığı schengen vizesi, Türk turistlerin çok sevdiği bu adayı görmek için bahane oldu. Bir hafta sonu süresine denk gelen geziyi yine kendisinin sponsorluğunda gerçekleştireceğimiz için uygun fiyatlı bir tur seçtim. Çünkü annem yaşı ve huyu dolayısıyla bilhassa başka ülkede yürümek için, toplu taşıma araçlarını kullanmak için, keşfetmek ve denemek, yanılmak için gerekli enerjiye sahip değil. Thassos ve Halkidiki plajlarına ulaşım da çok kolay değil, en iyisi tur dahilinde ilerlemekti. Tadımlık bir gezi oldu. Beğenirsek, bir başka zaman daha uzun süreli kalmak için ön araştırma olur gibi düşündük. Düştük yollara.
    Gece 03.00 gibi Türkiye-Yunanistan sınırındaydık. Gidişte pek beklemedik çünkü kalabalık değildi. 50 lira olmadan önceki son 15 liralık yurt dışı çıkış harcı pullarımızı aldık. 15'ten 50'ye mükemmel bir sıçrayış... Herkes "Pullardan fazla fazla alıp sonra kullansak olur mu?" diye sordu ama o güzel zammı düşünenler bunu da düşünmüşlerdir. Olmuyor tabii ki:) 
    İlk günün deniz sefası Halkidiki'deydi. Selanik'e yakın olduğu için önce bu şehre girildi ve Atatürk'ün doğduğu ev ziyaret edildi. Ben daha önce birkaç kere gittiğim için bu kez içine girmedim. Bahçesinde oturup evi ve Atatürk'ün babasının diktiği söylenen nar ağacını izledim. İlber Ortaylı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk kitabında Atatürk'ün bugünkü müze olan binanın arkasındaki daha küçük bir müştemilatta doğduğundan, ailenin orada oturduğundan bahsediyor. (s.30) Eğer öyleyse bile bu onun bu bahçede koşturduğu; evin civarında, sokağında ayak izlerinin olduğu gerçeğini değiştirmiyor. O yüzden benim için bahçede oturup çevreyi incelemek ayrı bir mutluluktu. 

    Halkidiki, Selanik halkının yazlık mekânı. Şehre sadece bir saat uzaklıkta. Türklerin burayı keşfi Yunanların birkaç sene önce yaşadıkları ekonomik kriz zamanlarına dayanıyor. Gidiyoruz, görüyoruz, yiyoruz, içiyoruz ve ekonomilerine yadsınamaz bir katkı sağlıyoruz. Onlar da iyi hizmet anlayışlarıyla karşılığını veriyorlar açıkçası. 
    Halkidiki, Ege denizine Kassandra, Sithonia ve Athos isimli üç kısım halinde uzanan bir yarımada. Ve ülkenin Makedonya coğrafi bölgesine dahil. Antik çağın önemli filozoflarından, Büyük İskender'e de öğretmenlik yapmış Aristoteles'in doğum yeri. Eğer bir gün Halkidiki'ye kendi şartlarımızla yolumuzu düşürürsek filozofun doğum yeri Stageira antik kentini ve adına kurulmuş tematik parkı görmek isterim. 

    O gün Selanik'e daha yakın olan Kassandra bölgesinde bir plajda denize girdik. Rengi, orta serinlikteki ısısı, küçük çakıllı yapısı ve berraklığıyla tam benlikti. Sevdim. Bizler o gün şemsiye ve şezlong kiraladık ancak Yunanistan kıyılarında buna zorunlu değilsin, havlunu serip istediğin yerde güneşlenebilirsin, istediğin yerden denize girebilirsin. O gün Halkidiki'de bizi götürdükleri plajda tek sevmediğim şey yemek konusundaydı. Deniz ürünü tercih ederdim fakat yoktu. Zira Yunanistan deyince aklıma çıtır çıtır kalamarlar geliyor. Madem öyle yerel olsun dedik ve suvlaki söyledik. O da bildiğin şiş kebap ama hadi biz ona suvlaki diyelim.

    Akşam konaklamamız Selanik'teydi ancak bu konuda ayrıntılara girmeyeceğim. Çünkü bu bir deniz yazısı ve bir de şehir hakkında daha önce (2018 yazılarında) epeyi bir ayrıntılı yazmıştım. 
O zaman şimdi Thassos'a uzanalım.

    Seyahatimizin ikinci günü Thassos Adası'na Kavala'dan 40 dk.'lık bir feribot yolculuğuyla ulaştık. Zannediyorum adanın farklı bölgelerine ulaşmak için farklı feribot seçenekleri var. Kendi imkânlarıyla gidenler bunu dikkate alacaklardır. Tam da bunları yazarken aklıma geldi: Seneler önce Hırvatistan gezimiz sırasında Dubrovnik'ten Hvar Adası'na gidecektik. Feribot için şimdi adını hatırlamadığım bir yere gittik. O zaman internet bu kadar kullanışlı değil. Saat vs. bakmadan gittik. Feribotu kaçırmışız. Bizi 2 saat uzaklıktaki bir başka limana yönlendirdiler. Geç saatlerde oradan Hvar'a geçtik. Ada uzun ve ince. Bizim konaklayacağımız yer adanın bir ucundayken, biz diğer ucuna inmişiz. Gecenin bir yarısı kapkaranlık, ıssız ve virajlı yollarda 2 saat yol alarak diğer uca ulaşmaya çalışmıştık. Korkutucuydu. Yani feribotun nereye varacağı önemli:) Ve neyse ki artık araştırma imkânları çok daha fazla. Yine lafı uzattım. Thassos feribotundan bahsediyordum. Vallahi adaya yolculuk keyifli. Canlı müzik var, her milletten neşeli bir kalabalık var, tepemizde uçuşan martılar var. 

  Thassos Adası yemyeşil, güzel bir ada. Yeşilin yanına denizin mavisini ve bir zamanların mermer yataklarının kalıntısı olan beyazlığı da eklemek gerekir. Huzur veren, mükemmel bir karışım... Antik söylenceye göre, gözü fazlaca dışarıda Zeus'un Fenike kraliçesini kaçırdıktan sonra sığındıkları yer burası. 
    Biz o gün denize Pachis plajından girdik. Halkidiki'den farklı olarak burada deniz daha sıcak ve kumluktu. Git git derinleşmeyen cinsinden. Ben de böylesini pek sevmem. Ama burası da tam annemin zevkine göreydi:) Yaz başından beri Bodrum'a teyzemin yanına gitti, kardeşim ve ailesiyle Datça'ya, Seferihisar'a gitti ve inanılmaz bir şey tüm bu yerlerde su soğuk diye denize girememiş. İlk kez Thassos'ta doya doya yüzdü. Fakat ülkesinin hakkını yemez, favorisinin yine de Çeşme-Ilıca Plajı olduğunu söyledi:)

   Thassos'u şöyle ufaktan bir görmüş oldum. Ya arabayla giderek ya da orada araba kiralayarak plaj plaj gezmek gerektiğine karar verdim. Kullanabilenler için motorsiklet de bir seçenek tabii. Pachis plajının tesisi çok iyiydi, şıktı ancak fazla kalabalık ve gürültülüydü. O sıradaki tüm tesisler öyleydi. Özellikle akşamüstü son ses müzik başımı ağrıttı. Dediğim gibi, bir Yunan adasında daha doğal, daha sakin kumsalları keşfetmeyi isterim.
    Sinemaseverler hatırlayacaklardır, "Z" isimli bol ödüllü bir film vardır. Yunanistan'ın askeri diktatörlük günlerini anlatır. Bu filmin uyarlandığı "Ölümsüz" romanının yazarı Vassilis Vassilikos Thassos'un çocuğuymuş. Bu güzel adada doğmuş. Ne ayrıntı demeyin, küçümencik yerlerden çıkan başarılı insanlar hep ilgimi çekmiştir. Onları düşünmek gezilerime hoş duygular katar.
    İşte böyle. Ben bu yaz denizle ilk kez komşuda buluştum. İyi de oldu. Tabii ki her yerini gezemedim ama Yunanistan'a her gittiğimde kendimi rahat hissettim. Orada olmayı seviyorum. Halkidiki ve Thassos'u da sevdim. Ülkemize dönüşte, sınırda bu kez aşırı bir yoğunluk vardı. Sanırım bunun sebebi bayrama doğru gurbetçi vatandaşlarımızın Türkiye'ye gelmesi. Otobüslerin gişesi ayrı olmasına rağmen geçişimiz 2 saat sürdü. Özel arabaların sırasında olsaydık bu süre rahatlıkla 4-5 saati bulabilirdi. Öyle ya da böyle, yorgun ama keyifli bir hafta sonunun ardından, bir başka zaman bir başka kentiyle buluşmak dilekleriyle veda ettim Yunanistan'a.






BUGÜNLERDE...

$
0
0
    Blog yazılarıma başladığım günlerden arkadaşım Semi (Mutlu Eller), yakın bir zamanda kitap çekilişi yapacağını ve İlber Ortaylı'dan Bir Ömür Nasıl Yaşanır'ı hediye edeceğini duyurmuştu. Kayıtsız kalamadım ve kazanan ben oldum. Yine bir kitap kazandım:) Hazırdan yana şansım yok derim ama düşündüm de katıldığım kitap çekilişlerinde fena bir istatistiğim yoktur:) Çekiliş şansımın kitaba denk gelmesi güzel bir şey benim açımdan. Çocukluğumda bile ara sıra kazanırdım. Tüm bunları düşünürken aklıma seneler önce Milliyet Kardeş dergisinden kazandığım Atatürk kitabı geldi. Kazanmak için kendi yazdığımız bir şiiri dergiye gönderecektik. Ben de yazdım ve yolladım. Kendi kendime çok işler becerirdim. Yazdım, zarfladım, küçük olduğum için 
o sırada henüz kendim postaneye gitmiyordum, "Bunu postalar mısın?" diye babama verdim. Şiirim de yayınlanmıştı, kitabı da almıştım. Çok güzel bir kitaptı, büyük, kalın kapak, sayfalar kuşe kâğıt... Ah! Çocukluğum dergileri! Ne güzellerdi. Epeyi bir sakladım ben onu ama şimdi ne yazık ki yok. Minimalizmi benimsemiş annem asla evde fazladan bir şeyler tutmaz:) Benim aşırı ıvır zıvırlarımı -ki aslında ona göre ıvır zıvır- sonra sonra elden çıkardı. Kurtarabildiklerim duruyor :) Ama benim de hatıra niyetine çok eşyam vardır hakikaten. Her anne kaldıramaz :)

    Neyse... Nereden nereye geldim. Bugün kitabım geldi. Mutlu oldum. Şimdi onu yanıma alacağım. Zira tatile çıkıyoruz. Neresi olduğu sürpriz olsun :) Dönünce görüşürüz...




BUGÜNLERDE...

$
0
0
   İki "Bugünlerde" başlıklı yazının arasında, burada olmadığım zamanlarda çok uzaklardaydım. Doğu'nun uzak topraklarında, Hint Okyanusu ile Pasifik Okyanusu'nun ortasında, yemyeşil bir adada, Bali'deydim. Ailecek güzel bir tatil yaşadık. Farklı bir kültür, farklı bir iklim, ufak bir mola, alışık olduğun ortamdan çıkmak, konfor alanından uzaklaşmak bize çok iyi geldi. Hepsini anlatacağım. Ve umarım bundan sonra blog yazılarıma ağırlık vereceğim. Tıpkı eskiden olduğu gibi... Instagramsız günlerde olduğu gibi... 

    Bali'de bir anda aydınlandım ve Instagram'la vedalaşmaya karar verdim dostlar! :) Sevdiğim, çok vakit geçirdiğim bir alandı ancak bir anda hissettiğim bir duygu düşünmeme sebep oldu. Hesabı kapatmayı tam olarak beceremedim, birbirine bağlı hesaplar yüzünden yanlış bir şey yapmak istemedim fakat uygulamayı telefonumdan sildim. Sosyal medyaya giriş kolay, çıkış zor :) Gezip gördüğümü, okuduğumu, öğrendiğimi, hissettiğimi bu sayfalara aktarmaya devam edeceğim. Blog dostlarımla zaten iletişimimiz baki. Burada faydalı alışverişlerde bulunuyoruz. Senelerdir kitap, seyahat, film, müzik, tiyatro, kültürel etkinlikler konusunda takip ettiğim bloglardan şahane tavsiyeler aldım, kendimce tavsiyelerde bulundum. Birçok şey öğrendim. Instagram'ın aksine burada yazdığım her satırın doğru kişilere ulaştığına inanıyorum. Gerçi hakkını yemeyeyim, Instagram üzerinden de olumlu iletişim kurduğum dostlarım vardı ancak yüzdeye vurunca inanılmaz az bir orandı bu. Neyse ki o dostların bu sayfaları okuduğunu biliyorum. Eminim yine okuyacaklar. Az ya da sık arada selamlaşacağız. Aslında hayatımda olup nedense dışarıda kalanlar ise artık bir zahmet ya telefonla arayıp ya da Whatsapp'tan yazıp meraklarını giderecekler:) Ya da bir şekilde buraya ulaşıp okuyacaklar:) "Sen arayıp soruyor musun ki?" diye düşünen varsa belirteyim. Hayatımda yeri olan herkesi, sıklık oranları kişiye göre değişse de muhakkak arayıp sorarım, en azından mesajla yoklarım. Hepimiz gibi aynı karşılığı bulduklarım var, bulamadıklarım var. 
    İşte böyle... Tatilden döneli birkaç gün oldu. Bavulları boşaltıp temizleme işini, çamaşır yığınını bitirmeyi başardım. O arada Netflix'ten "La Mante" isimli Fransız polisiye-gerilim dizisini izledim. İlgilisine öneririm. Seri katil bu kez bir kadın. Seneler sonra taklitçisi ortaya çıkınca, katili yakalamak için polis kendisiyle işbirliği öneriyor. Kadının tek şartı, polis olan ve tabii ki onunla iletişimi kesmiş oğlunun da işin içinde yer alması. Nasıl? İlginç değil mi? Grange romanları tadında kısa bir dizi. 
    Tatilde iki kitap bitirdim. Biri önceki yazımda bahsettiğim "Bir Ömür Nasıl Yaşanır?". 
İlber Ortaylı'dan. Aslında onu takip edenlerin bildiği önerileri yer alıyor kitapta ama elinde derlenmiş olarak durması faydalı. Severek okudum. Bir diğer kitabım Paulo Coelho'dandı. "Hippi". Bali Adası hinduların, yoga tutkunu gezginlerin, sörfçülerin, vejetaryenlerin, doğal beslenme yanlılarının gözbebeği olduğu için, bire bir örtüşmese de meraklılarının hippi kültürüyle bir nebze yakınlığından yanıma aldım bu kitabı :) Sevdim de. Küçük bir arayış hikâyesini anlatıyor. Ve bir nesle, hippi felsefesinin ne olduğuna açıklık getirmeye çalışıyor. Bunları anlatırken kendi deneyimlerinden ilhâm alması hoş. Tıpkı Magic Bus'la Nepal'e yapılan yolculuk sırasında uğranılan İstanbul'u anlatan satırlar gibi... 

    Okyanus dalgalarında oynadım, zıpladım, enfes günbatımları izledim, taptaze meyveler yedim, Hindu tapınaklarını gezdim, pirinç tarlalarında yürüdüm, kafamı boşalttım, bazı kararlar aldım, geldim, işimi gücümü tamamladım, kitaplarımı okudum, mini bir dizi bitirdim, birazdan oğlumla sinemaya gideceğim. Aklımız biz yokken vizyona giren Tarantino'nun son filmindeydi. 
Şimdi bir zamanların Hollywood'una uzanacağız. Bir sonraki yazıda umarım Bali'ye götüreceğim sizleri... Ha unutmadan! Bir de en kısa zamanda ben burada değilken neler yazmışsınız, neler anlatmışsınız hepsini tek tek okuyacağım:)










 

TAM DA GÜNÜNDE! :)

$
0
0
    Instagram'ı sildik dedim lâkin sanal alemin hoş tarafları da yok değil:) O mecraya da fazla uğramaz oldum ama Facebook bugün bana 2 yıl öncesinden bir hatırlatma yaptı. Muhtemelen IG'de de paylaştığım bir fotoğrafı ve satırları önüme getirdi. Ben de o günlere gittim tabii. Orhun'un okuldaki ikinci yılının başıydı. Onun yerleşmesine yardım için yine Tallinn'e gitmiştik ve birkaç gün Airbnb'den kiraladığımız çok şirin bir dairede kalmıştık. 1800'lerde yapılmış kocaman ahşap bir binadaydı. Muhtemelen ilk günlerinden beri oda oda kiralanan bir evdi burası. Bizim dairemiz küçüktü ama iki katlıydı. Çok sıcak döşenmişti. Tallinn günlerimizde genelde uyanır uyanmaz dışarı çıkarız ve bütün gün gezeriz ama o evin havası farklıydı. Bu kez evde daha fazla vakit geçirir olmuştuk. Gezme işlerini kahvaltının sonrasına bırakmaya başlamıştık. O günlerde paylaştığım bu fotoğraf o kahvaltı masalarından birine ait. 

    Fotoğrafın altına şöyle yazmışım:

   "Yaz başında açılan bavullar yine toplandı. Eksikler tamamlandı. Tecrübelerimizi de yanımıza alıp, bu sefer daha bilinçli gittik Orhun'un okul şehrine. Yerleştirdik, döndük. Gidip gelmelere, işe güce alışılır da özlem duygusuna alışmak zor. Neyse ki onun da sevgiden kaynaklanma gibi kurtarır bir tarafı var. İyi anne ve iyi baba olmak, çocuğunun kendi kanatlarıyla uçmasına izin vermeyi ve bu sırada yaşadığın endişeyi ona olumsuz şekilde​ yansıtmamayı gerektirir. Onu çok sevdiğini ve düşündüğünü, özlediğini hissettirmekle birlikte bu duyguları baskı aracı yapmamayı gerektirir. Biraz kendi kendime kafayı yiyeceğim günlerdeyim yani:) Toparlarım:) Çocuklar büyüyorlar ve kendi yollarını çiziyorlar. Bu aşamada kendini yalnız hissetmemek için kendine ait sosyal hayatının olması, meşguliyetlerinin olması çok önemli. Orhun doğduğundan beri nasıl 7/24 ilgide kaldığımı bilir yakınlarım. Bu arada kendime ait bir dünya yaratabildiğim için şanslı ve -mütevazı olamayacağım- çokça da becerikli sayıyorum kendimi. Herkese şiddetle tavsiye ederim. Çocuk, aile, arkadaşlar hep var olsunlar, çok olsunlar. Ancak sen de kendi içinde çok olmalısın. O zaman her şeyin daha dengeli, daha huzurlu olduğunu göreceksin"💕🍀

    Orhun, az dersi kaldığı için bir süre yanımızda. Hasret günlerine daha birkaç ay var. Anladım ki bu gidip gelmeler zor ama fazlasıyla öğretici. Bir de... Doğru kullanınca sosyal medya epeyi sevimli :) 






BALİ'DE İLK DURAK... UBUD...

$
0
0
    Bizim için yoğun geçen ayların ardından, yaz tatili için plansız programsızken, kısa sayılacak bir sürede verdiğimiz kararla yolumuzu Bali Adası'na düşürdük. Son yılların popüler destinasyonlarından biriydi ancak kendisine dair büyük hayallerimiz yoktu açıkçası. Biraz uzaklaşma isteği ve THY'nin adaya direkt uçuşlarının başlamış olması bizi harekete geçirdi. Fakat uçaklar öyle doluydu ki dönüşü aktarmalı olarak Endonezya'nın başkenti Jakarta'dan yapmak zorunda kaldık.
    Bali, Güneydoğu Asya'daki Endonezya'nın Hint ve Pasifik okyanuslarına dağılmış sayısız adasından biri. "Sayısız" tabiri yanlış olmayacaktır çünkü gerçekten ülkenin kaç adet adası olduğundan emin değiller. 17.000- 18.000 civarında olduğu biliniyormuş ve sayıyı netleştirmeye çalışıyorlarmış. Bu kadar ada içerisinden Bali'nin sıyrılıp popülerleşmesinin bir sebebi vardır elbet. 1932'de henüz Hollanda sömürgesiyken Charlie Chaplin'in adaya yaptığı seyahati filme alması, Hollandalı ressam Arie Smit'in 1956'da buraya yerleşip "Genç Sanatçılar" akımına yön vermesi, ressam ve sanat tarihçisi Miguel Covarrubias'ın "Island of Bali" isimli kitabı yazması Bali'ye ilgi çeken hareketlerden. Tabii bunlara 2007 yılında yayınlanan "Ye, Dua Et, Sev" romanının ve ardından çekilen filmin etkisini de eklemek gerekir. Özellikle bu romanın ada turizminin gelişmesinde çok etkili olduğu söylenmekte.

    Bali pirinç teraslarıyla bezeli yemyeşil bir ada. Enfes günbatımlarıyla meşhur. Pasifik ve Hint okyanuslarının ortasında. Köpük köpük dalgalarıyla sörf tutkunlarının, lezzetli sebze ve meyveleriyle vegan beslenenlerin, huzur aşılayan iklimiyle yoga ile uğraşanların ve yüzde doksan üçlük Hindu nüfusuyla anlam arayışındaki Avrupalı gençlerin gözdesi. Ve bir de yeni evlenenlerin balayı seçeneği. 

Balayında Bali'ye gidilir mi? Evet, gidilir. Okyanus kıyısında yürüyüş yapmak, romantik günbatımına karşı içkini yudumlamak, şelalelerde yüzmek, kullanabiliyorsan scooter üzerinde tüm adayı turlamak, otellerdeki yüksek hizmet kalitesi balayı çiftleri için oldukça çekici.

   Yazdıkça aklıma ayrıntılar üşüşüyor. En iyisi ben çok sıkmadan, bir an önce adada nasıl vakit geçirdiğimiz konusuna gireyim, aklıma gelenleri aralara serpiştiririm.


    Adaya THY'nin Dreamliner tipi en yeni uçağı "Maçka" ile 13 saatlik bir uçuşla ulaştık. İstanbul'da gece yarısı başlayan yolculuğumuz, iki ülke arasındaki 5 saatlik farkın etkisiyle Bali'de ertesi günün akşam 19.00 civarında son buldu. 13 saatlik yolculuk beni ne yordu ne de korkuttu. İniş ve kalkışlardaki yürek hoplamasını her yolculukta zaten yaşıyorum. Bu dediğim zamanları saymazsak havada olduğumuzu kafamdan çıkarmaya çalışıp eğlence sistemindeki filmlere ve yanımdaki kitaba odaklandım. Yemekti, kahveydi derken vakit geçti. Çok düşünüp yolculuğu kendime zehir edersem hiçbir yere gidemem, farklı yerleri göremem. Uçak yolculuğu konusunda düsturum budur:)


    Endonezya'ya vizesiz seyahat edebiliyoruz. Pasaport polisinden kolayca geçiliyor. Herhangi bir ücret de ödenmiyor. Turizm Bali halkının en önemli geçim kaynaklarından olduğu için hava alanında her şey organize. Görevliler siz sormadan "Şuradan Rupi alabilirsiniz, arabalar şu tarafta bekliyor"şeklinde yönlendirmelerde bulunuyorlar. Çıkışta ellerinde dünyanın her yerine ait isimlerin yazılı olduğu kağıtlar tutan bir şoför kalabalığı ile karşılaşıyorsun. Eğer kalacağın yeri henüz gitmeden ayarladıysan, genelde otelden "Ulaşım ister misiniz?" mesajı geliyor. Otelle anlaşmadıysanız sorun değil. "Taksi ister misiniz?" diyen herhangi birinden fiyat alıp yola koyulabilirsiniz. Bali'de ve devamında bulunduğumuz Jakarta hava limanı çevresinde taksiciden bol bir şey yok. Taksi kelimesini duymaktan gına geldi diyebilirim.

    Bizi hava alanından, Ubud'da kalacağımız otelin sahibi aldı. Tabii belli bir ücret karşılığında anlaşmıştık. Bali genelinde (Jakarta da aynı şekildeydi) trafik çok yoğun olduğu için, hava alanının bulunduğu Denpasar ile Ubud arası yolculuk 2 saate yakın sürdü. Küçük otelimize varır varmaz uykunun kollarına teslim ettik kendimizi.
    Yola çıkmadan önce Bali'ye yapılan seyahatlerin yazılarını okudum, fotoğrafları inceledim. Ve adada görülecek çok şeyin olduğuna, herkes için farklı etkinlikler bulunduğuna, sevilen yeme-içme mekânlarının fazlalığına, plajların çokluğuna hükmettim. Herkesin rotası farklıydı. Hakkıyla gezip görebilmek için birkaç günün asla yetmeyeceği, en az 15 gün kalınmasının hoş olacağı söyleniyordu. Hemen her giden Ubud, Kuta, Seminyak, Canggu, Uluwatu vb. arasında kendince gün gün bölmüştü seyahatini. Biz bir haftalık konaklamamız sırasında her şeye yetişemeyeceğimiz konusunu netleştirerek ve kültür gezisinden çok deniz tatiline çıkmış olduğumuzu hesaba katarak 3 gece Ubud'da, 4 gece Canggu'da kalmaya karar vermiştik. Ubud, adanın muhakkak görülmesi söylenen şehir ayarındaki merkez bölgesiydi, Canggu ise denizin keyfine varabileceğimiz yerdi.

    Ubud'daki ilk sabahımıza tütsü kokuları içerisinde açtık gözümüzü. Sabahın erken saatlerinde her evde ve her iş yerinde tütsüler yakılıp tanrılara sunular yapılıyor. Endonezya aslında dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip olan ülke. % 90'ı Müslüman. Ancak Bali adasının yüzde % 93'ü Hindu. Enteresan bir durum. Endonezya'da değil de bambaşka bir ülkede gibisin. Dolayısıyla Bali'de Hindu gelenekleri hakim. Her yer Hindu tanrılarının heykelleriyle dolu. Büyüklü küçüklü tapınaklar her yerde. Evlerin bahçelerinde kendilerine ait tapınakları bile var. Her sabah kapıların önleri çiçeklerle süsleniyor. 

İyi bir gün dilekleriyle pirinçlerin, çiçeklerin, bisküvi parçalarının, hattâ bazen paranın yer aldığı sunular tütsüler eşliğinde kendilerince uygun gördükleri yerlere koyuluyor. Yerlerde, yollara dizilmiş olanlara basmamak için çaba sarf ediyorsun. Ancak bu çaba bir süre sonra umursamazlığa dönüşüyor çünkü sunular her yerde. Örneğin plajlarda dahi var ve bazen kumların arasında fark etmek mümkün olmuyor.

   Yüksek yerlere yerleştirilmiş sunuların tanrılar için, yerlere dizilenlerin ise kaçınılmaz olarak her şeyde bulunan kötülüğün iyiliğe dönmesi için olduğunu öğreniyorum. Fakat görüntüler çok renkli, pek süslü. Çiçeklere verilen önem şahane. Sunuyu yaparken bellerine muhakkak -kadın ya da erkek fark etmiyor- "Sarong" denen renkli örtüleri etek gibi bağlıyorlar. Kadınlar bazen kulaklarına çiçek iliştiriveriyorlar. 

Ki bunlardan en sevdiğim, Plumeria denen tropik çiçek.

    Bizim için bambaşka bir ortam. Farklı bir kültürün havasını gözlemlemek güzel. Nereye bakacağımızı şaşırıyoruz. Bir süre kendi ortamımızdan, yerel sorunlarımızdan uzağız. Seyahat etmenin en sevdiğim katkılarından biri: Dünyanın senin çevrenden ve senin alışkanlıklarından ibaret olmadığının farkına varmak.





    Ubud'da kültürel bir tur yapmayı ertesi güne erteledik. İlk günümüzü yeşillikler içindeki meşhur havuzlardan birine ayırdık. Zira adanın orta kısımlarında olduğumuz için denize yakın değiliz. Gelmeden önce çoğu gezi yazısında okuduğum Jungle Fish'te geçireceğiz günümüzü. Burası orman içine konumlanmış sonsuzluk havuzuna sahip bir mekân. Yürüyerek gitmenin daha keyifli olacağına karar verip düşüyoruz yollara. Yürüyüşün önemli bir kısmı Ubud'un meşhur trekking yolu Campuhan Ridge'te geçiyor. Ortam şahane. Yemyeşil, sessiz, sakin. Dünyanın farklı yerlerinden gelmiş insanlarla karşılaşıyorsun, selamlaşıyorsun. Herkes huzurlu görünüyor. Havanın sıcak olduğu saatlere denk gelmiş olsa da hayatımın en keyifli yürüyüşlerinden birini yapıyorum. Akşamüzeri dönüş yolculuğu daha rahat geçiyor. Diyeceğim o ki fırsatınız olursa Campuhan Ridge Walk'u es geçmeyin, serin saatleri tercih ederseniz şahane olur. 



    Jungle Fish'e ulaşmak için yürümenin haricinde taksi kullanabilirdik. Ya da scooter kiralayabilirdik. Tüm gezimiz boyunca araba kiralamış da olabilirdik. Ancak özellikle Ubud'da motorsiklet yoğunluğu o kadar fazla ki trafiğin soldan akıyor oluşunu da hesaba katarsak kiralama işlerini tümüyle kafamızdan sildik. Scooterla gezmek isteyen Orhun'a da sildirdik:)

    Jungle Fish, Ubud'un sevilen sonsuzluk havuzlarından biri. Sonsuz gibi gelen yeşilliğin ortasında, şehir gürültüsünden çok uzakta bir rahatlama noktası. Oralara gidip bu havuzlara, özellikle de Jungle Fish'e uğramayan Türk yok gibi. Seyahatimiz boyunca en fazla vatandaşımıza burada rastladık. Açık konuşmak gerekirse yurt dışında bulunduğum kısıtlı süre içinde yerel gündemimizden uzak kalmak istiyorum, hemşehrilerimle memleket meselelerinden konuşmak istemiyorum. Elbette ki Türkler'in varlığı bize güven veriyor, hoşumuza gidiyor ama genelde sadece selam verip kendi sohbetimize dönüyoruz. O gün orada sakin sakin yüzerken birbirleriyle yeni tanışan hemşehrilerimin sohbeti, kendimce yaptığım meditasyonu çok güzel böldü. Hayır, ortam da çok sessiz, mecburen duyuyorsun. Biri bir devlet kurumunda çalışıyor, iş yerine dava açmış. Diğer arkadaş avukat. Bu durumda sohbetin gidişatı tahmin edilebiliyordur sanırım. Memleket havasından kaçış yok:)


Jungle Fish
   Ubud'daki ikinci günümüz gezmek-görmek ağırlıklı ilerliyor. Bir gün önce otelin sahibiyle günübirlik tur için anlaşmıştık. Böyle bir gezi için şoför ayarlamak zor değil. Bu işi yapan çok kişi var. Herkes kendi isteğine göre rota çizebiliyor. O gün biz bir pirinç terası, önce üç iken sonradan sayısını ikiye indirdiğim tapınaklar, bir kahve plantasyonu ve bir şelale ziyareti için 450.000 Rupi'de anlaştık. Bali'de işlerin pazarlık üzerinden yürüdüğü çok ama tanışıp sevdiğimiz arkadaşla böyle bir işe girmek istemedik. Otelde de çok güzel ağırlanıyoruz. Bulandırmaya gerek yoktu. Rupi olayına gelirsek! 1 Lira yaklaşık 2.5 Endonezya Rupisi. 450.000 Rupi örneğinden gidersek benim hesaplamam şöyleydi: 45 x 4 = 180. Yani yaklaşık 180 Lira. Yüz binler söz konusu olunca fazla para harcadığını sanıyorsun ancak bizim için Euro'nun tersine bir hesaplama var. Bu güzel. Ve global markaların aynılığı dışında Endonezya hesaplı bir ülke. Bali'de kaldığımız oteller, yemek yediğimiz restoranlar ve plajlar Türkiye'de olmuş olsa 2-3 katı masraf yapacağımız kesindi.

   Şimdi gelelim Ubud'da dolu dolu geçirdiğimiz güne. Sabah 10.00'da ilk ziyaret noktamız Tegalallang Pirinç Terası'na doğru yola çıktık. Bali'nin her yeri pirinç tarlaları ve teraslarıyla dolu. Bunların hepsi çok düzenli ve görsel açıdan oldukça çekici. Kimini turistler için ziyarete açmışlar. Tegalallang ve Jatiluwih terasları UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ndeki isimler.


   Biz Tegalallang'ı ziyaret ettik. Tahminimden daha keyifli bir aktivite oldu. Yaptığımız sadece yürüyüştü aslında ama bir film platosunda hissettiren masalsı ortam mutlu etti.


   Bali'de pirinç üretimi önemli. 4 çeşit pirinç yetiştiriyorlarmış. Normal beyaz pirinç, daha yumuşak bir beyaz pirinç, kırmızı pirinç ve siyah pirinç. Kırmızı pirinç vitamin açısından güçlü olduğu için onunla daha çok bebeklere mama yapıyorlarmış. Şarabı da var. Merakımızdan denedik ve satın aldık. Fena değildi. Siyah pirinci de puding şeklinde yedik. Adını unuttuğum için bu yazıda devamlı "otel sahibi" olarak andığım arkadaş biz ayrılmadan önce denememiz için bu pudingten yaptı. O da fena değildi. Muhallebi kıvamında, "şifa olsun" diyerek yediğimiz bir tatlıydı:) Yeri gelmişken... Ubud "Şifa" anlamına geliyormuş. Bitkilerin iyileştirici gücünden gelen şifa...


    Birbirine yakın pirinç tarlası sahipleri, sulama için zamanla ortak bir sistem geliştirmişler. Subak denen su kanallarını oluşturmuşlar, verimi arttırmışlar. Bu sistem UNESCO tarafından koruma altına alınmış. Rehberimiz bundan gururla bahsetti. Bali halkı için çok doğaldır ki her subak için bir tapınak inşa edilmiş. Adada tarlalar içinde yol alırken bu düzeni çok net gözlemleyebiliyorsun.

    Oldukça turistik hâle gelmiş, Instagram fotoğrafları çekmek için sevimli platformlar düzenlenmiş, gökyüzü salıncakları kurulmuş fakat yine de bizler için doğal ilginçliğini kaybetmemiş Tegalallang'tan sonra yolumuz Bali'nin en önemli tapınaklarından Tirta Empul'a, yani Kutsal Su Tapınağı'na uzanıyor. Hemen her dinde rastlanan kutsal su inanışının vücuda geldiği yer burası.

   Kral Mayadenawa ile Tanrı İndra'nın savaşı sırasında İndra'nın asasını yere vurmasıyla fışkıran su, kutsal bir nitelik kazanıyor ve yalnızca yerel halkın değil, dünyanın her yerinden gelen Hindular'ın ya da Hinduizm sempatizanlarının burada arınmasına, kendini iyi hissetmesine neden oluyor.

    "Ritüeli bilmeyenler suya girmesin" minvalinde bir uyarının bulunduğu kaynak havuzlarında görüntü ilginç. Huşu içinde yıkanan Avrupalı gençlerin çokluğu dikkatimi çekiyor. İnsan ve din ilişkisi üzerine yine düşüncelere dalıyorum, yine pek bir sonuca varamıyorum.

    Hindu tapınaklarına girmeden önce beline sarongları bağlamak şart. O gün tapınaklara gireceğiz diye pantolon-etek tarzı bir kıyafet giymeme rağmen sarongtan kurtulamadım, izin vermediler. Amaç kapalı olmaktan ziyade o örtünün bele bağlanması. Yanımızda olan şalları kullandık. Şalı olmayanlar için dağıtıyorlardı. Ortama rengarenk bir görünüm hakimdi.




    Tirta Empul, kutsal havuzun gerisinde inşa edilmiş binalarıyla beraber bir tapınak kompleksi. 10.yy.'a kadar inen bir geçmişe sahip. Ara ara düzenlenen dini törenler, havuzlar, heykeller derken burada epeyi bir vakit geçiyor. Ancak Ubud'da daha görecek şeyler var. Sonraki durağımız, dünyanın en pahalı kahvesini tadacağımız bir plantasyon.


    Kahve, kakao, vanilya vb. tropik bitkilerin üretiminin yapıldığı Satria Agrowisata'yı biz seçmedik. 

Luwak kahvesinin üretildiği yerlerden birini görmek istediğimi söylediğimde rehberimiz bizi buraya yönlendirdi. Zaten sanırım çoğunluk turist buraya gidiyor. Çünkü Bali fotoğraflarında çok sık karşılaşıyorum.

    Kakao, kahve, vanilya... Bunlar lezzetli şeyler. Severiz. Oldukça büyük alan içerisinde ilerlerken şoförümüz, rehberimiz, otel sahibimiz (!) bizi bu ürünler hakkında bilgilendiriyor. Biz de "Aaa! Dalındayken vanilya böyleymiş! Ooo! Baksana yerde kahve çekirdeği var!" diye diye saf şehirli hareketlerle onu takip ediyoruz.

Dalında kahve...
   Fakat ortam gerçekten güzel. Yemyeşil. Pirinç terasları gibi set set uzanıyor. Her adımda farklı bir manzarayla gözlerimiz bayram ediyor. Burada da keyifli Instagram fotoğrafları çekmek için düzenekler kurulmuş.Örneğin, ücretini verirsen sevdiceğinle birlikte şu kuş yuvasına kurulup anı ölümsüzleştirebiliyorsun.

   Bali kesinlikle güzel fotoğraflar veren bir yer. Bunu bilen ada halkı fırsatı ganimete çevirmek konusunda akıllı davranmış. Ubud'da meraklıları için selfie turları düzenleniyor. Belli bir ücret karşılığında kuş yuvalarında, kalplerin içinde, tapınak kapılarının önlerinde ve benzeri yerlerde fotoğraf çektirebiliyorsun. Kiminin önünde sıra oluyor ki havalı bir fotoğraf için bu asla katlanamayacağım bir şey. Görülecek onca güzellik varken ve tüm bunları kısıtlı tatil süresine sığdıramayacağım düşüncesindeyken fotoğraf için sıra beklemek tam bir vakit kaybı.


    Oydu, buydu derken hâlâ Luwak kahvesi konusuna giremedim. Dünyanın kahve kuşağı bölgesinde yer alan Endonezya'da olduğu gibi, bu tip üretim merkezlerinin yıldız ürünü Kopi Luwak. Yani Luwak Kahvesi. Dünyanın en pahalı kahvesi. Üretimi enteresan. Bir çeşit misk kedisi olan Paradoxurus, yerdeki kahve çekirdeklerini yutuyor. Hayvanın midesindeki enzimlerle fermente olan çekirdekler dışkı yoluyla atılıyor. Bu aşamada toplanan çekirdekler dezenfekte edilip kavruluyor. İlk başta itici bir fikir gibi gelse de eğer kahve seviyorsan buna kayıtsız kalmak, denememek zor. O güne kadar içmediysen, Ubud'daki plantasyonlar bu kedileri görmek ve söz konusu kahveyi denemek imkânı sunuyor.

İşte Paradoxurus. Çok uyurlarmış.


   Biz daha önce Luwak kahvesi içmemiştik. Tam da yerinde denemek istedim. Kahveyi bilen, oluşum fikrinden nefret eden ve "Asla içmem" diyen Orhun, bir sürü çay ve kahveyi deneyip beğendikten sonra Kopi Luwak'a da kayıtsız kalamadı:)




    Gezinin sonunda satış mağazasına yönlendirilecek turistler olduğumuz için avakadolu, safranlı, limonlu, zencefilli, vanilyalı, bilumum malzemeli çay ve kahveleri denemek ücretsiz. Luwak kahvesi ise ücretli. Luwak, sanki hafif çikolata aromasının hissedildiği koyu bir kahve. Lezzetli mi? Evet lezzetli. Ancak beni satın alacak derece çarpmadı. Bundan sonra denk gelirsem içerim ancak özellikle aramam. Diğer çay ve kahvelerin tadı ise kişisel zevklere göre değişkenlik gösterir. Fakat turist kandırmacası olarak bol şekeri bastıkları için o an hepsi lezzetli geliyor diyebilirim. Satış mağazasında ise kendini kaybetmek mümkün. Evimizin gurmesi Orhun önce her çaya atlamak istedi ancak sanki her zaman alışveriş yapıyormuşum gibi niyeyse birden aklıma geldi "Oğlum Mısır Çarşısı'na gideriz, orada bunların âlâsı vardır" dedim de kendimizi frenledik:) (Fakat şimdi hâkikaten Mısır Çarşı'na gidesim geldi, bir ara yapmak lâzım). Pirinç şarabı, kakao ve zencefilli çayla çıktık dükkândan.

Kırmızı Pirinç Çayı

    Peki burada işimiz bitti mi? Hayır! Ubud'un birçok noktasında olduğu gibi burada da bir gökyüzü salıncağı var. Bunlar engebeli, teraslı bölgelerde kurulan turistik salıncaklar. İpleri uzun olduğu için ormanların içine doğru epeyi bir uçuyorsun. Korkmayanlar için eğlenceli. Bağırış, çığırış, kahkahalar arasında sallanıyor gençler. Kızlar için uzun renkli kumaşlar hazırlamışlar, salıncakların alt kısmına onları takıyorlar. Salıncak gidip geldikçe kumaş havalanıyor ve son derece fotografik bir görüntü oluşturuyor. İşte bunlar hep Instagram ahalisinin yarattığı fikirler.

    Ortamda paraşüt, roller coster, bungee jumping, uçan bir salıncak vb. varsa orada onu denemek için can atan bir Orhun vardır. Dua ede ede sallanmasını bekliyoruz. Onun keyfi yerinde tabii. Yükseldikçe bağırarak komik komik bir şeyler söylüyor, diğer turistleri epeyi güldürüyor. 21 yaşında ama hâlâ bir çocuk. Olgun tarafları da olduğu için mutluyum aslında. Dilerim içindeki çocuğu hiç kaybetmesin.

    Kahvelerimizi içtik, enerjimizi topladık, bir başka Hindu tapınağı için yola koyuluyoruz. Yine 10.yy'a tarihlenen Goa Gajah'ı geziyoruz. Buraya Fil Tapınağı deniyor fakat fillerle hiçbir âlâkası yokmuş. 

Bir önceki Kutsal Su tapınağına göre daha salaş bir görünümü var. Etkileyici kabartmalarla bezeli bir kapısı olan mağara, yıllar önce devrilmiş ve bitkilere karışmış dev Buda heykeli (Budizm başka ama Bali'deki inançlardan biri), kökleri metrelerce uzağa ulaşan ağaç bu tapınak bölgesinin en dikkat çekici unsurlarından.





    Şu muhteşem ağacın Banyan Ağacı olup olmadığı konusunda kararsız kaldım. Adada çok fazla Banyan Ağacı var. Kökleri yukarıdan aşağı doğru sarkıyor ve zamanla kalınlaşıyor, uzuyor, birbirine karışıyor. Sanki onlarca ağaç bir arada gibi görüntü oluşuyor. Fotoğraftaki ağacın dalları benim kafamı karıştırdı. Yoksa bu bir Banyan derdim. O ya da bu, önemli değil, muhteşem bir ağaçtı. Bir süre yanından ayrılamadım. Ağaca sarılmış kumaşa dikkat etmişsinizdir. Ağacın da ruhu olduğunu düşündükleri için sarıyorlar. Bunu da çok sık görmek mümkün.


    Bali'deki tapınakları gez gez bitmez. Hava sıcak ve dolayısıyla merdiven ve yokuşları inip çıkmak yorucu. Yerel rehberler tapınaklarını göstermek konusunda çok hevesliler ancak o gün için bunu tadında bırakmanın zamanı geldi. Zaten saat de epeyi bir ilerledi. Diğer tapınak ziyaretini iptal ediyorum. Bir tane de şelâle görelim. Malûm tropikal kuşakta bir adadayız. Yeşilliklerin arasından çağlayan şelâleler bu cennet parçasının olmazsa olmazlarından. Çoğunu görmek isteyenler için şelâle turları da düzenleniyor ancak biz sadece bir tanesine vakit ayırabiliyoruz. Güzergâhımız üzerinde rehberimizin uygun bulduğu Tibumana'ya gidiyoruz. Şelâlenin güzelliğine ulaşmak için bizi yine dik merdivenler bekliyor. Diğerlerine göre küçük bir şelâle bu. Fakat çok güzel. Gürültülü şekilde akmıyor. Ulaştığı yerde yüzmeye elverişli ufak bir göl oluşuyor. Ortam kuş sesleriyle ve tropikal çiçeklerin görünümüyle şenleniyor.


    Şelâlenin ulaştığı gölcükte yüzmediğim için sonradan çok pişman oldum. Tabii ki Orhun yüzdü. Eşim böyle şeylerde pek hevesli değildir. Ben ise ilk kez kıyafet değiştirmeye üşendim. Hâlbuki böyle bir fırsatı kaç kez yakalarsın? Yapmalıydım.


    Bali'deki fotoğraf çılgınlığından bahsetmiştim. Burada o çılgınlığa güzel bir örnek vardı. Uzak Doğulu oldukları belli olan bir çift, bizim orada olduğumuz süre boyunca yanlarında getirdikleri bir fotoğrafçıya poz verdiler. Çocukları da vardı, onu da yanlarına aldıkları oldu ama karı-koca ayrı ayrı öyle enteresan rahatlıkta pozlar verdiler ki herkes ister istemez onları izlemeye başladı. Yüzmek isteyenler var, fotoğraf çekmek isteyenler var. Alan da büyük değil. Ama kimse bu arkadaşlara bir şey demiyor. Hep beraber hipnotize olmuş gibiyiz. Fakat ne oldu? Bir Türk aile geldi. Ailenin babası inatla arkalarında durdu, kadraja girdi, bilerek gözünü dikti, en sonunda onları yer değiştirmek zorunda bıraktı:) 


    Dolu dolu geçirdiğimiz Ubud gününde çokça şey gördük, öğrendik ancak bunlar yapabileceklerimizin sadece bir kısmıydı. Örneğin Maymun Tapınağı'na gitmedik. Tabii ki maymunların üzerimize atlamasından korktum. Orhun gidecekti fakat o da vakit bulamadı. Ubud müzelerinden en azından bir tanesine, muhtemelen Neka Art'a gitmeyi planlamıştım. Ona da vakit ayıramadım. Akşam yemeklerini merkez bölgesinde gözümüze kestirdiğimiz restoranlarda yedik. Biri balık ağırlıklıydı, diğerinde yerel ve dünya mutfağı karışımı vardı. Endonezya yemekleri bol soslu, baharatlı yemekler. Pilav olmazsa olmaz. Kırmızı et az. Kendileri yemeseler de tursitler için mevcut. Menülerinde ördek eti bol. Sebze ve meyveler daima taze. Bunun lezzetini kesinlikle ayırt edebiliyorsun. Bazen bir yerde sipariş verirken "Onu yapamayız muz bitti" diyebiliyorlar. Demek ki taze taze kullanıyorlar. Bir sonraki durağımız Canggu'da da gördüğümüz gibi -en azından bizim konakladığımız otellerde- kahvaltıyı sen ne zaman uyanırsan o zaman hazırlıyorlar. Omlet, çırpılmış yumurta, kızarmış pirinç, tost ekmeği ve reçel ile pankek arasından seçim yapıyorsun. Ne istersen iste yanında mutlaka taze, lezzetli, mis kokulu meyveler geliyor. Yiyecek konusunda enfes bir ayrıntıyı atlamamam gerekir ki o da hindistan cevizli dondurma. 


    Tukies, hindistan cevizi ürünleri konusunda efsane. Burada yediğim dondurmayı unutamayacağım sanırım. Dondurmanın üzerindeki şu kızarmış hindistan cevizleri ayrı şahaneydi. Aynı yerin satış standından alıp eve de getirdim. Sütlü tatlılara çok yakışıyor. Paket bitince ne yapacağım bilmiyorum:) Türkiye'de buna yakın bir lezzet bulabilir miyim, araştıracağım.

    Ubud'da ve aslında genel anlamda Bali'de görecek, deneyimleyecek, tadacak şey çok. Yaptıklarımızın ve yapamadıklarımızın bir kısmını diğer yazıya bırakayım. Seyahat yazılarını bölmeyi sevmesem de dolu dolu geçen günler bazen bunu gerektiriyor. Ubud benim aklımda en çok -belki bir gün tekrar gidene kadar- irili ufaklı tapınaklarıyla, çarpıcı yeşillikteki pirinç tarlalarıyla, deli trafiğiyle, hindistan cevizli dondurmasıyla kalacak. Ve kesinlikle özleyeceğim. Burada yeşile doyduk, şimdi sıra maviliklere uzanma zamanı. 

Bir sonraki yazı Canggu hakkında olacak. Okyanus kıyısında çok güzel günler geçireceğiz.
   






Deneme...

$
0
0
   
    Sevgili arkadaşlarım, bu yazıyı okuma listenizde görüyorsanız bana bir seslenir misiniz? :)
Link adını  ve başlığı değiştirince bir şeyler oldu. Görünüp görünmediğinden emin değilim. 
Şimdiden teşekkür ediyorum. 

BALİ'NİN KÖPÜKLÜ KIYILARINDA... CANGGU...

$
0
0
      Bali seyahatimizin ikinci kısmını anlatmanın zamanı geldi. Biliyorum arayı açtım fakat pencereye vuran sonbahar yağmurunun sesini dinlerken okyanus kıyısındaki yaz günlerini anmak güzel olacak.
    Bir önceki yazının konusu olan Ubud'da geçirdiğimiz birkaç gün, yerel havayı solumak, Bali adasına hakim kültürü ve Hindu geleneklerini gözlemlemek açısından verimliydi, keyifliydi. Ancak yaz tatilindeydik ve artık tuzlu suyla buluşmanın zamanı gelmişti.

    Bu tropik adaya gelen turistlerin denizin keyfine varacakları yerleşim yeri çok. Aşağıdaki fotoğrafta görülenler en çok tercih edilenler. Birinde kalıp diğerlerine de gidip gelenler olduğu gibi, günlere bölerek farklı yerlerde konaklayanlar olabiliyor. Sağ alt köşede görülen Nusa Penida'yı, Gili adalarını, Lombok adasını da listeye katmak mümkün. Bunlar da tercih edilen adalar. Yalnız seçenekler bu kadarla sınırlı değil. Bali'de ve genel anlamda Endonezya'da o kadar fazla görülecek yer var ki seç seçebildiğin kadar, gönlünce rotalar oluştur.


    Biz bir haftalık tatilimizin 3 gününü Ubud'a, 4 gününü Canggu'ya ayırdık. Canggu'yu niye seçtim? (Evet, ailenin tatil planları tamamen bana ait). Sanırım sörfçüler tercih ettiği için, ve örneğin Seminyak gibi bölgelerden daha az turistik ve daha az kalabalık olduğunu öğrendiğimden. Peki evde sörf yapan var mı? Hayır! :) Tamamen farklı bir ortam olsun istedim. Sörf tahtasını kolunun altına almış gün batımına doğru ilerleyen yaz insanları geldi gözümün önüne:) Hem belki denerdik. Olamaz mı? Tabii ki olmadı. Kendisinden umutlu olduğum Orhun bile bu kez üşendi. Okyanus kıyısındaki şahane plajların keyfini çıkarmak hepimize daha tatlı geldi. Sörf yapmasak da Canggu'yu seçtiğime hiç pişman olmadım.


   Ubud Canggu arası yolculuğumuz, otomobille yaklaşık 1 saat sürdü. Yine Ubud'daki otelimizin sahibiyle anlaşmıştık. Canggu'daki otelden de "Araç ister misiniz?" mesajı gelmişti tabii ki. Daha önce bahsettiğim gibi, Bali'de resmi ya da korsan fark etmez, taksiciler muhakkak sizi bulacaklardır.


    Canggu'ya gelip otelimize yerleştikten sonra kendimizi hemen 3-4 km. uzaklıktaki Batu Bolong Beach'e attık. Akşam saatlerine kadar güneşin ve Hint okyanusunun tadını çıkardık.


    Canggu sörfçülerin gözdesi dedik. Haliyle denizi dalgalı. Bu yüzden bazı gezi yazılarında yüzmeye elverişli olmadığı söyleniyor. Bizim Ege ve Akdeniz kıyılarımızın şahane deniziyle kıyaslandığında bu bir bakıma doğru. Fakat asla yüzülemez değil. Sörfe uygun dalgalar epeyi geride kalıyorlar. O dalgalara kadar olan kısımda yüzmek mümkün. Dalgaların biraz daha yaklaştığı vakitlerde ise hoplayıp zıplamak çok eğlenceli.


   Ben ki dalgalı denizden hiç hoşlanmam, tercihim berrak ve durgun sudur ama Canggu'nun dalgalarında inanılmaz eğlendim. Yerden yere vuran, yuvarlayan, sersemleten dalgalar değillerdi. Bu kadar keyif alacağımı beklemezdim.


   İkinci günümüzü bir başka plaj olan Echo Beach'te geçirmek istedik. Hava kapalıydı, ara ara yağmur atıştırıyordu. Echo Beach kıyıları sörf yapmak için daha uygun olduğundan burada dalgalar daha fazla. Hâttâ o günkü iklimle iyice coşmuşlardı. Ertesi gün hava açarsa tekrar dönmeye karar vererek sahil boyunca yürüdük ve Batu Bolong'a geçtik. O sırada Orhun bizden ayrıydı, biz okyanus kıyısında baş başa 

-ki oğlumuz büyüdüğü için artık çoğunlukla böyle:)- keyifli bir yürüyüş yaptık. Romantizm için her zaman güneşin olması gerekmiyor. Caspar David Friedrich tablolarını hatırlatan enfes gri bulutlar altında ben ve hayat arkadaşım... En güzel, en unutulmayacak anlardandı.
    Bu sırada birbirinden renkli deniz kabukları topladık. Geriye çekilen deniz, kumsalda şahane izler bırakmıştı. Çıplak ayakla ıslak kumlarda yürümek o kadar iyi geldi ki. O gün tüm kış yetecek enerjiyi topladığımı umuyorum.

    Biz iki plaj arasındaki yürüyüşümüzü tamamlarken gökyüzü yavaş yavaş aydınlandı,  güneş yüzünü gösterdi, günümüzün geri kalanını şenlendirdi. Yüzmek için sadece birkaç günümüz olduğu için bizi fazlasıyla mutlu etti.

    Canım güneş sadece parıltısıyla mutlu etmiyordu bizleri. Bali'de gün batımları ayrı şahaneydi. Farklı kişilerden okudum, izledim, Bali'nin turizme yönelik reklamlarından biri zannettim fakat öyle değilmiş. Hakikaten muhteşemmiş. Bu yaşıma kadar gerçek bir akşam güneşi görmediğimi anladım.  Fotoğraflara asla yansımayan güzellikte bir görüntüydü. Kalemle çizmişsin gibi yusyuvarlak... Güneşi gördüm dedirten netlikte... Uzaktaki tepelerin silüetinin üzerinden yavaş yavaş inmesi hipnotize edici...
    Gün batımının fotoğrafını çektim fakat bu işi abartmadım. Zaten gözün gördüğünü asla ekrana yansıtamıyorduk, bu işle uğraşacağımıza anın tadını çıkarmaya çalıştık. Ada'da günü uğurlamak bir ritüeldi. Turistler, yerliler, herkes uygun bir noktaya oturmuş aynı noktaya bakıyor, güneşi uğurluyor. Gündüz başka bir yerde olsalar dahi bu saatlerde plajlara inenler var. O an herkesin hisleri ortak. Kelimelere dökmekte zorlandığım bir duygu durumu. Bali'de günü uğurlamak asla turistik bir hareket değil. Bali'de günü uğurlamak bir tören.


    Kapalı hava ve kıyıya vuran güçlü dalgalar nedeniyle zaman geçiremediğimiz Echo Beach'e bir sonraki gün gitmemiz şart olmuştu. Özellikle kısa bir süre göz attığımız La Brisa aklımızda kalmıştı. Ertesi gün hava yaz normallerine dönünce, tüm günümüzü Echo'nun en güzel plaj kulübü olan La Brisa'da geçirdik.


   La Brisa kulüp-restoran kategorisine girse de aslında kendi deyimleriyle bir "kaçış noktası" ve bu çok daha yerinde bir benzetme. 500'den fazla yerel kayığın parçalarıyla oluşturulan dekorasyon bir masal havası yaratmış. Çocukken denize dair okuduğun tüm öykülerin, romanların burada aklına üşüşmemesi mümkün değil.


   Ahşap mekânın her yeri gerçekten kullanılmış balıkçılık malzemeleriyle süslenmiş. Balık ağları, fenerler, oltalar, deniz kabukları... Tekdüzelikten uzak bir düzenlemeyle her köşe ayrı görsellik sunuyor. Bakmaya, incelemeye bir açık hava müzesi gezer gibi keyifle vakit ayrılıyor.





    Önünde uçsuz bucaksız uzanan Hint Okyanusu ve sen hayalinde bir balıkçı...

    Bali seyahati düşünenlere kesinlikle tavsiye edeceğim bir mekân La Brisa. Biz o gün öğlen saatlerinden akşama kadar tüm günümüzü orada geçirdik. Özleyeceğim günler listeme eklediğim bir gündü. Palmiyelerin gölgesinde, bir masal dekorasyonu içerisinde, okyanus manzarasına karşı tam anlamıyla tatil tembelliği yaptık. Serinlemek istediğimizde denize gidip geliyorduk, Echo plajının dalgalarıyla eğleniyorduk.


    Tüm gün şahane geçmişti ancak akşamüzeri günün en güzel zamanıydı. Güneşi La Brisa'da uğurlamanın keyfini anlatmak zor.


   Ortam sırf gün batımını izlemek, elveda diyen güne karşı içkilerini yudumlamak için gelenlerle kalabalıklaştı. Bali'de adet böyleydi.


    Böyle romantik satırlara maddiyatı eklemek hoş değil belki ama -belirtmeden geçemeyeceğim- bu özel mekânda öğlen saatlerinden akşam gün batana değin suşiden tut dondurmaya kadar 3 kişi yiyip içtiğimize ödediğimiz miktâr yalnızca 300 liraydı. Kişi başı 100 lira. Bazı özel bölümlerde vakit geçirmek istersen ayrıca para ödeyebiliyorsun fakat bizim olduğumuz yerde giriş ücreti yoktu, sadece yiyecek-içecek hesabı geliyordu. İster istemez bizim sahillerimizdeki mekânlarla kıyaslama yaptım. Bizde bu özellikte bir plajda kat be kat fazlasını ödememiz gerekirdi. La Brisa'nın mutfağında yerel ve doğal malzemeler kullanıldığını da ayrıca eklemem gerekir. Balıkların, sebze ve meyvelerin günlük kullanıldığını, doğal ürünlerin ucuza yenmesinin amaçlandığını özellikle belirtiyorlar.


   

Akşam güneşi mutlusu
   Akşam yemeğini de La Brisa'da yemek istedik. Çünkü palmiyelere asılan lambalarla, sahilde aydınlatılmış şemsiyelerle o kadar hoş bir ortam vardı ki ayrılmak zordu. Bu mekân dolu dolu geçen günümüzün baş rolündeydi. Dediğim gibi, çok özleyeceğim.

   Canggu'da deniz kıyısında tek bir günü klüp-restoranda geçirdik. Diğer zamanlarda bizim tabirimizle halk plajındaydık. Ülkemiz kıyılarının kısıtlı serbestliğinin aksine Bali'de bu mümkün. Herkese açık kıyılarda takılmasaydık dünyanın her yerinden gelen turistlerle bir arada olurken aynı zamanda yerel halkı gözlemlemek, sörf yapanları ve yapamayanları izlemek ve hâttâ şu enfes mısırların tadına bakmak nasıl mümkün olacaktı? :)


    Az daha unutuyordum! Bir de köpeklerle oynayan çocukları... Bali halkı köpekleri çok seviyor. Köpeklere gösterdikleri özen ve sevgi dikkat çekici. Köpeklerin mutluluğu da gözler önünde.


   Canggu'da son dolu dolu günümüzü yine Batu Bolong'da geçirdik. Plajın salaş lokantasında çalışanlarla bile aşina olmuştuk artık. Ertesi gün dönüş yoluna koyulacağımız gerçeğini kafamızdan uzaklaştırmaya çalışıp bol bol yüzdük. Yine sörfe üşendik. Normalde yeltenmeyeceğim bir uğraş aslında ama orada o kadar çok deneyen, düşen, kalkan vardı ki arada kaynarım diye düşündüm:) Sörf tahtasının üzerine uzanıp, kollarıyla yüzerek uzaklara giden çoktu da dalgaların üzerinde ayakta geri gelebilen azdı. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen sörf okullarının gençleri, çocukları fazlaydı. Ada'ya yakın mesafedeki Avustralyalılar, sörf konusunda olduğu kadar, günlük yaşama da hakimdiler. Bali'deki birçok turistik mekânın sahibinin Avustralyalı olduğu söyleniyor.


   Seyahatimizin Canggu ayağı da Ubud kadar güzeldi. Birkaç gün de olsa adalı gibi yaşadık. Basit giyindik, vaktimizi doğanın tadını çıkarmak için kullandık. Tüm gün yüzüp dalgalarla boğuştuktan sonra dağılan saçı başı hiç düşünmedik. Akşam yemeği için giyinip süslenmeyi vakit kaybı saydık. Zaten doğallığın ön planda olduğu Canggu'da geçerli olan buydu.

Plaj öncesi dağılmadan :)

    Akşam yemekleri için bir gün La Brisa'da, bir gün -adını not almayı unuttuğum- balıklı ve sebzeli çeşitlerin ağırlıkta olduğu bir burgercide ve bizimkiler çok sevdiğinden iki gün Varuna'daydık. Varuna açık büfe sisteminin olduğu, daha çok bir süreliğine Canggu'da yaşayan gençlerin takıldığı yerel ve salaş bir mekân. Çeşitli projelerle, yaz okullarıyla, staj gibi nedenlerle orada olan Avrupalı, Amerikalı ve tabii ki Avustralyalı genç çok. Biz de bunları Orhun sayesinde öğrendik. Gençlerin kaynaşması, sohbeti çok daha başka oluyor. İşte Varuna, ucuz ve yerel yemeklerinden dolayı bu gençlerin buluşma noktası gibi bir şey. 


    Yiyecekler yerel mutfaktan kızartma ağırlıklıydı. Mücver çeşitleri çoktu. Neyse ki daha hafif sebzelerle destekleme gibi bir seçenek bulunuyordu. Kırmızı et yoktu. Menü tavuk ve ördek eti, pilav, sebze, meyve ve yumurta ağırlıklıydı. Örneğin ben şöyle bir tabak yapmışım. Ne olduğunu bilmeden aldığım, tavuk derisinden yapılmış bir kızartma da yedim. Tüm seyahat boyunca yediğim en faydasız yiyecek oydu sanırım.


    Kızartma tabağından sonra şuraya daha hafif bir tatlı ekleyeyim. Bali'nin gözde kahvaltılık ya da ara öğünlerinden olan smoothie bowl.


   Bildiğimiz smoothie. Yoğurt ağırlıklı, taze sebze ve meyvelerden yapılmış. "Muzumuz bitti" denildiğinde alamadıklarından. Benim canım hindistan cevizlerine dikkat. Şimdi gel de özleme bu lezzeti.


    Canggu'nun ve aslında genel olarak Bali'nin çok şeyini özleyeceğim. Fakat iki şeyi ayrı tutacağım. Birincisi taksiciler, ikincisi satıcılar. Dışarıda olduğun her an sağdan soldan gelen "Taksi" kelimesi bunaltıcıydı. İnsanları görmezden gelip geçip gitmekten hoşlanmıyorum ama taksiye ihtiyacın yoksa burada bunu yapmak zorundasın. Taksi sistemlerini de çözmüş değiliz. Üzerinde Taxi yazan mavi renkli Blue Bird'lerin resmi araçlar olması gerektiğini sanıyorum. Bizdeki sarı taksiler gibi. Ancak onları çevirmek zor çünkü bizim korsan zannettiğimiz, onların "Yerel" dedikleri başlıksız arabaların sürücüleri bunlara izin vermiyorlar. Kendi aralarında ne konuşuyorlar anlamadık tabii ama mavilerde bir çekingenlik olduğu barizdi. Taxi durağı olan derme çatma yerlerde "Bali'yi seviyorsan yerel taksiyi kullan" yazıyor da arkadaş yerelden kastın ne? Tepenizde başlık yok, sağınızda solunuzda yazıya rastlarsak durduruyoruz. Tüm bu kargaşadan ayrı olarak bir de fiyat sorunu var. İllâ pazarlık edeceksin. Normalde plajla otelimizin arası için 50 Rupi alınıyor. Ama ilk söylenen 100 ile 150 arasında bir şey oluyor. Al takke ver külah 50'ye indiriyorsun. 60 verdiğimiz de oldu. Bir akşam bunların arasındaki çekişmenin ortasına düştüğümüz için sinirlerim tepeme zıplamıştı. Üstüne bir de "Hadi çabuk binin!" dediği için gizli bir iş yapıyormuş gibi atladığımız bir Blue Bird şoförü otele kadar "150 Rupi" deyince ben iyice delirdim. "Çabuk çek sağa!" diye bir çemkirdim ki adam "Sakin! Sakin!" deyip durdu:) 60 Rupi'ye gittik. Ne yerel dedikleri taksi, ne Blue Bird, hiçbiri taksimetre açmıyor. Aç diyorsun açmıyorlar. Bu durumda en güzeli eğer kullanabiliyorsan Scooter kiralamak. Soldan akan trafiğe de alışırsan her yeri çok rahat gezersin. Canggu'da kaldığımız otel plajlara ve onların çevresinde konuşlanmış merkez bölgelere birkaç kilometre uzaktı. O yüzden her gidip gelişte taksi kullanmak zorunda kaldık. Taksicilerle uğraşma zorluğu yüzünden Seminyak vb. bölgelere gitmeyi tercih etmedik. Giderken daha rahat giderdik ama dönüş yorardı. Çünkü otele döneceğini bildikleri için akşam saatleri pazarlık çetin geçiyor:) Turistik eşya satıcılarında da benzer bir durum var. Bir kere turistik dükkanlarda aman aman değişik hediyelikler yok. Yine de ufak tefek bir şeyler bakayım dediğinde pazarlığa hazır olman gerekiyor. Örneğin 20 Rupiye alabileceğin bir şey için 150 Rupi diyorlar. Pazarlıktan gerçekten hiç ama hiç hoşlanmam. Ayrıca beceremem. Eşim de pek yetenekli değildir bu konuda. Ama orada yapmamak mümkün değil. Aum hareketi yapan küçücük bir el figürünü beğendim ve fiyatını sordum. 150 dedi. Fakat ederi kesinlikle o değil. İster istemez "Ama çok" diyorsun. "Ne verirsin?" diyor bu sefer. La havle! Neyse onu 20'ye aldık. Ne ara böyle bir sistem oluşmuş acaba? Bunu turistler mi başlatmış, yoksa satıcılar mı? Makûl bir fiyat söylense ve kimse pazarlık yapmadan satın alsa her şey ne kadar daha az yorucu ve üzücü olacak halbûki. Satıcılar bir de şöyle bir savunma geliştirmişler. İşlerine geldiği zaman İngilizce anlıyorlar, gelmediğinde anlamıyorlar. Anlamaza geldiklerinde sinir bozucu şekilde sadece gülümsüyorlar. Hele hele zaten alışverişi yaptıysan "Güle güleee, güle güleee!" diye paket ediyorlar seni. Alışveriş için en güzeli merkez dışında yol kenarlarında gördüğümüz dükkanlar. Bunların toptancı gibi görünümleri var. Ahşap objeler, kumaşlar, yastık-tabak gibi ev dekorasyonu malzemeleri buralardan bakılabilir. Bunun için ya scooterla geziyor olacaksın ve rahat rahat istediğin yerde duracaksın ya da arabayla isen şoföre durmasını rica edeceksin. Durdurmayı göze alamadım açıkçası. Bir de tatillerde alışverişle vakit kaybetmeme gibi bir düsturum var. Zaman açısından müsaitsen ve alışverişi de seviyorsan merkez bölgelerde basmakalıp hediyelik eşyacılar dışında kalan daha kaliteli mağazaları da tercih edebilirsin tabii. Bali'de özellikle kadınlar için çok hoş elbiseler bulmak mümkün. Onları denemek benim için uzun iş. O yüzden yeltenmedim. Hatıra birkaç eşya, yerel içkiler, belki yerel yiyecekler almak daha hoşuma gidiyor. Bir de her yerden şal ya da fular alıyorum. Çok kullanırım. Bali'de ucuzdan pahalıya şaldan bol bir şey yok.


    Velhasılıkelam klasik herhangi bir Bali seyahat yazısında olduğu gibi "Aman da ne tatlıydı Bali insanı" diyemeyeceğim. Yarısı turisti seviyorsa, yarısı mecbur katlanıyor gibi geldi. Bir gün plajdaki bir satıcıya "No, thank you" dediğimde sesini incelterek "Yes, thank you" dedi, taklidimi yaptı:) Bunun gibi bir-iki örnek daha var. Fakat hizmet sektöründekiler son derece güler yüzlüler, çalışkanlar ve misafirleri mutlu etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Örneğin kaldığımız her iki otelin çalışanları böyleydi. Sabah gülen yüzleriyle karşılaşmak güzeldi. Ubud'da ilk gece çok geç gidip hemen uyuduğumuz için, ertesi günü görevli çocuğa "Odayı temizlemene gerek yok" dedim. Ben zaten derli toplu bıraktığım için her gün girilsin istemiyorum. Ama burada çocukcağıza bunu söyleyince bir ağlamadığı kaldı. "Niye ki?" dedi üzgün üzgün. "Zaten geç geldik, temiz yani" dedim. Hâlâ üzgün bakıyor. "Tamam temizle o zaman" dedim. Ne diyeyim? :) Orhun da aynı şeyi söylemiş, ona da aynı tepkiyi vermiş çocukcağız. Aslında huylarını anladım ama meraktan diğer otelde de aynı şeyi yaptım. Yine aynı tepkiyi aldım:) Peki dedim, bir daha da işlerine karışmadım.

    Otel demişken... Bir önceki yazıda da bahsettiğim gibi Bali Adası'nda bir tatil, uçak biletini hallettikten sonra çok uyguna geliyor. Uygun fiyata tertemiz otellerde kalıp çok iyi hizmet alabiliyorsun. Ubud'da kaldığımız otelin -ilk yazıdaki ufak bir avlu görünümü hariç- fotoğrafını çekmeyi unuttum. Kendisi küçüktü fakat odaları çok genişti. Tertemizdi. İki odaya 3 gece, 3 kişi, kahvaltı dahil 500 lira ödedik ki bizim ülkemizde bu şartlarda bir otelde bu çok zor olur. Diğer otel de yine iki kocaman oda, kahvaltı dahil, 4 gece 
3 kişi 1200 liraydı. 

   Denize daha yakın bir yer ayarlayabilirmişim ama otelin yeşillikler içindeki konumu çok iyiydi. Sakinliği, sessizliği bize çok iyi geldi. Kahvaltıyı uyandığını anlayınca odaya getiriyorlar ancak biz üst kattaki terasta, kuş seslerini dinleyerek, yemyeşil bir pirinç tarlası manzarasına karşı yemeyi tercih ettik. Çok erken saatte uyandığım için bizimkileri ve hâttâ çalışanları beklerken, huzur veren sessizliğin içinde aynı manzaraya karşı kitabımı okudum sabahları.


   

Minik otelimizin minik köpeği
   Bali'den Türkiye'ye dönüşü, o sıra uçaklar dolu olduğu için başkent Cakarta'dan gerçekleştirdik. Ancak oraya dair anlatacağım bir şey yok çünkü vakit geçirmedik. Dikkatimi çeken yine hava alanı çevresindeki taksici kalabalığı oldu:) Yalnız Cakarta hakkında şunu söyleyebilirim, öğrenince bana da ilginç gelmişti, başkenti başka bir yere taşımaya başlamışlar. Cakarta bataklık alan üzerine kurulduğundan, yavaş yavaş sulara gömüldüğü için Borneo Adası'ndaki Doğu Kalimantan'a geçiliyormuş. 


    Bali tatili her anlamda öyle dolu dolu geçti ve her anıyla öyle mutluluk verdi ki ne kadar anlatsam az. Algılarımı zorlayan, dikkatimi çok başka yönlere çeken bir seyahatti. Yazdıkça aklıma farklı şeyler geliyor. Mesela, Endonezya televizyonundaki makyaj malzemesi reklamları ilgimi çekmişti. Ünlü markaların reklamlarında tesettürlü oyuncular rol alıyordu. Bizde böyle bir şey dindar olsun olmasın, her iki kesim tarafından da hoş karşılanmaz. Oyuncuların makyajı hafifti ancak bunlar yine de bildiğimiz makyaj malzemelerinin reklamlarıydı. Bizim televizyondakilerle birebir aynı. Sadece oyuncu tesettürlü. Aynı dinin her bölgede aynı yaşanmadığına iyi bir örnek. Ubud'da kaldığımız otelin sahibiyle sohbet ederken "Benim dedemin ruhu bu sefer kızımla dünyaya geldi. Bunu bize rahip söyledi" demesi de ilginçti mesela. Hinduizm'deki reenkarnasyon inanışını biliyorduk tabii ama inanan birinden bunu duymak çok enteresandı. Şaşkınlık göstermek, saçma sapan sorular sormak nezakete sığmaz. Kafa sallayarak dinledik. Çoğunluğu Müslüman ülkede, çoğunluğu Hindular'dan oluşan bir ada zaten başlı başına ilginçti. 

Böyle böyle bir çok konuyu her iki yazıda anlatmadan duramadım. Bu yazıya ulaşıp ilkini okumayan varsa, alt kısıma linki ekleyeceğim ki isterse onu da okusun. Ayrı bölgeleri anlatsa da her iki yazı beraberce benim gözümden Bali manzarası çiziyor. Oradayken herhangi bir yerliye teşekkür edeceğim zaman, tıpkı onlar gibi iki avucumu yüzümün altına doğru birleştirip eğilerek "Suksma", yani "Teşekkür ederim" diyordum. Doğrusu bu teşekkür şeklini çok sevmiştim. Kimisi aynı şekilde karşılık veriyordu, kimisi "Suksma dedi" diye gülüyordu. Hoşlarına gidiyordu yani. Bali'de ailecek geçirdiğimiz her andan mutluyum. Düşündüm, gözledim, bana çok şey kattı. O yüzden şimdi tüm kalbimle şöyle söylüyorum: "SUKSMA BALİ!"



İlgili Yazı: BALİ'DE İLK DURAK... UBUD...






ERDİL YAŞAROĞLU'DAN OYUN...

$
0
0
    Seyahat yazılarının arasına bir başka yazı girmesin derken aklımda olan birçok şeyi paylaşamadım. Örneğin havalar güzel giderken keyifli bir sergi önerisinde bulunacaktım. Geç kaldım fakat neyse ki ucundan kıyısından yakalayacak kadar vakit var.  
    Karikatürlerine herkesin aşina olduğu Erdil Yaşaroğlu, bu kez heykelleriyle Yapı Kredi bomontiada'da ilk kişisel sergisini açtı. Güneşli bir sonbahar gününde, Bomontiada'nın çok sevdiğim açık hava mekânında ve devamında kapalı sergi merkezinde bu keyifli heykelleri izlemek de bize düştü. "OYUN" isimli sergi 
3 Kasım 2019 tarihine kadar ziyaret edilebilir. 


    Penguen dergisinin kurucularından olan Erdil Yaşaroğlu aslında heykel mezunu. Hem de bu işin en iyi okulundan, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden mezun olmuş. Karikatürist kimliğiyle heykel sanatçılığı birleşmiş ve OYUN sergisinde adına yaraşır işler ortaya çıkmış.


   Yapı Kredi bomontiada sergi mekânında Yaşaroğlu'nun kendine has heykellerinin yanı sıra eskiz defterleri, çizimler de yer alıyor. Sergiyi gezmek gerçekten bir oyun gibi. Yanına yaklaşınca arkasını dönen Küçük Mevlevi'ye bayıldım:)


   

    Bomontiada özel bir mekân. İsviçreli Bomonti kardeşlerin 1885 yılında açtıkları bira fabrikasının etrafında şekillenen bölgenin günümüzde tekrar canlandırılması söz konusu. Yaklaşık 130 yıl önce buluşulan, yenen, içilen Bomonti'de bugün tüm bunlara ek olarak müzikten sinemaya, resimden heykele, fotoğrafa kadar uzanan sanatsal etkinlikler düzenlenmekte. İstanbul gibi bir metropole böyle mekânlar çok yakışıyor. Ara Güler Müzesi'nin de burada olduğunu belirtmek gerekir. Erdil Yaşaroğlu'nun heykelleri Bomontiada'nın açık ortak alanına da yerleştirilmiş durumda ve ortama neşeli bir hava katmış. 

    

    Güneşli günler halihazırda devam etmekteyken, eğer görmediyseniz, OYUN sergisini tavsiye ederim. 
Bu arada bizim gibi Ara Güler Müzesi'nin geçici sergisi "Göbeklitepe'ye Bir Bakış"ı da ziyaret etme fırsatı bulup, Popülist'in leziz yemekleri eşliğinde tarihi Bomonti birasını yudumlayabilirsiniz. 
 



 

SEZER ESER PERKER / KLİO'NUN ŞARKISI

$
0
0
   
    Bu sıralar blog sayfama dair teknik sorunlarla boğuştum. Link adresini ve blog adını değiştireyim derken bir şeyleri karman çorman ettim. Bundan 10 yıl önce blog açarken çok fazla düşünmeden "Klio'nun Şarkısı" ismini seçmiştim. Sebebi hemen yan tarafta yazıyor. Fakat genelde gözden kaçtığı için bir de burada paylaşayım ki neden Klio'nun Şarkısı dediğim anlaşılsın:
    "Mitolojide yer alan dokuz ilham perisi vardır. Bunlar Zeus'un kızlarıdır. Şarkı söyler, dans eder, müzik aletleri çalar, şiirler okurlar. Böylece ilham verirler insanlara. Bu kızlardan biri Klio'dur. tarih alanı ona ayrılmıştır. İnsanların unutmaması gereken ünlü, şanlı eylemleri dile getirir. Tarih yazıcılarına ilham verir. Blogumun ismini seçerken bu güzel periden ilham aldım ben de. Zaman içerisinde gördüğümü, yaşadığımı, hissettiğimi, unutmak istemediklerimi, paylaşmak istediklerimi yazmak için ilham versin diye bana... Klio şarkısını söylesin... Biz yazalım. Hoş geldiniz... "
    İşte böyle romantik hislerle seçtiğim isim, mitolojik anlamıyla değil de daha çok bir araba markasının modeliyle tanındığı için, sayfamı ziyaret eden kişilerde bazı bazı "Niye bu ismi seçmiş?" düşüncesi uyandırdı. Doğrusu buna takılmadım. Beni yıkan İstanbul B.Ş. Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun, bir önceki yönetimin gereksiz harcamasını gözler önüne sermek için sıra sıra dizdiği Cliolar oldu :)) Şimdi hepimiz doğal olarak Klio'yu duyunca ilk önce o arabaları hatırlıyoruz. O günlerde herkes müsrifliği konuşup siyasi tartışmalara girerken benim aklımdan geçenleri duysaydınız kahkahalar atardınız. Hadi yediniz, harcadınız, savurdunuz, bari bunu başka model arabalarla yapmış olsaydınız da benim sayfamın ismine yazık olmasaydı. Neyse efendim, madem öyle ismi değiştireyim dedim. Hem zaten blog arkadaşlarıma yorum yazdığımda ismim Klio'nun Şarkısı olarak göründüğü için, bilmeyenler -dönüp sayfayı incelemedilerse- kendi adımla hitap edemiyorlardı. Klio'yu tamamen silip atmak istemediğim için Link adresini klionunsarkısı.blogspot.com olarak düzenledim. Sayfa adı da Sezer Eser Perker oldu. Yorumlarda da böyle çıkacaktı. Fakat ben bu değişiklikleri yapınca eski yazılarım açılmamaya başladı. Sayfanın takipçisi olmayıp dışarıdan okuyan birkaç arkadaşımın haberiyle anladım bunu. Ben de girip baktığımda "Bu sayfa kaldırıldı" gibi bir şey yazıyordu. Malûm, her zaman buradaki takipçilerimiz okumuyor yazıları. Google araması yapıldığında bulunup okunan yazılarımız çok fazla. İşte benim durumumda, Google'da yazım çıksa bile tıklayınca açılmıyordu. Müthiş panikledim tabii. Bir ara düzeltmeye çalıştıkça daha da karıştı. En sonunda eski haline döndürmeyi başardığımda "Bu sayfayı görenler bana haber versin lütfen!" diye bir yazı bile yazdım:) Eski link adresine dönünce görünür olmuştum. Fakat şimdi şöyle bir şey var. Sanırım şimdi de değişiklik sırasında girdiğim birkaç yazı açılmıyor. 
Ki bunlar Bali seyahati yazıları. Canggu hakkında yazdığım ikincisinin okunma sayısı o zamandan beri ilerlemedi. Bu normal bir durum değil. Konu hakkında anlattıklarımdan başka bir fikrim de yok. Fakat daha fazla karıştıramayacağım. Eskiye döndürdüm ve bu şekilde kalacak.
    Yorumlarım yine Klio'nun Şarkısı olarak yayınlanıyor. İsmim sayfaların, yani yazılarımın başında yazıyor. Oraya bari ismimi nasıl kondurdum bir fikrim yok. Teknik konular benden bu kadar:) Çevremdeki gençlere sorup karıştırtmak da istemiyorum açıkçası. İsmim soyadım da kafa karıştırıcı ama olsun. Sayfaya ilk kez ulaşan, fotoğrafıma bakmayan biri rahatlıkla "Sezer Bey" diye yorum yapabilir:) Günlük hayatta da karşılaşmadığım bir durum değil. İsmim, ikinci ismim ve soyadım buram buram maskülenlik kokarken insanlara nasıl kızabilirim? :) 
Er = Erkek. Soyadı benim değil bu arada. Eşimin soyadı. Eser de evlenmeden önceki soyadım değil, ikinci ismim. Kendi soyadımı da kullanıyor olsaydım Sezer Eser Gür Perker olacaktım. Evlendiğim tarihte istersen kendi soyadını yazdırma gibi bir durum yoktu. Olsaydı yazdırırdım. Emin değilim ama şimdi sanırım evli olsan da sadece kendi soyadını yazdırabiliyorsun. Fakat bence benim için çok geç. Sezer Eser Perker diye tanındım bir kere :) Hakikaten öyle ama. Eski iş arkadaşlarım, (evlendikten sonra üniversiteye gittiğim için) üniversiteden arkadaşlarım, hocalarım şimdiki resmi adımla tanıyorlar. Kafiyeli ve değişik olduğu için de asla unutulmuyor:) Sosyal medya hesaplarım da bu şekilde düzenlendi. Resmi işlerle uğraşmak da zor. 
    Her şey bir yana, bir aile kız çocuğuna neden Sezer ismini koyar ki? Sonra o yetmiyormuş gibi niye Eser'i ekler? Perker'in tesadüfiliğine hiç girmiyorum. Annem bana hamileyken "Sezer de olabilir aslında, hem kıza hem erkeğe uyar" demiş. İnsan 19 yaşında doğurunca böyle oluyor:) Doğumdan sonra hastanede belgeler için teyzeme "Bebeğin ismini ne yazalım?" demişler. O da "Sezer diyordu sanırım" demiş. Öyle kalmış. Gerçi Sezer olmasa Burcu ya da Pınar da seçenekler arasındaymış ve şu an düşündüm de galiba Sezer daha değişik:) Hadi Sezer koydunuz, Eser nereden çıktı? Onu da babam nüfus kağıdı çıkarırken aniden gelen ilhamla ekletmiş. Okumayı severdi rahmetli ama şiire ilgi duyduğunu hiç hatırlamıyorum. Nereden gelmiş bu kafiye merakı bilmem. Eskiden arkadaşlarımızın hatıra defterlerine "Şair değilim şiir yazayım, ressam değilim resim yapayım, bari şuraya bir imza atayım" yazardık. Babamınki de o hesap:) Benzer iki isimli olmaktan resmi anlamda çok çektim. Ortaokuldaki takdir belgelerimden birinde ismim "Sezer Esergül" yazıyor mesela. Bunu uygun görmüşler. Böyle bir iki örnek daha var. 
    Annem babam ikinci çocukta daha organize tabii. Ona sadece Aslı demişler. Aslı Gür. Kısa ve net. Budur! Erkek olsa Kerem olacakmış:) Anneme bunları söyledikçe nasıl bozuluyor anlatamam. Her şeye bahanesi ve cevabı olan bir insan olmasından mütevellit "E sen de Eser'i kullansaydın" diyor bir de bana. Çocuk aklımla, herkes bana "Sezer" derken "Eser deyin" diyecekmişim demek ki. Üstelik ha Sezer, ha Eser. Çok farklıymış gibi:) Adımı sevmiyor değilim bu arada. Öyle düşünülmüş, kaderim öyle şekillenmiş. Değişiklik istemem. Perker'le saçma bir uyum yakaladım hem :) Ama yine de kız ismi koyaydınız ya! Yaşı ileri insanlarda Sezer isimli kadınlara rastlıyorum ama benim doğduğum dönemden sonra yok. Genç erkeklerde Sezer'e rastlıyorum. Toplumumuz bilinçlenmiş:)
    İşte böyle, blog adresini değiştireyim, ismimi ön plana çıkarayım derken bir şeyleri karıştırdım ve devamında bunlar aklıma geldi. Bakalım bu yazı kaç kişiye ulaşacak? Umarım karmaşa sürmüyordur. 
Ha bu arada! Ben Sezer Eser Perker! Kadınım! :)









iSTANBUL KİTAP FUARI ALIŞVERİŞİM...

$
0
0
    Geçtiğimiz pazartesi günü TÜYAP'a İstanbul Kitap Fuarı'na gittim. Belli ki bu sene fuarın tadı tuzu yok. Günlerden pazartesi olduğunun farkındayım. Yani en tenha olabilecek gün. Fakat daha önceki yıllarda da hafta içi akşamüzeri saatlerinde ziyaret etmişliğim var ve ilk defa bu kadar tenha olduğunu görüyorum. Yayınevlerinde de bir azalma var sanki. Ve imza etkinliklerini incelediyseniz bu sene birçok yazarın fuara gelmeyeceğini görmüşsünüzdür. Bana kalırsa bu sene keyifsizliğin neden ekonomik. Her şey gibi kitaplar da pahalı. Devamlı kitap alan bir okur olarak artışı minimumda tutmaya çalıştıklarının farkındayım fakat ister istemez artan fiyatlarla cebimize giren paranın artışı aynı oranda olmayınca alım gücümüz düştü. Birkaç yıl önce o fuardan poşet poşet kitapla çıkardım. Kuşe kağıda basılı sanat kitapları, Orhun'un çizgi romanları vs. gibi daha lüks alımlar da cabası. Şimdi aynı şeyi yapamıyorum. Çok istiyorum, aklım kalıyor ama abartmadan alış veriş yapıyorum. Çoğu kişinin aynı durumda olduğuna eminim. Eskiden bir de fuarda çok iyi indirimler olurdu. İndirimlilerin içinde şahane kitaplar vardı. Şimdi yok. 10 lira diye ayırdıkları kitapların içinde alacak bir şeyler bulamadım. Sahaf tarafından 10 liraya bir roman aldım ki onlar da geçen sene 5 liraydı. Geçen sene sahaftan 5 liraya çok güzel kitaplar almıştım. Ha şöyle bir durum var tabii, hafta sonu yine 5 liraya inebilir. Fakat bu sefer o zamana kadar seçenek azalıyor. Katılımcı yazar az olsa da umarım önümüzdeki hafta sonu eski şenlikli hava yakalanır. Umarım yayıncı da kazanır, okur da kazanır. Hafta sonu fırsatım olursa belki bir kez daha uğrarım. 

    Bu alışverişimde hangi kitapları aldığıma gelince... Okuyan arkadaşlarla fikir alışverişinde bulunmak iyidir. 
Az sayıda da olsa paylaşmaya değer kitaplarımdan bahsetmek isterim.
      Şule Gürbüz'den sadece Kambur'u okudum. Tüm romanlarını okuma isteği veren bir tat aldım. Kambur'dan sonra sıra Coşkuyla Ölmek'te. Şule Gürbüz sessiz ama güçlü bir edebiyatçı. Favori yazarım Hakan Günday'a hangi yazarın kitaplarını sevdiği sorulduğunda her seferinde Şule Gürbüz'ün ismini verir. İlber Ortaylı son kitabı 
Bir Ömür Nasıl Yaşanır'da Şule Gürbüz için şunları söylüyor: 
    "...Musiki ve felsefede tecrübesi olan birini, Şule Gürbüz'ü anmadan geçemeyeceğim. Gürbüz, bizim muhitimizin sessiz ama çok aranan bir aydınıdır; medyayı da kullanmaz. Kullansa belki çok çekici konuşmalar da yapacaktır. Yazdıkları arasında Zamanın Farkında, Öyle miymiş?, Akıl Yoktur: Ne Yaştadır Ne Başta, Coşkuyla Ölmek, Kambur'u sayabiliriz. Dikkat ettiğiniz zaman renkli ve etkili bir Türkçedir; üslubuyla Hüseyin Rahmi'yi, Ercüment Ekrem'i, Ahmet Rasim'i andırır ama bunun çok ötesine geçmiştir. Adeta o ekolün yazarlarından biridir. Şüphesiz ki dünya görüşü itibariyle de kendi asrını temsil eder. Gözlemleri zengindir; Avrupa'yı içinden, diliyle yaşayarak tanımış; diplomasını almıştır. Şarkın musikisini ve sanatlarını da bilir. Bir yandan da bir çello üstadıdır. Şule Gürbüz; genç nesilde umut veren, yeniliği arayıp ona yaklaşanlardandır". 
    E daha ne olsun? Popüler değil ama kitlesi var. Şule Gürbüz okunur. 


    Amin Maalouf yeni kitap çıkarmış da ben okumaz mıyım? Uygarlıkların Batışı deneme türünde. Günümüz devletlerine dair yazılardan oluşuyor. Fikrine değer verdiğim isimlerin denemelerini zevkle okuyorum, bunu da seveceğime, muhakkak bir şeyler alacağıma eminim. 


        Efendim, tüm romanlarını okumayı hedeflediğim bir yazar daha... Japon asıllı İngiltere vatandaşı, Nobel ödüllü Kazuo Ishiguro. Onun o sakin akan cümlelerini seviyorum. En son okuduğum Günden Kalanlar'da yazar değişen İngiliz toplumunda geleneklerine tutunan bir uşağı anlatıyordu. Bu kitapta değişen dünyaya ayak uydurmaya çalışan kişi ise bir Japon ressam. 


    Bir Türk kadın yazar daha. Buket Uzuner'in seyahat yazılarını çok seviyorum. New York Seyir Defteri'ni okumamıştım. Vakit bu vakitmiş. Balık İzlerinin Sesi ise içinde Romain Gary geçtiği için dikkatimi çekti. Romain Gary ile yeni tanıştım. Ancak henüz bir kitabını okumadım. Fuardan almayı umuyordum fakat bulamadım. Internette araştırdığımda da stokta olmadığını görüyorum. İyice bir bakmam lâzım. Yazarın Emile Ajar ismiyle yazdığı iki kitap ise stokta var. Romain Gary ilginç bir isim. 1914'te Litvanya'da doğar. Önce Polonya'ya göçerler, 14 yaşında annesiyle birlikte Fransa'da bulur kendini. 2.Dünya Savaşı'nda savaş pilotluğu yapar. Savaşın ardından diplomat kimliğiyle görünür. Oyuncu Jean Seberg'le evlenir. Öyküler, romanlar, senaryolar yazar. Başarılıdır. Goncourt Akademisi Edebiyat ödülünü kazanır. Gün gelir eleştirilmeye başlar Gary. Eleştirmenler eskisi gibi yazamadığını söylerler. Gary, bunun üzerine Emile Ajar ismiyle kitaplar çıkarmaya başlar. Emile Ajar eleştirmenler tarafından göklere çıkarılır. Eleştirdikleri kitapların yazarı ile ile övdükleri kitapların yazarı aynı kişidir. Kim olduğu bilinmemesine rağmen Emile Ajar, Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü'nü kazanır. Oysaki bu ödülü iki kere aynı kişinin almaması kuralı vardır. Bak sen şu eleştirmenlerin işine! Romain Gary de kendi hayatına kendisi son veren yazarlardan. Emile Ajar'ın kim olduğunu intihar mektubunda açıklayarak eleştirmenlere müthiş bir gol atmıştır. Hayatına dair daha bir çok ayrıntıyı okuduğum bu ilginç yazarı daha kitaplarını okumadan sevdim. Kitaplarını da seveceğimi hissediyorum. Önce kendisini bir de Buket Uzuner'in satırlarından tanıyalım bakalım.


    Beat Kuşağı'ndan William S.Burroughs'u henüz okumadım ama Jack Kerouac'ı bilirim. İkilinin bu kitabı çok ilginç. Arkadaşlarının işlediği bir cinayeti öğrenen, ancak bunu polise bildirmeyen yazarlar bu suçtan dolayı tutuklanırlar. İşte bu kitap bu gerçek olayın hikâyeleştirilmiş hâli. Aynı zamanda Beat  hareketinin ilk ürünü.



    Fotoğrafta başlık net görünmüyor çünkü kitap 1995 basımı. Bayan Kristof Kolomb'un Keşifleri. Sahaftan aldığım. Kitabın arkasında şöyle yazıyor: "Kristof Kolomb'u bilmeyen var mıdır? Ya onun evlendiği kadını, Dona Felipa Moniz e Perestrello'yu? Bayan Kolomb, ünlü bir adamın gölgesinde kalmış olsa da, dünyayı sonsuza kadar değiştiren keşiflerin keskin bir dille yorumlanışı olan bu anlatı, onun da kaleminden çıkmış olabilirdi". 
İlginç değil mi? Gerçek olaylara dayanan bir kurgu roman. 

    Fuardan bir de kendi yazdığı kitapları satan engelli bir arkadaşımızdan Uykudaki Aşk'ı aldım. Kendisine belki daha önce rastlamışsınızdır. Tekerlekli sandalye kullanmak zorunda olan, yüksek ölçüde konuşma ve hareket engelli bir yazar arkadaş. Erdal Yalçın. Geçen sene de kendisinden birkaç kitabını almıştım ve sanırım birkaç sene önce Haydarpaşa Garı'ndaki kitap festivalinde alışveriş yaptığım arkadaş da yine kendisiydi. Bu fuarda numarasını hatırlamadığım salondan sahaf tarafına geçerken olan ara bölümde duruyor. Çoğu insan tarafından görmezden geliniyor. Bunu önümüzdeki günlerde gidecek olanlar belki destek olmak için kitaplarından birini alırlar diye yazıyorum. Üstte saydığım kitaplardan biri gibi değil belki, çok büyük puntolarla yazılmış incecik bir kitap. Fakat engelli arkadaşımızı hayata bağlayacak değerde. Kredi kartıyla ödemek isteyen için yan taraftaki sahaf arkadaşlar yardımcı oluyorlar. 

    Bu seneki İstanbul Kitap Fuarı alışverişimin özeti budur. Ben de keyifle okuyayım , sizler de keyifle okuyun:) Gidecek olanlara iyi alışverişler efendim...




İÇİMDEKİ ÇOCUK

$
0
0
    Bu sene İstanbul Bienali sergilerine çeşitli sebeplerle -Pera Müzesi'ndeki hariç- katılamadım. Aslında bu hafta sonuna kadar tamamlama fırsatım var fakat benim gibi son günlere bırakanlar yüzünden sergi mekânlarının aşırı kalabalık olacağına eminim. Zannederim bu son 3 günü de değerlendiremeyeceğim. 
    Bienal bu hafta sonu bitiyor. Ancak paralelinde gerçekleşen "İçimdeki Çocuk" sergisinin süresi 
29 Aralık'a kadar uzatıldı. Abdülmecid Efendi Köşkü'ndeki bu sergiyi ziyaret ettim. Hafta içi kalabalık olmayacağını düşündüğüm saatlere denk getirmeye çalıştım ancak yanılmışım, çok kalabalıktı. Bu sene 
ne yazık ki bienale dair söyleyecek pek sözüm yok, isteyip de halâ gidemeyenler için bu hafta sonunun son şans olduğunu hatırlatabilirim yalnızca. İçimdeki Çocuk sergisine dair izlenimlerimi ise ziyaret tarihinin uzatılmasından dolayı aktarabilirim. 
    Nakkaştepe'deki tarihi köşk, son halife Abdülmecid Efendi'nin yazlık konutu. Bugün Koç Topluluğu Spor Kulübü tesisleri içinde yer alıyor. Belli zamanlarda sanatsal faaaliyetlerle ziyarete açılması hoş. Bu sene de tıpkı 2017'de olduğu gibi İstanbul Bienali paralelinde düzenlenen "İçimdeki Çocuk" sergisiyle gündemde. 

   İçimdeki Çocuk, ziyaretçilere Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Koç koleksiyonundan bir seçki sunuyor. Picasso'dan Ahmet Doğu İpek'e; Antoine de Saint-Exupery'den Taner Ceylan'a yerli-yabancı pek çok sanatçı bu sergide. Tarihi mekânla çağdaş sanatın zıtlıktan doğan uyumu yine etkileyici.

Dean Snyder - Final Freeze

Erwin Wurm - Disobedience

Daphne Wright - Kitchen Table
    
Nancy Fouts - Bird On Arrow

Yaşam Şaşmazer - Shell

Claudio Bravo - Autorretrato

Ronit Baranga - Wild Thing

    Sadece iç mekân değil, köşkün bahçesi de sergileme alanı olarak kullanılmış. 

    Kendime birkaç hatıra almanın dışında çok fazla fotoğraf çekmedim. Önünde yem verirken, poposunda ise artistik halde fotoğraf çektirmek için sıraya girilen zürafayı hiç fotoğraflamadım örneğin. Örnekleri Instagram'da bol bol görebilirsiniz. Bir sergiyi, bir müzeyi gezerken fotoğraf işini abartmam. Önem verdiğim konu eserleri incelemektir, tanımaktır. Üzülerek söylüyorum ki son zamanlarda bilhassa böyle popüler etkinliklere sadece Instagram fotosu çekmek ve orada olduğunun altını çizmek için gidenler çoğaldı. Deliler gibi fotoğraf çekerken gerçekten sergi için gelenlere fiziken ve ruhen öyle engel oluyorlar ki. Ayrıca fotoğrafını çektikleri eseri kim üretmiş ilgilenmiyorlar bile. İnsan merak etmez mi? Sanatçının ismine en azından bir göz atmaz mı? "İçimdeki Çocuk" için şöyle bir kitapçık bastırılmış. 


    Serginin konusuna uygun olarak bir çocuğun elinden çıkmış gibi çizilen primitif çizgiler her bir eseri tanımlıyor. Gezerken bu kitapçığa bakarak karşındaki eserin kime ait olduğunu anlamak bence çok keyifli. Ve aslına bakarsanız beyin jimnastiği için de mükemmel. Fakat ziyaretçiler kitapçıkla birlikte ilerliyorlar mı? Hayır. Kitabı rehber alan bir genç kız gördüm sadece. Neyse. Belki evde bakacaklardır diye düşünerek iyimserliğimi korumak istiyorum. 
    Sergiye ilgi güzel. Özellikle şu günlerde içeriye girebilmek için hafta içi dahi en az 1.5-2 saat kuyrukta beklemek gerekiyor. Ziyaretçiler daimi sanatseverler, Instagram fotoğrafı çekmek için gelenler ve son halifenin köşkünü görmek için gelenler olarak 3'e ayrılıyor. 2 saat kuyrukta beklerken haliyle gözlem yapıyorsun. Bahçedeki küçük dereye yerleştirilen ayak heykelleri için (David Breuer-Weil/Visitors) "Herifin ayağı nasırlı" diyenleri duymak zorunda kalıyorsun mesela. Günümüzde belki geçerliliği tehlikede fakat nerede nasıl davranılması gerektiği konusunda takıntılıyım. Böyle davranışlardan hoşlanmıyorum. Yine de, her şeye rağmen bu tip mekânların, sergilerin, etkinliklerin ücretsiz olarak herkese açık olmasını önemsiyorum. Belki küçük adımlarla da olsa ilerleyeceğiz, sanat bizi iyileştirecek, zevkimizi, fikrimizi inceltecek. Kimimiz eğitimli olsak da kabayız, kimimiz yetişirken imkân bulamadığımızdan bilemiyoruz bazı şeyleri. O gün sıra beklerken, ister istemez arkamdaki iki genç kadının konuşmalarına tanık oldum. Sergi hakkında, bahçedeki eserler, köşk vs. hakkında kendilerince konuştular. Bir tanesi az önce bahsettiğim bahçedeki heykeller için "Yanlış yerleştirilmiş. Çok ışık vuruyor fotoğrafı çekilemiyor" dedi. Bir heykelin yerleştirilmesinde öncelik fotoğraflamadaymış gibi. Zaten devamlı fotoğrafları Instagram'a koyacağından bahsediyordu, hattâ bunun için özel giyinmiş. İçimden la havle çektim. Fakat "Bahçe bakımsız" vb.yorumlarda bulunduktan sonra, bir noktada bu genç kadın, "Yine de Allah razı olsun, ücretsiz yapıyorlar da gezip görebiliyoruz" deyince bende yelkenler suya indi. Hakikaten belli ki kültür-sanat etkinlikleri için bütçe ayırmakta zorlanıyorlardı. Konuşmalarından anlaşılıyordu. Çok sonra kendime kızdım, çaktırmadan sohbet açıp konuşabilirdin, bilgini paylaşabilirdin dedim. Sanat tarihi okuyup, öğretmenlik de yapmış biri olarak, ukalâlık etmeden bunu yapabilirdim. Biliyorsan fakat gerektiğinde paylaşmıyorsan bilmenin ne faydası var? Herkesle konuşulmaz. "Ben bilirim" havasında olup gelecek bilgiye kapalı olanlar var. O yüzden dikkatli olurum. Fakat o genç kadınla sohbet edilebilirdi. 2 saat boyunca kendilerini epeyi tanıdım:) İşte tam bu noktada bir ülkenin varlıklı ailelerinin tavırları devreye giriyor. Koç Ailesi ülkemizde kültür-sanat-eğitim alanında faydalı olan ailelerin en başında geliyor. Toplumun her kesimine ulaşan çalışmaları var. Bünyelerindeki müzeler, galeriler, salonlar, araştırma enstitüleri saymakla bitmez. Festivallere, restorasyonlara sponsorlukları saymakla bitmez. Yurt dışında da bizi şahane temsil ederler. Son haberlerden biri New York Metropolitan Müzesi'nde İslami Eserler bölümündeki iki galeriye sponsor olmaları ve isim vermeleri. Kültürel değerlere yaptıkları katkılarla dünyada ve ülkemizde yaptıklarının karşılığını alıyorlar, takdir ediliyorlar. Sosyal ve ekonomik anlamda yeterli imkânı bulamayan birisi bir gün çıkıp "Allah razı olsun" diyebiliyor. 
    İçimdeki Çocuk sergisinden izlenimlerim bunlar. Aralık sonuna kadar uzatılmış olması, merak edenler açısından güzel. Yalnız ismine bakıp küçücük çocuklarını götürecek olanların tekrar düşünmesini tavsiye ederim. Muhtemelen onları da eğlendirir diyerek çocuklarıyla gelen çoktu. Burada çok küçük çocuklardan bahsediyorum. Belli bir yaşa gelince elbetteki çocuklar da sergilere gidecekler. Ancak 1.5-2 yaşındaki çocukların saatlerce sıra beklemeleri, bu sırada sıkılıp gürültü yapmaları ve sergiden hiçbir şey anlamamaları bana mantıklı gelmiyor. (Bahçe bebek arabası doluydu, öyle söyleyeyim). İçeride şöyle eserler olduğunu ve korkan çocuklarla karşılaştığımı belirteyim de yine siz bilirsiniz:)
   Patricia Piccinini eserlerini severim ama 2 yaşındaki çocuğunuz ne düşünür bilemem. Herkes yaşına uygun faaliyetlerde mi bulunsa acaba? Ya bak yine aklıma +18 yaş sınırı olduğu halde ailesiyle sinemaya giden, hattâ bazen yanında ailesi olmadan içeriye sokulan çocuklar geldi. Neyse. Tuhaf zamanlardayız deyip susuyorum.
    Son söz Abdülmecid Efendi hakkında olsun. 2017 yılındaki sergiyi anlatırken, Abdülmecid Efendi'nin yaptığı, köşkün içini gösteren şu resmi paylaşıp şöyle yazmışım:
   
       
  "İyi eğitim almış bir Osmanlı aydınıdır. Ressamdır ve Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nin destekçisidir. Eserlerinde Batılılaşma dönemindeki Osmanlı soylu yaşantısının izleri görülür. Bir zamanlar sanatsal sohbetlerin yapıldığı yazlık evinde uluslararası bir serginin düzenleniyor oluşu kanımca hoş bir harekettir. Sanat her zaman... Sanat her yerde... Sanat herkes içindir." 





BUGÜNLERDE...

$
0
0
    İki gün önce yeni yaşıma girdim. Elveda diyen yaşımın son birkaç gününde farklı bir coğrafyada, Sicilya'daydım. 2 yıla yaklaşan bir süre önce İtalya'dan aldığımız Schengen vizesi için artık bu ülkeye bir ziyarette bulunmamız gerekiyordu. Eşimin bu ziyareti doğum günüme denk getirmesi hoş bir sürpriz oldu. Biraz da uçuş saatlerini dikkate alarak Sicilya Adası'nı ben seçtim. Zaten merak ettiğim bir yerdi. 
Yaz kalabalığından arınmış tarihlerde gezmek güzeldi. Hem belki yaz değildi ama tam bir ilkbahar havası hüküm sürüyordu Akdeniz'in o civarlarında. 
    Bir mahalle ötesi ya da dünyanın uzak bir köşesi... Fark etmez. Gezmek, görmek, tanımak kendimi bildim bileli keyif aldığım, öncelik verdiğim şey oldu. Neredeyse çocukluğumuzdan beri beraber olduğumuz hayat arkadaşımı da tarafıma çektim:) Aslında, daha doğrusu şu olacak sanırım, bunca yıldır hayatı beraber keşfedince, aynı keyiflerde buluşunca, anılar biriktirdikçe bu konuda ortak bir felsefe geliştirebildik. Belki başka maddi ihtiyaçlar dururken bize manevi anlamda çok şey katacak seyahatlere öncelik verdik. En son örnek: Bir süre önce baya iyi sallandığımız depremde duvarlarımızda derin sıva çatlakları oluştu. Panik yok, tehlikeli değiller. Deprem sigortası kapsamında kontrolleri yapıldı. Hepsi dekoratif çatlak ama az buz değiller, epeyi bir masraf çıkaracakları gibi tüm o sıva, badana vs. işleri fiziksel olarak zorlayacak. Erteledik. Bahara kadar erteledik. Onun yerine Sicilya'ya gittik:) İşi gücü ertelemenin bir sebebi de sağlık sorunlarıydı. Yaklaşık bir yıldır iki merdiven dahi çıktığımda nefes nefese kalmamın sebebi yüksek miktarda demir eksikliğiymiş. Kolay kolay doktora gitmem. En son beş sene önce gitmişim, ondan öncesi de bir beş seneye denk geliyor. Fakat en ufak hareketlenmede bile zorlanınca mecbur kaldım. Bunun bir sebebi küçükken kalp romatizması geçirmiş olmammış. Kalp kapakçığı etkilenmiş ama neyse ki fazla değil. Bu noktada boğaz enfeksiyonu geçiren çocuklarınız için dikkatli olmanızı, gerekli tüm tahlilleri yaptırmanızı hatırlatırım. Aile hekimimiz "Anlatamıyorum ailelere" dedi. Yani zaten bir çarpıntı ve ritim bozukluğu sıkıntım var ama son zamanlarda aşırı artmasının en büyük sebebi demir eksikliğiymiş. "Kan nakli yapmamız lazım" dedikleri için önce biraz endişelendim fakat neyse ki ilaç tedavisine karar verdiler. Sonrasında duruma göre bakılacak. E şimdi tüm bunları toplarsak, kış vakti evin altını üstüne getirip nefes nefese sıva-badana işlerine girişmek mi yoksa Sicilya'da Akdeniz güneşinin altında sağlık bulmak mı mantıklı? Sorarım size dostlar! :) 
    Catania ve Taormina'dan oluşan seyahatimizi anlatacağım. Ama şimdilik Facebook'taki paylaşımımla bitiriyorum. Pastanın hikâyesi enteresan. Minik bir girizgâh olsun.
    "Yeni yaşıma girmeye saatler kala çok farklı bir bölgede, Sicilya adasında Catania'daydık. Bir de burada üflemek için bir pasta seçtim. Catania'nın her noktasından Etna yanardağı görünüyor. "A! Ne güzel! Etna'nın pastasını yapmışlar" dedim. Bugün öğrendim ki Etna falan değilmiş bu, Azize Agatha'nın göğsüymüş:) Romalılar kadıncağızı göğüslerini keserek öldürmüşler. Neyse artık. İlk defa bu sene şımarıklık yapıp 3 pasta üfledim. Bir tanesi de böyle olsun:) Hayat böyle bir şey zaten. Bazen gülerek, bazen üzülerek, bazen çok başarılı olarak, bazen hata yaparak, yanılarak, öğrenerek ilerliyoruz. Yaşamın her halini seviyorum. Yeni yaşım hoş geldi! İyi dileklerde bulunan herkese teşekkür ederim."







CERVANTES'İN DÜNYASINDAN YARIŞ PİSTLERİNE...

$
0
0
    Hafta sonu izlediğim bir tiyatro oyununun ve bir filmin kritiğiyle buradayım. İlki "Don Kişot'um Ben". Daha çok Ozan Güven'i tiyatro sahnesinde görmek isteyenlerin ilgisini çeken bir oyun. Benim öncelikli tercihim Baba Sahne yapımı olması. Zira Bir Baba Hamlet'i çok beğenmiştim.
    Don Kişot'un konusunu, yazarının Cervantes olduğunu hepimiz biliriz. Seyrettiğimiz oyun, Mihail Bulgakov uyarlaması. Don Kişot'la birlikte maceradan maceraya atılan seyis Sancho Panza bu kez bir kadın. La Mancha'nın soylularından, gençlik yıllarını çoktan geride bırakmış, hafiften deliliğe bulaşmış Alanso Quijano yani Don Kişot adalet aramak amacıyla yola çıkmaya karar verir. Yakınları ona göz kulak olması için evin beslemesini erkek kılığına sokup Sancho Panza olarak yanına yoldaş ederler. Bundan sonra olaylar güncel konulara da atıfta bulunulan bir komedi olarak ilerler. Oyun uzun. Fakat sıktığını söyleyemem. Tempo düşmüyor çünkü oyuncular çok iyiler. Yalnız sıkmamak için yaşanan hareketlilik sırasında ne yazık ki bazı konuşmalar anlaşılamayabiliyor. Yüksek tempoya rağmen net duyduğum iki cümle var ki beni biraz rahatsız etti. "Dul kadının eli ağır olur" ve "Eli lezzetli olanın yatağı da lezzetlidir" cümleleri. Ne gerek vardı anlamadım. Yazılı veya görsel bir eser içerisinde mantıklı duran hiçbir şeye, fikrime uymasa dahi itirazım olamaz. Fakat bunlar gerçekten anlamsızdı. Halk diline yakın konuşup güldüreceğim derken gereksiz yere seksist söyleme kaymak olmamış. Üstelik ilerleyen sahnelerde Sancho Panza'nın vali olduğu zaman, handa çalışan kıza saldırdığı için suçlanan katırcıyı kadına şiddet konulu çeşitli mesajlarla yargılaması ve hapse atması alkış almak amacıyla sergilenmişti. Ortada tecavüz yoktu bile. Kız resmen iftira attı, katırcı hapse girdi, biz de alkışladık :) Elmalarla armutlar yine birbirine karıştı. Bunlara kafayı takmazsanız, neyin ne amaçla yapıldığını tahmin ediyorsanız,  yani zamanın ruhunu çözdüyseniz, amacınız yalnızca eğlenmekse, Ozan Güven ve Günay Karacaoğlu'nu sahnede izlemek isterseniz tavsiye edilebilir bir oyun. Don Kişot gibi romantik bir edebi karakteri Charles Manson'la ilişkilendirmek ne kadar doğru bilemem ama ne çare ki Ozan Güven'in bazı tavırları onu hatırlattı:) Muhtemelen o sırada onu taklit ediyordu aslında. Başarılıydı.

    Gelelim filme. Pazar günü Asfaltın Kralları'nı izledik. Orijinali "FORD v FERRARI" olan ismin Türkçeye "Asfaltın Kralları" olarak çevrilmesi berbat ama film güzeldi. Otomobil yarışlarının en zorlularından biri olan Le Mans yarışlarının birinciliğini her seferinde Ferrari'ye kaptıran Ford'un bu konuda atılım yapması üzerine gelişen biyografik bir film bu. Ford'un amacı yarışlarda zirveye çıktıktan sonra araba satışlarını arttırmak. Yeni geliştirilecek olan yarış arabasının tasarım ekibinde yer alan ve bu arabayla Le Mans 1966 yarışına katılan Ken Miles'ın amacı ise en hızlı arabayı yapmak ve kazanmak. Matt Damon'ın canlandırdığı Carroll Shelby o zamana kadar Le Mans yarışını kazanmış tek Amerikalı yarışçı. Sağlık sorunlarıyla pistlerden uzak kalınca işin ticari kısmına yönelmiş ve otomotiv sektörüne girmiş. En hızlı arabayı yapmak için Ford'la anlaşan Shelby'nin büyük umudu Ken Miles. Adam hem iyi bir tamirci, hem de korkusuz bir yarışçı. Aksi, başına buyruk ama tutkulu Miles'ı canlandıran Christian Bale. Ve bu rolde çok başarılı. 

   Film her ne kadar Amerikan Ford ile İtalyan Ferrari'nin rekabeti gibi lanse edilse de aslında bu 
Ken Miles'ın hikâyesi. Emekçi ile sermaye, para ile tutku ilişkisinin hikâyesi. Sevimsiz patron Ford karşısında centilmen Enzo Ferrari'yi tutsam da Ken Miles'ın uğruna Le Mans 66'yı Ford'un kazanmasına sevinmek durumunda kaldım:) Gerçi adamcağızın zaferine bile gölge düşürdüler ama gerçek hikâyeyi bilmeyip filmi seyredecek olanlar için bu konuda ipucu vermeyeyim.
Ken Miles ve Carroll Shelby
   Şahane spor arabaların, bol bol yarış görüntülerinin yer aldığı Asfaltın Kralları'nı izledikten sonra eve geldiğimde Orhun'un çocukluğundan sakladığım spor arabalarını çıkarıp tek tek sevesim geldi:) Filmde geçen Ford Shelby'miz bile var. Bir de o çok ufakken Play Station 1'de beraber oynadığımız yarışları düşündüm. Çok oynardık. Ama ben Play Station 1'de kaldım. 2'den itibaren asla beceremedim, gitgide zorlaştı :) Velhasılıkelam, salonda zırt pırt telefonlarını açanlar yüzünden sinemaya daha az gidiyor olsak da seyrettiğimize değdi. Bu telefon bağımlılığının sonu ne olacak arkadaş? Sadece sinema mı? Artık tiyatroda bile açıyorlar. Hem fotoğraf ve video çekiliyor, hem mesaj vs.'ye bakıp çevredekiler rahatsız ediliyor. Üstelik bunun yaşı da yok. 17 yaşında bir delikanlı da aynı görgüsüzlüğü yapıyor, 60 yaşında bir kadın da. Olan gerçekten film ve oyun izlemeye gelmiş izleyicilere oluyor. Ve bana bu yazıyı durduk yere böyle bağlamak düşüyor.







MÜZİK TARİHİNDEN ALTIN BİR YAPRAK

$
0
0
   12 Aralık akşamı Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası'nın bir konserindeydik. Her sezon, orkestranın -hepsine olmasa da- birkaç konserine muhakkak katılmaya çalışıyoruz. Bu son konserin programı biraz farklıydı. Bu kez müzisyenlere İlber Ortaylı konuşmacı olarak eşlik ediyordu. "Müzik Tarihinden Altın Bir Yaprak" isimli konserin konusu Avusturya ile Türkiye arasında diplomatik ilişkilerin başladığı 1791 yılı ile Ankara'da Avusturya Büyükelçiliği'nin  kurulduğu 1935 yılları arasını kapsıyordu. Sözü geçen zaman diliminden, Orta Avrupa'dan ve Türkiye'den besteciler ve eserler seçilmişti. Sevdiğimiz tarihçimiz 
İlber Ortaylı ile klasik müzik takipçilerinin çok sevdiği orkestra şefi Sascha Goetzel bu eserler üzerinden kısa kısa müzik ve genel tarih söyleşisi yaptılar. Borusan Filarmoni'nin 2008 yılından bugüne sanat yönetmenliğini ve sürekli şefliğini yapan Sascha Goetzel'in Avusturyalı oluşu konuyu daha bir anlamlandırıyordu. Ve güzel bir katkı da Dorothea Roschmann'dan geldi. Grammy ödüllü bir sanatçıyı dinlemek her zaman karşılaşılan bir şey değil. Konserde yer alması mutlu etti. Roschmann, önemli bir senfoni bestecisi olmasının yanı sıra şarkıları da olan Gustav Mahler'den eserler seslendirdi. BİFO müzisyenleri yine çok iyiydi. Programda Muzika-ı Hûmayun'un başında görev yapan Donizetti Paşa'dan Mozart'a, Ahmet Adnan Saygun'dan Haydn'a, Franz List'ten Ferit Tüzün'e ve diğerlerine kadar uzanan önemli besteciler yer alıyordu.
    Bir tek şey dışında her şey güzeldi. O da İlber Hoca'nın sesinin çok az duyulması. Sakin bir konuşma tarzı olduğu malûm. Buna göre bir teknik düzen oluşturulmalıydı. Öndeki birkaç sıra haricinde duyma problemi yaşandı. Ara ara duyduğum kelimeleri anlatılanlara dair bildiklerimle birleştirip kendimce toparlamaya çalıştım. Örneğin İlber Hoca'dan "Franz List Türkler'i ve İstanbul'u çok severdi" dediği an gerisini anlamasam da bestecinin İstanbul seyahatini düşündüm. Konser, benim için müzik arası böyle beyin fırtınasıyla geçti:)
    Sascha Goetzel yine enerjikti, sempatikti. "Biz Avusturyalılar ve Türkler" diyerek yakınlık mesajları verdi. "Hepimiz eğlenmeyi severiz, sıcağız" gibi söylemlerde bulunup benzerlikler kurmaya çalıştı ama açıkçası kendisine katılamadım. Evet, Viyanalı şef belli ki sıcak bir insan ancak iki kez bulunduğum Viyana'da gördüklerim onun tam tersiydi. Kesinlikle soğuk ve ukâlâ insanlar olduklarını düşünüyorum. Belki bana öyle denk geldi ama başka hiçbir ülke insanı için böyle düşünmedim. Hem birçok biyografi ve anı kitabında da bunun böyle olduğunu defalarca okudum. Örneğin konserin konusunu kapsayan tarihler arasında özellikle sanatçılar için hiç de kolay bir ortam yokmuş. Mozart'a az çektirmemiş Viyanalılar.

    Efendim, yazının tek görseli konserin hemen öncesinden. Sohbet köşesinin hoşluğunu göstermek için çektim. İlgilisine, tekrarı olursa kaçırmayın derim. Bir sonrakinde ses sorununa dikkat edilir diye düşünüyorum. Ve sayın okuyucu! Satırlarıma Dorothea Roschmann'ın konserde seslendirdiği, 
Gustav Mahler'in "Güzelliğim İçin Seviyorsan Beni Eğer"şarkısının sözleriyle son veriyorum. 
Müzikle kalın, sanatla kalın!

                                 Güzelliğim için seviyorsan beni eğer,
                                 Ah! Sevme beni!
                                 Güneşi sev,
                                 Onundur en güzel sarı saçlar.

                                 Gençliğim için seviyorsan beni eğer,
                                 Ah! Sevme beni!
                                 İlkbaharı sev,
                                 Gençtir o her sene.

                                 Zenginliğim için seviyorsan beni eğer,
                                 Ah! Sevme beni!
                                 Deniz kızını sev,
                                 Parlak incileri vardır onun.

                                 Aşk için seviyorsan beni eğer,
                                 Ah! Sev beni!
                                 Her zaman sev,
                                 Seveyim ben de seni sonsuza dek.






BENİM SİCİLYA'M...

$
0
0
    Sicilya Adası'nı görmeyi çok istiyordum. Fakat beni adaya çekenin ne olduğunu tam olarak bilmiyordum. Sicilya deyince aklıma çoğumuz gibi mafya geliyordu, Etna yanardağını biliyordum, kendilerini İtalyan olarak tanımlamadıklarını duymuştum. Sonra güzelim Akdeniz iklimi geliyordu aklıma. Okul yıllarından hatırladığım verimli topraklar. Son yıllarda turizm açısından patlayan sahiller. Doğum günümü ve vize nedeniyle İtalya'ya giriş yapmamız gerekliliğini bahane edip düştük yollara. Kasım ayının güzel bir cuma sabahıydı. Bizim için 2019'un son seyahatiydi.

    İki buçuk saatlik uçuşla Sicilya'nın bu tarihlerde THY ile ulaşılan tek noktası olan Katanya'ya (Catania) vardık. İnince saatlerimizi 2 saat geriye almak durumunda olduğumuzdan yol için hiç vakit kaybetmemiş gibiydik. Uçakta Pavorotti belgeselini seyrettim. İtalya topraklarına İtalyan opera müziğiyle adım atmanın keyfini yaşadım. Pavorotti kuzeyli. İtalya'nın kuzeyinde yer alan Modena'da doğmuş. Ülkede kuzey ve güney arasında birbirlerini pek benimsememe durumu var. Gerçek İtalya havasını almak için güneyin tercih edilmesi gerektiği hep söylenmekte. Sicilya adası güneyde ve ucun da ucunda. Bir filmde Sicilya için "Çizme şeklindeki ülkenin tekmelemek istermiş gibi durduğu ada" denmiş ya hani? Coğrafi açıdan da, sosyal açıdan da cuk oturmuş bir tanım olmuş. Bu durumda bakınız İtalya haritası:

    Sicilya yaz aylarında tercih edilen ve dolayısıyla o tarihlerde kalabalıklaşan kocaman bir ada. Neyse ki sonbahar mevsimindeyiz. Ortam sakin. ALIBUS otobüsüyle havaalanından şehir merkezine kolayca ulaşıyoruz. Konaklayacağımız yere giriş yapmak için henüz çok erken. Birer sırt çantasından başka eşyamız da yok. O halde Katanya için amaçsızca gezme zamanı.
    İşe ve okula gidenlerle şehir yeni yeni uyanıyor. Hava sıcak, güneşli. Ne de olsa Akdeniz'deyiz. İlk durağımız, tesadüfen rastladığımız fakat birkaç seyahat yazısından aşina olduğum Villa Bellini oluyor. 1801 Katanya doğumlu opera bestecisi Vincenzo Bellini adına kurulmuş orta ölçekli bir şehir parkı burası. Seyahat tavsiyelerinde illâ yer verilecek özellikte değil. Ancak bizim vaktimiz var, şehri tanımaya çalışıyoruz. O yüzden sabah temizliğini yapan park görevlilerini, koşuya ya da yürüyüşe çıkmış insanları, okula giderken parkın içinden gülüşerek geçen çocukları gözlemlediğimiz için memnunuz. Bir de üzerine Etna'yı ilk kez burada fark etmez miyiz? Villa Bellini hafızamda Etna'yı ilk gördüğüm yer olacak kalacak.

 

   Etna, Sicilya diliyle Mongibello, dünya üzerindeki 500 aktif yanardağdan bir tanesi ve Avrupa'nın en büyüğü. Sık sık hareketlilik yaşıyor. Bizim orada olmamızdan 10 gün önce bile yaşanmış bu hareketlilik. Katanya'nın çok yakınında. Tüm heybetiyle şehrin birçok noktasından görünüyor. Bu anlamda çok etkileyici. Bazı geceler ağzından yükselen kıvılcımları gözlemek bile mümkünmüş. Bizim orada bulunduğumuz süre içinde böyle görüntülerle karşılaşmadık. İster miydim? İsterdim. Bunun saf ve bencilce bir hareket olduğunu kabul ediyorum:) Fakat şu gerçeği unutmamak gerekir ki yaklaşık 500.000 yaşında olan bir yanardağdan bahsediyoruz. Benden çok önce de oradaydı, çok sonra da orada olacak, lav ve ateş püskürtmeye devam edecek. Hayran hayran seyrettim ama Etna'nın güzel bir fotoğrafı yok elimde. Daha sonra Etna caddesinin sonuna doğru yürüyüp çekeriz dedik ama ikinci günümüzü Taormina'da geçirdiğimizden ve son gün yağmurlu olduğu için dağın manzarası kapandığından o fırsatı yakalayamadık. Elimdeki birkaç fotoğrafta uzaktaymış gibi görünüyor fakat Etna Katanya'ya çok yakın. Tam bu noktada Sicilya'ya bağlı Aeolian adalar grubu içinde yer alan Stromboli yanardağını da hatırlatmak gerekir. Stromboli aktif yanardağlardan bir diğeri. Sicilya halkının diken üzerinde yaşadığını söylemek yanlış olmaz sanırım.
Apartmanların arasından Etna'yı gördünüz mü? :)

   Villa Bellini'de biraz vakit geçirdikten sonra günün ilk kahvesini içmek için hemen karşısındaki pastane Savia'ya geçtik. 1897 yılından beri faaliyette olan bir işletme burası. İtalya'da pastane çok. Savia ise Katanya'nın en meşhuru.
    Savia ayak üstü kahve içenlerle, yiyeceklerini alıp gidenlerle epeyi kalabalık. Fakat biz turistiz, acelemiz yok. Boş masalardan birine oturuyoruz. Ben fıstıklı çöreklerden sipariş ediyorum, eşim bir çeşit küçük pizzayı ve Sicilya'nın meşhur pirinç toplarından Arancini'yi istiyor. Bizim Antep fıstığının eşi, benzeri,akrabası, tıpkısı, ne derseniz işte o fıstık bu iklimin gözde bitkilerinden biri. Fıstıklı yiyecekler, fıstık temalı hediyelik eşyalar her yerde.
  Savia'daki enerji molasından sonra yine sokaklardayız. Haritaya göre ilerlemiyoruz. Ayaklarımız bizi nereye götürürse oraya... Önce bir pazar yerinde buluyoruz kendimizi. Hem sebze-meyve bölümü, hem tekstil, gündelik eşya vb. bölümü bizimkilerden farklı değil. Farklı olan deniz ürünleri kısmı. Anlaşılan "denizden babam çıksa yerim" sözü Sicilya'da epeyi geçerli. Balık harici birçok küçük deniz canlısı da tüketiliyor. Ve salyangoz da pek revaçta. Deniz ürünlerinin bolluğu tabii ki mutfaklarına yansımış. Balık restoranlarının çokluğunda, pizzacı dahil menülerinin içeriğinde kolaylıkla gözlenebiliyor.

 

   Esnaflığın yok olmadığı şehirlerde gezmek güzel. Katanya'da da durum bu. Muhtemelen adanın diğer yerleşimlerinde de aynı şey geçerli. Ara sokaklarda sık sık terziye, ayakkabıcıya, saat tamircisine, küçük berber dükkanlarına rastlıyoruz. Birkaç broşürde outlet ilanları gördüm ama sanırım bunlar şehir dışında. Elbette Katanya'nın büyük caddelerinde ünlü İtalyan markalarının mağazaları var. Ancak çirkin ve yorucu alışveriş merkezlerine rastlamadık. İnsanların AVM'lere mecbur edilmediği yerleri seviyorum.



   Az önce "Katanya'nın büyük caddeleri" dedim fakat aklınıza kocaman kocaman bulvarlar gelmesin. Etna Caddesi'nin başı çektiği birkaç cadde hariç dar yollar kuşatıyor kenti. Bunu arabaların kapılarındaki boydan boya çiziklerden de anlıyorsun:) O kadar çok var ki. Güzelim Fiat 500'ler belli ki dar sokaklara kurban gitmişler.


    Etna her zaman bizim orada olduğumuz tarihlerdeki gibi uslu durmuyor tabii. Katanya, Etna'nın 17.yy. sonundaki büyük patlamasının ardından yaşanan depremle yerle bir olmuş. Bu yüzden yeniden yapılanan şehir merkezinde tarihi akıma uygun olarak Barok mimarı tercih edilmiş. Bir meydandan diğerine geçerken bunu rahatlıkla gözlemliyoruz. Haritayı açmış geziyor değiliz. Rastgele yürürken tarihi ve turistik meydanların en önemlilerine kendiliğinden çıkıyor yollarımız. Her biri bir diğerine ulaşıyor. Bol kıvrımlı, süslü dönem binalarının kimi lav taşıyla yapıldığı için farklı görünüyor gözümüze. Koyu gri renkli bu binalar nedeniyle kimi gezgin Katanya'nın kasvetli göründüğünü yazmış. Seyahat öncesi aklıma şüphe düşüren ve endişelendiren bu söylemlerin doğru olmadığını anladığım için mutluyum. Her bina lav taşıyla yapılmış değil. Ara ara görünen koyu renkli tarihi yapılar, kasvet değil ilginç bir görüntü oluşturuyor, Sicilya'da bir yanardağın dibinde olduğunu belgeliyor. Bazı yolların da bu taşla döşenmiş olması durumu değiştirmiyor. Katanya güneşli bir Sicilya kenti.



   Bence en sevimli meydan Piazza dell'Universita, yani Üniversite Meydanı. Çevresinde Katanya Üniversitesi binalarının yer alması, gençlerin varlığı bunun en büyük sebebi. Tarihi 15.yy'a dayanan üniversite fen bilimleri ağırlıklı bir kurum. Özellikle tıp konusunda iddialılarmış gibi geldi bana. Yurt dışında okumak isteyen gençlere ufak bir hatırlatma olsun.
Katanya Üniversitesi'nin binalarından biri.





   Üniversite meydanını gençlikle bağdaştırdım fakat tabii ki sadece böyle değil. Örneğin bu orta yaşlı beyle iletişimimiz güzeldi. Dinlenmek için oturduğumuz bankta yanımıza geldi. Önce sigarasını içti. Sonra sohbet açmaya çalıştı. Çalıştı diyorum çünkü tek kelime İngilizce konuşmadı, e tabii Türkçesi yok, bizim de İtalyancamız yok. Nereden geldiğimizi sorduğunu anladık. Biz "Türkiye, İstanbul" deyince o "Boğaz" dedi, "Anadolu" dedi. "Bizans" dedi." Kusura bakmayın" der gibi gülümseyip ekleyerek "Konstantinopolis" dedi. Belli ki bilgisi çoktu ama sohbet dil engeline takıldı. Anadolu'da var olduğunu kastedip bir meyveyi anlatmaya çalıştı. Eliyle kabuk açıyor vs. Karşılıklı kafaya taktık, fotoğrafta görüldüğü üzere yazılışını istedik. Çıkaramadık bir türlü. Ancak akşam saatlerinde anladık Antep fıstığından bahsettiğini. Bunu yorgun olmamıza bağlıyorum, her şey öğleden sonra 1-2 saat uyuyup dinlenince netleşti:)


    Üniversite meydanına yakın olan Piazza Bellini daha küçük bir meydan ancak bana mücevher kutusunu anımsatan değerli bir binaya sahip. Bir opera binası bu. Teatro Massimo Bellini. 1890 yılında Bellini'nin başyapıtı "Norma" performansıyla açılışı yapılmış. Eğer bir temsil izleme olanağı yoksa belli bir ücret karşılığı içerisini görmek mümkünmüş fakat ben bunu sonradan öğrendim. Fırsatı kaçırmış olduk.

    Bellini meydanı ve opera binasının geceleri çok daha etkileyici bir görünüme sahip olduğunu söyleyebilirim.

    Ben daha küçük olanlarını daha fazla sevmiş olabilirim ancak Katanya'nın en büyük, en turistik, en hareketli meydanı Piazza Duomo. Burası hemen her Avrupa şehrinde olduğu gibi katedralin civarında şekillenen ana meydan. UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alıyor. Merkezindeki fil heykeli nedeniyle turistler tarafından Fil Meydanı olarak da adlandırılıyor. Heykelin neden fil şeklinde olduğu hakkında rivayetler muhtelifmiş ancak YouTube'da Pronto Tur rehberinden dinlediğim bana mantıklı geldi. Büyük depremden sonra şehir yeniden inşa edilirken görevli olan valinin şirketinin logosu fil olduğu için yapılmış bu heykel. Her turistik nesnede romantik bir yan aramamak gerektiğinin örneği gibi. Hemen arkasındaki yönetim binası Palazzo degli Elefanti'nin cephesinde de fil heykelcikleri bulunuyor. Bina bugün de belediye sarayı olarak kullanılıyor.


   Duomo meydanının ana kraliçesi, en büyük dini yapısı Cathedral of St.Agatha, ilk hıristiyanlardan Azize Agatha'ya adanmış. Agatha zamanın Roma valisinin evlilik teklifini reddedince, inancını değiştirmeyince türlü işkencelere maruz kalmış. Göğüsleri kesilmiş. Bu yüzden meme kanseri hastalarının koruyucu azizesi kabul edilmekteymiş. Adına yapılmış katedralden anlaşılacağı gibi Agatha aynı zamanda Katanya'nın da koruyucusu. Azize Agatha'nın bize ulaşan bir hikâyesi de var. 11.yy.'da Bizans hakimiyeti sırasında, azizenin naaşı o zamanın başkenti Konstantinopolis'e yani İstanbul'a getirilmiş ve bir süre burada kalmış. Tekrar Katanya'ya döndüğü 
17 Ağustos günü bayram olarak kutlanmaktaymış. Mezarı bugün bu katedralde. Tıpkı ünlü besteci Vincenzo Bellini'nin mezarının burada olduğu gibi.



   Meydanlar çeşmesiz olur mu? Bu pek mümkün değil. Duomo meydanının da güzel bir çeşmesi var. 1867 yılından beri Amenano nehrinin sularıyla beslenen, meşhur Carrara mermeriyle yapılmış Fontana dell'Amenano...
    Çevresindeki binalarda restorasyon olduğu için fotoğraflar pek iyi olmadı. Ne gam! Gözümüzün gördüğü çeşme, zaten ekran ardından göründüğünden çok daha güzeldi. Eskiden kadınlar çamaşırlarını burada yıkarlarmış. Biz ise bugün diğer turistler gibi önünde poz veriyoruz.


    Amenano çeşmesinin ardına uzandığımızda balık pazarıyla karşılaştık. Taze balıklar, bağıra çağıra konuşan satıcılar ve müşterileri... Olup biteni izleyen turist grubuna karışmamak olmazdı. Ayhan Sicimoğlu'nun "Dünyanın en matrak balık pazarı" dediği yerdeydik.

    Ortamın curcunasını bir süre izledikten sonra yakınlardan gelen balık kokularına dayanamayıp Scirocco'nun masalarından birine kuruluverdik. Burası sokak lezzetleri duraklarından biri.
    Külahlar içinde servis edilen kızarmış deniz ürünleri şahaneydi. Saatlerdir yürümenin getirdiği yorgunluğumuza çok iyi geldi. Biz tazecik deniz ürünlerini atıştırırken balık pazarı yavaş yavaş toparlandı.

    Dinlenmek için odamıza doğru ilerlerken rastladığımız Antik Roma tiyatrosu kalıntıları Sicilya tarihi hakkında ipucu verir nitelikteydi. Akdeniz ticaret yollarının önemli bir noktasında bulunan, verimli topraklara sahip bu ada Fenikeliler'in, Kartacalılar'ın, Yunanlar'ın, Romalılar'ın, Vandallar'ın, Ostrogotlar'ın, Araplar'ın, Normanlar'ın, Bizans'ın hakimiyetine girmiş. Bir süre İspanyollar'ın, bir süre Habsburg ve Bourbon hanedanlıklarının yönetimindeymiş. Osmanlılar daha çok ticari ilişkiler içerisinde kalmışlar. Tüm bu trafikten Sicilya'nın ne kadar ilgi çekici bir ada olduğunu anlamak mümkün sanırım.


   Doğrusu Katanya'daki ilk günümüzde epeyi bir yer gezip, bilgi sahibi olduk. Üstelik uykusuz bünyemizi dinlendirmek için birkaç saat vakit bile ayırabildik. Akşam üzeri tekrar çıktığımızda ışıl ışıl parlayan alışveriş caddesi Etna üzerinden yol alıp, dikkatimizi çeken mağazalara göz atıp tekrar Üniversite Meydanı'na geçtik. Gözümüze kestirdiğimiz bir restorana girdik. Uzun uzun tavsiyelere gerek var mı bilmem. Restoranlar zaten hoş; pizzalar, makarnalar, deniz ürünleri lezzetli. Fiyatlar birçok Avrupa kentine göre uygun ve porsiyonlar bol. 
Sicilya şarabı ise pek meşhur.


    Sicilya'da ikinci günümüzü Taormina'da geçirmeye karar vermiştik. Güne başlarken önce İyon deniziyle selamlaştık. Adına Homeros'un destanlarından, mitolojik öykülerden aşina olduğum İyon denizine karşı, bir zamanlar hayali ya da gerçek bu sularda seyreden gemileri düşünerek kahvemi yudumladım. Tam bu noktada şunu hatırlatmak isterim: Sicilya adasının hem İyon denizine, hem de Akdeniz'e kıyısı var.


   Sicilya yaz tatilleri için tercih edilen bir ada. Ancak Katanya bir liman şehri olduğu için bu tercihe pek dahil görünmüyor. Daha çok çevre yerleşimlere ulaşmak için kullanılan bir merkez özelliğinde. Taormina ise tıpkı Siracusa gibi, Agrigento gibi denizle buluşma noktalarından biri. Belki de en çok tercih edileni. Mevsim nedeniyle plajlarından yararlanamayacak olsak da Taormina bizim de tercihimiz oluyor. Hem sıkça methini duyduk, hem de Katanya'ya sadece 1 saat uzaklıkta.
Taormina

   Taormina'ya ulaşmak için önce tren istasyonuna bir göz atıyoruz, sefer saatinin ileride olduğunu öğrenince hemen yakınlardaki otobüs şirketine yöneliyoruz. Daha erken saatlerdeki seferi kaçırmışız, mecburen 11.00 otobüsüne bilet alıyoruz. Her iki istasyonun arasında ufak bir turist danışma kabini var ancak istasyon gişelerindeki görevlilerde İngilizce sıfır. Bilet işlerini ortak bir dil olmadan çabucak nasıl hallettik bilmiyorum. Aslında seyahat boyunca genelde böyleydi. Üzerimizde hoş bir rahatlık, farklı dillerde konuşsak da ada halkıyla çok iyi anlaştık.
    İtalyanlar rahat insanlar. Roma'da da aynı şeyle karşılaşmıştık, otobüs biletlerinde koltuk numarası yok. Önce binen oturur. Tamam mevsim sonbahar ama yine de bizim gibi turist çok. Sadece 3 kişinin ayakta kalmasıyla kurtardık, doluştuk otobüse. Tahmin ediyorum yaz kalabalığında bu geliş gidişler daha zorlu oluyordur. O durumda en iyisi araba kiralamak olacaktır. Neyse, onu da yazın yolumuz Sicilya düşerse düşünürüz, biz şimdi Taormina'nın keyfini çıkaralım.

   Katanya'dan Taormina'ya ulaşmak isteyen yolculara yol boyunca tüm heybetiyle Etna yanardağı eşlik ediyor. Kimse gözlerini sol taraftan ayıramıyor. Açı değişip bir parçacık uzaklaşınca Taormina'ya ulaşmış oluyoruz. Bu kez masmavi denizden alamıyoruz gözlerimizi. Otobüsle geldiğimiz için merkeze ulaşma yolunda kıvrıla kıvrıla tırmanıyoruz. Trenle gelmiş olsaydık deniz seviyesinde kalacaktık ve merkeze yokuşlu yollarda yürüyerek ulaşacaktık. Yaz aylarındaysak Taormina kent merkezine ulaşmak için teleferik kullanacaktık. Bu mevsimde faaliyette değildi.
Taormina kent merkezine çıkarken... Daha yolumuz var.

   Kent merkezine girmek için Messina kapısına doğru ilerlerken sevmeye başlıyoruz burayı. Rengarenk seramik dükkanları karşılıyor bizi. Bir de her türlü limon ürününün satıldığı minicik dükkanlar. Messina Kapısı, Taormina'nın trafiğe kapalı ana caddesi Corso Umberto'ya açılıyor.






    Corso Umberto, sağlı sollu dizilmiş taş binaların altındaki mağazalarlarla, restoran ve kafelerle cıvıl cıvıl. 
Biraz da yazlık, turistik, popüler mekân gözüyle baktığımızda tipik. Ancak ulaştığı 9 Nisan Meydanı 
(Piazza IX Aprile) var ki işte burası kendine özgü. Ve çok güzel. Çok sevdim.


   Damalı zeminin oluşturduğu 9 Nisan Meydanı'nın bir tarafında St.Joseph kilisesi yer alıyor. Onun hemen karşısındaki korkuluklar İyon denizi manzarasına açılıyor. Deniz mavisinden gözünü ayırıp başını sağa çevirdiğinde şahane bir Etna manzarasıyla karşılaşıyorsun. Ayrıca meydanda bir saat kulesi ve St.Augustine kilisesi yer alıyor. Kiliseler tıpkı Katanya'da olduğu gibi 17.yy'a tarihleniyorlar.



   Burada epeyi bir vakit geçirdik. Daha önce Corso Umberto üzerinde bir pizzacıda mola verdiğimiz için bu meydanda bir yerde oturamadık ama bir bank üzerinde konuşlanarak tipik bir pastaneden aldığımız cannolileri denizi, Etna'yı, dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş turistleri izleyerek, sohbet ederek afiyetle midemize indirdik. Taormina fotoğraflarında sıkça rastlanan bu meydan, kişisel seyahat listemde en sevdiklerim arasında yerini aldı bile.


    Taormina'da fazlaca vakit geçirdiğimiz yerlerden biri de Parco Duca Di Cesaro oldu. İsminden de anlaşılacağı gibi burası bir park. Rehberlerde genelde Villa Comunale Di Taormina olarak geçiyor. Bu kez seyahat öncesinde inceleme yapmaya pek fırsat bulamadığımdan Katanya'yı ve Taormina'yı spontane gezdik. Aslında görülmesi gereken yerler listesinde olan bu şahane parka tesadüfen rastladık. İyi ki rastlamışız.

    Villa Comunale Di Taormina hem hikâyesiyle, hem içindeki farklı yapılarla, hem bitki çeşitliliğiyle ilginç bir park. Hikâye İngiltere'de başlıyor. Bir İngiliz soylusu olan, aynı zamanda Kraliçe Viktorya'nın arkadaşı Lady Florence Trevelyan, 1881'de Taormina'yı ziyaret ediyor ve o kadar çok seviyor ki yerleşmeye karar veriyor. Kimi söylentilere göre ise kraliçenin oğlu Edward'la ilişki yaşadıkları için buraya sürülüyor. Öyle ya da böyle Lady Taormina'yı çok seviyor. Bir gün köpeklerinden biri hastalanınca veteriner bulamadığından kasabalı doktor Cacciola'dan yardım alıyor. Köpek kurtuluyor, Taorminalı doktor ve soylu İngiliz kadın evleniyorlar. Evlerinin bahçeleri işte burası. Lady Trevelyan Cacciola bahçeyi yüzlerce bitkiyle dolduruyor, egzotik çeşitlerle donatıyor. Çok ilginç kuş evleri ve kendisinin "Arı Kovanı" dediği pagoda şeklinde okuma, dinlenme köşeleri yaptırıyor. Lady'nin hikâyesini okumadan önce bu pagodalara anlam verememiştim. Yerelliğinin dışında farklı bir mimari, farklı bir hava. Meğer hepsi Lady'nin hayal gücünü, zevkini yansıtmakta imiş. Bitkilerin bakımı dahil her şeyle tek tek ilgilenmiş, vaktinin çoğunu burada geçirirmiş. İngiltere'deki memleketine gönderme olarak buraya "Hallington Siculo" adını vermiş.




    Lady Trevelyan Cacciola, Taormina'nın toplumsal ve kültürel yaşamını ileriye taşıyan isimlerden biri. Yerel bir internet sitesinde Taormina'nın 19. ve 20. yy. boyunca buraya yerleşen, burayı evi olarak benimseyen olağanüstü insanlar sayesinde geliştiği ve bugüne ulaştığı yazılmakta. Örneğin Goethe. İlk ünlü turistmiş. Tanıtımını sağlamış. Ressam Otto Geleng burada birkaç ay kalıp öyle manzara resimleri yapmış ki bunları Avrupa'da sergilediğinde kimse böyle bir yerin varlığına inanmamış. O da " E, gidin görün o zaman" demiş:) DH Lawrence, Truman Capote burada ilham bulan yazarlardan. Teofist C.W. Leadbeater, Taormina'nın doğru manyetik alanlara sahip olduğunu keşfettiğini yazmış. Oscar Wilde da bir süre burada kalmış. Lady Trevelyan, Wilde hapisten çıktığında ona maddi destek sağlayan isimmiş.

    Lady'nin bahçesi muhteşem bir deniz manzarasına da sahip. Zamanında nasıl nefis bir dinlenme ve hâttâ terapi noktası ise bugün de öyle. 1920'lerde kamuya açılmış. Gezmelere doyamadık. Bir köşesinde Birinci Dünya Savaşı'nda bilmem hangi gemiyi batıran torpido ve yine birkaç silah sergilenmese, o romantik havaya gölge düşürülmese daha iyi olacakmış ama neyse ki bunlar oldukça az yer kaplıyorlardı.

   Taormina'da görülmesi gereken yerlerden birinin antik Yunan tiyatrosu olduğu söyleniyor. Ancak biz vakit darlığından ziyaret edemedik. Burada ilk Yunan kolonisi M.Ö 8 yy.'da kurulmuş. Tiyatro o günlerden yadigar ve bugün de çeşitli festivallere, gösterilere ev sahipliği yapıyormuş. Tarihi kalıntılar ve Etna manzarası beraberce etkili bir görüntü oluşturuyormuş. Vakit ayırmak lâzım. Tiyatroya akşamüzerine doğru Katanya'ya dönüşümüze yakın saatlerde rastladığımız için koştura koştura ziyaret etmek istemedik. Üstelik yaz aylarında 5 Euro olan giriş ücreti 10 Euro'ya çıkmıştı. Fakat aklımızda kaldı. Umarım bir daha yolumuz düşer. Festival demişken... İncelediğim kadarıyla güzel festivaller oluyor burada. Geçmiş film festivalinin afişi hâlâ duruyordu. İtalyan sinemasından, Hollywood'dan ne isimler vardı ne isimler! 1955 tarihinden beri sürmekteymiş bu festival. Küçücük bir kasabada ne büyük bir etkinlik.




   İşte böyle renkli bir yer Taormina. Eminim yaz mevsiminde şahane oluyordur. Deniz kıyısına inemedik ama yüksekteki kent merkezinin sokaklarında gönlümüzce gezdik. Renkli olduğunu söylemiştim. Aynı zamanda havalı da. Bu yüzden Katanya'ya göre daha pahalı. Yine de Sicilya deyince akla gelen ilk yerlerden biri, muhakkak görülmek isteneni. Bir Eylül zamanı, kalabalıklar azalmışken, güneş sıcaklığını çekmemişken, bu kez şahane denizinden de faydalanmak için tekrar Taormina'da olmak isterim.


    Biz kış saatine geçmedik, diğer Avrupa ülkeleri geçti. Oralarda hava daha erken kararıyor. Bu yüzden çok geç olmasa da Taormina'dan Katanya'ya dönüş yolculuğumuz karanlık saatlere rastladı. Şehrin ışıklarına kavuşunca ilk işimiz akşam yemeği için bir gün önce gözümüze kestirdiğimiz grill restorana gitmek oldu. Tamam Sicilya'dayız ama pizza, makarna da bir yere kadar:) Ayrıca BIF Grill House, önünden her geçtiğimizde keyifli kalabalıklara rastladığımız için dikkatimizi çekmişti. Tercihimizden memnun kaldık. Az önce merakımdan internete girip baktım, puanı epeyi yüksekmiş. Katanya'ya yolu düşüp ilgilenenlere farklı bir tavsiye olsun. Pizza, makarna, deniz ürünleri ve pastane ürünleri zaten nerede yersen ye genelde güzel. Aklıma gelmişken yazayım. Sicilya'da at ve eşek eti de yeniyor. Kasap dükkanlarında resimlerini görmesem inanmazdım. Niye inanmayacağımı da bilmiyorum gerçi. Malûm, alışkanlıklar her ülke için aynı olamaz.

    Akşam yemeğinden sonra meşhur meydanların olduğu turistik merkeze yürüdük. Cumartesi akşamıydı, ortam bir önceki güne göre daha hareketli olabilirdi. Yanılmamışız.

    Herkes sokaklardaydı. Özellikle gençler. Ama lise çağındaki gençler. Çok ilginçti ve hoştu. Kalabalıklar halinde klüplerin, barların önünde duruyorlar ama ellerinde içki yok. Hâttâ sigara da yok. Çünkü yaşları çok ufak. Bağıra bağıra konuşuyorlar, gülüyorlar. Biraz daha yaşı büyük ve herhalde paralı olanları arabalara doluşmuşlar. Arabadan arabaya bağıra bağıra kavga eden kızlar İtalyan filmlerindeki sahneleri hatırlatıyorlar. Bol bol göçmen de var tabii. Arada bir ortam hararetleniyor, itişme yaşanıyor. Polis arabaları kendini gösterip kayboluyor. Nereye bakacağımızı şaşırdık:) Sicilya, mafya, göçmen kelimelerinin birçok insanda tedirginlik yarattığının farkındayım. Buna bazı seyahat yazılarına yapılan yorumlarda rastlıyorum. Şunu söyleyebilirim ki Taormina'yı fazla turistik bir yer olduğu için konu dışı tutarsak,  Katanya'da hiçbir tehlikeli durum yaşamadık, kesinlikle korkmadık. Senin benim gibi insanlar. İstanbul'da yaşayıp "Sicilya pek tekin değilmiş" demek biraz üstten bir tavır. Yok mafyanın doğum yeriymiş, göçmen çokmuş vs. Göçmenler var, grup grup takılan çok fakat bir bakıyorsun grubun içinde farklı milletlerden çeşit çeşit genç var. Yani herkes illâ kendi hemşehrisiyle değil. Bazen bu gruplar arasında hareketlilik yaşanıyor, birkaç kez rastladık ama ileriye gittiğini görmedik. Bizde sadece trafikte bile çok daha ağır şeyler yaşanıyor. Klişelerden kurtulmak lâzım. Sicilya eşittir mafya söylemi fazla yüzeysel. Sicilya benim için -hele bir de gidip gördükten sonra- Etna yanardağı, güneşli günler, limon ağaçları, rengarenk seramik dükkanları, nefis deniz ürünleri, sen ne dersen de kendi lehçelerinin İtalyancasıyla cevap veren insanlar demek. Seni kendilerinden gibi karşılıyorlar. Ne özel bir ilgi var, ne de bir dışlama. Onlar rahat, biz rahat. Ah şöyle vakit ve nakit ayarlansa da Sicilya'yı otomobille, dokuz ayrı yerleşim yerinde birkaç gün kala kala baştan aşağı dolaşsak. İstediğimiz yerden denize girsek, nefis yemeklerini mideye indirsek. Güzel, bu ada güzel! Az vakitte çok sevdim. Ve bu sene yeni yaşıma girerken eskisinin son saatlerini orada yaşadım. Üniversite meydanındaydık, burada da mum üflemek istedim ve bir pasta seçtim. Etna olduğunu zannetmiştim. "A! Ne güzel! Etna'nın pastasını yapmışlar" dedim. Türkiye'ye dönünce öğrendim ki bu pasta Azize Agatha'nın göğsünü temsil ediyormuş:) Manastırdan çıkma bir yiyecekmiş ve özellikle Azize Agatha festivalinde tüketilirmiş. Hayat böyle bir şey zaten diye düşündüm. Bazen gülerek, bazen üzülerek, bazen çok başarılı olarak, bazen hata yaparak, yanılarak ilerliyoruz. Ama hep öğreniyoruz.

   Katanya'da son günümüzde hava yağmurluydu. Açık havada gezmek pek mümkün görünmüyordu. Bu yüzden zaten aklımızda olan Sinema Müzesi'ne erken bir saatte girdik. Ve neredeyse havaalanına gidene kadar vaktimizi orada geçirdik. Küçük olduğunu sanmıştık fakat dopdolu bir müzeydi.

    Eski fabrikalar bölgesi bir çok şehirde olduğu gibi burada da kültür-sanat mekânları olarak düzenlenmiş. Sinema Müzesi'nin hemen yanında İkinci Dünya Savaşı'yla ilgili bir müze daha vardı. Savaş beri dursun, en iyisi sanat.


    Müze ziyaretçileri sadece bizdik. Görevliler biz gezmeye başladıktan sonra koşturarak sinemanın tarihçesiyle ilgili İngilizce bir yazı verdiler, interaktif sergilemeleri açtılar. Sonra bizi rahat bıraktılar, müzede çok keyifli birkaç saat geçirdik. Yeni ziyaretçiler -ki onlar da 3 kişi- biz çıkarken gelmişlerdi. Tahminim, yaz aylarında durum daha farklıdır.


   İtalyan sineması derya deniz. Bertolucci'yi, Fellini'yi, Visconti'yi, Rossellini'yi, Pasolini'yi ve daha nice yönetmenleri biliriz; Sophia Loren'i, Claudia Cardinale'yi, Marcello Mastroianni'yi tanırız; La Dolce Vita'yı, Postacı'yı, Bisiklet Hırsızları'nı, Hayat Güzeldir'i ve daha pek çok filmi severiz. Konu derin olunca hepsini bir müzeye sığdırmak zor. Belki de o yüzden, Katanya'nın sinema müzesinde daha çok Sicilya'da çekilen filmler hakkında bilgiler, genel sinema tarihi ve teknolojisi yer alıyor. Biraz da Hollywood'a uzanılmış. Amaç sinemanın büyüsünü hatırlatmak gibi. Teşvik edici, etkileyici bir ortam. Bilgilendirmeler, videolar İtalyanca ama kendimizi bilmeye başladığımız yaşlardan itibaren aşina olduğumuz sinema tarihini anlamak, etkileyiciliğini hissetmek, duygulanmak zor değil.

    Sinema tarihi boyunca kullanılan kameraların sergilendiği ilk bölümden sonra kronolojik yerleştirilen kapaklı küçük gömme dolaplardan oluşmuş tünele geliyorsun. Her birinin üzerinde belli bir yıl yazılı. Kapakları açtıkça o sene sinema tarihinde hangi önemli yenilik olduğunu öğreniyorsun. Bunlar bazen basit düzeneklerle anlatılıyor bazen video gösterimiyle.


    Mağara resimlerine kadar inen basit ama farklı ve faydalı bir anlatım söz konusu. Bilgilendirme mağara resimlerinden sonra Camera Obscura, Lumiere Kardeşler vs.vs.vs. ilerliyor, günümüzün teknolojilerine ulaşıyor.



   Teknik bilgilerden sonra İtalyan filmlerinin siyah-beyaz set fotoğraflarını inceliyoruz. Ardından eğlence başlıyor. Kendimizi film setlerinde buluyoruz. Çeşitli sahnelerin dekorları yapılmış. Bir balkondayız, bir araba tamirhanesinde... Fakir bir evin mutfağındayız, ardından lüks bir villanın havuzlu yatak odasında...













    Baba filminden yazıhane dekoru da var. Ancak bu bölüm çok karanlık. Özellik atfedilmemiş. Sicilya'da Baba filminin etinden sütünden faydalanıldığı zannedilir fakat hiç öyle bir durum yok. Çok az ve özensiz hediyelikler dışında görünür değil, bahsi geçmiyor. Mafya'nın doğduğu kasaba olan ve filmle çekicilik kazanan Carleone'ye gidenlerin anlattığına göre yerli halk mafya ile özdeşleştirilmek istemiyormuş. Orada dahi Baba filmi turistik bir objeye dönmemiş. Takdir ettim.

    Müzede küçük bir sinema salonu da var. Deri koltuklar, kadife perdeler, sıcak ışık... Yıllar öncesine ışınlanıyor gibisin. Burada sinemayla ilgili, filmlerin hayatımıza nasıl dokunduğuyla ilgili kısa bir film gösteriliyor. Geniş koltuklarımıza yayılıp keyifle izledik. Bu filmde de sadece İtalyan sineması yoktu. Hâttâ daha çok Hollywood ağırlıklıydı diyebilirim. Herkesin bildiği filmler ve oyuncular üzerinden gidildiği için böyle olsa gerek. Amerikan sinemasının sektörü yönlendirdiği gerçeği ortada.

   
     Ve tabii bol bol orijinal afiş. Hem İtalyan filmleri, hem Hollywood filmleri.

    Katanya'nın sinema müzesini çok beğendik. Müze biletlerinin son yıllarda gözle görülür derecede pahalandığını hesaba katarsak 4 Euro giriş ücreti oldukça iyi. Burada bir de Ursuno Kalesi'ni ve koleksiyonunu görmek istiyordum ancak otobüsle 1 saatte ulaşıldığını öğrendiğimiz için vakit ayıramadık. Anladığım kadarıyla şehrin tarihi kalesinde zaman zaman geçici sergiler de oluyor. Örneğin gitmeden önce incelediğimde, geçmiş bir tarihte Caravaggio sergisi olduğunu öğrenmiştim. Muhteşem! Kaleye ulaşımın zor olduğunu öğrenince güncel sergi nedir diye hiç bakıp da aklımı karıştırmadım. Caravaggio gibi sevdiğim bir başka sanatçının sergisi olduğunu öğrenseydim çok üzülürdüm.Bu arada, Caravaggio'nun bir süre Katanya yakınındaki Messina'da kaldığı biliniyor. Buradaki bir müzede 2 eseri var. Dediğim gibi Sicilya'ya daha fazla vakit ayırmak, baştan başa gezmek isterdim.

        
        Son olarak bir de kaldığımız yerden bahsetmeliyim. Katanya'da daire ya da oda kiralama durumu yaygın. Booking.com'dan ayarladığım özel banyolu odadan çok memnun kaldık. Eski bir apartmanın içinde yer alıyordu ki 
o da şudur:

   Merkeze yakın, tertemiz, zevkli döşenmiş, yiyecek-içecek dolu mutfağından istediğin zaman yararlandığın bir daireydi.



   Düşünenler için şu tatlı posta kutusunun fotoğrafını ekleyeyim. Genel dekorasyon hakkında da fikir veren bir posta kutusu bu :)

    İşte benim gözümden Sicilya böyle bir yer. Meraklısına kendini içtenlikle açan kocaman bir ada. Kendimi yabancı hissetmediğim yerlerden biri... Tekrar buluşmanın hayalini kurmak güzel...







MUTLU SENELER! :)

$
0
0
    2019'da 31 yazı yazmışım. Bununla birlikte 32 olacak. Demek ki 12 güne 1 adet yazı düşüyor. Önce fena bir rakam olmadığını düşündüm, sonra önceki yıllara baktım. Az yazı girdiğim yıllardan biri olmuş bu yıl. Blog sayfamın 10.yaşına pek yakışmamış. Çok daha yoğun olduğum, ücretli öğretmenlik yaptığım yıllarda bile daha fazla yazmışım. Anladım ki iş kafada bitiyor. Enerji önemli. İlk defa bu yıl geriye dönüp "Neler yazmışım ben?" dedim ve eskilere bir göz attım. Bu sene epeyi bir içimi dökmüşüm. "Bugünlerde" başlıklı kişisel yazılarımın sayısı 7 olmuş. "Tam da Gününde" yazısını da sayarsak 8. Çok düşündüğüm, çok sabrettiğim bir yıldı. Fazla açılamayan bir insan olsam da, ister istemez bu durum az biraz blog sayfalarına taşınmış demek ki. Sonra en fazla seyahat yazısı yazmışım. Durgun geçtiğini düşündüğüm bir yıldı fakat epeyi gezmişim. Bu durumda "Leyleği havada mı gördün" denir ya hani? Gerçekten de gördüm. Hem de leylek sürüsü gördüm:) Mart ayında mı oluyordu, o kırmızı ipten dilek bilekliği yapmıştım kendime ve çevremdekilere. Leylek görünce çıkarılacağını okudum bir yerlerden. Olmazsa Hıdrellez gelince miydi? 
Onu unuttum. Neyse... Daha bilekliği takar takmaz, kısa bir süre içinde leylek sürüsü gördüm. Etkili mi bilmem, biz yine de doğanın işaretlerine inanalım. Kafam çok farklı şeylerle doluyken seyahat düşünmediğim halde, planlamadığım yerlere gittim. Dolayısıyla Finlandiya, Bali, İzmir, Yunanistan, Sicilya ve tabii ki birkaç senedir ikinci evimiz gibi olduğu için Tallinn yazıları yazdım. Ve henüz Budapeşte seyahatimi anlatmış değilim. Dilerim her sene gökyüzünde kocaman bir leylek sürüsü görürüm:) Seyahat demişken... 1 yazıda da yeni açılan İstanbul Havalimanı'na dair ilk izlenimlerimi paylaşmışım. Buraya ilk gidişimde yolcu değildim. Orhun tatile geliyordu, karşılamaya gitmiştim. 2019'da çok az kitap yazısı girmişim. yalnızca 4 tane. Tabii ki ilk yazım her sene olduğu gibi bir öncekinde hangi kitapları okuduğumu listelemek olmuş. Gelenek bozulmayacak, 2020'nin ilk günlerinde yeni liste gelecek. 2 yazıda İstanbul Kitap Fuarı alışverişimden ve D&R'ın Can Yayınları kampanyasından bahsetmişim. Bir de Boyalı Kuş'u anlatmışım. Beni en çok bu kitap etkilemiş demek ki. Kitap kategorisine "Sevdiğim Şeyler" başlıklıklı yazıyı da ekleyebilirim aslında. Bunda Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan kitabından yola çıkarak 
Before Sunrise, Before Sunset, Before Midnight filmlerine, bu çok sevdiğim üçlemeye geçmiştim. 
O zaman "Sevdiğim Şeyler" yazısını ayrıca film kategorisine de koyabilirim. Hem zaten bunun haricinde sadece 1 film yazısı daha yazmışım. O da yakınlarda sinemada izlediğim "Asfaltın Kralları". Tabi ki bu yıl çok film ve dizi izledim ama hepsini yazmadım. Film ya da dizileri farklı bir söylemim olacaksa, ilgimi çeken bir başka şeye bağlayacaksam ya da muhakkak tavsiye ediyorsam yazıyorum. Tavsiye deyince zaten bilinenlerden bahsettiğim sanılmasın. Örneğin bu yılın en sevilen filmi Joker'i, her yerde bahsi geçerken ben niye tavsiye edeyim, niye anlatayım? On numara film olmuş. Muhakkak gidin demek çok saçma. Belki kendimce analiz edebilirdim. Ama ona da dermanım yok. Yüz yüze sohbet edersek Joker'i konuşuruz:) 
Bu yılın en iyi filmlerinden Parazit ve Bir Zamanlar Hollywood için de aynı şeyler geçerli. Bu arada , ben bu ikisini de beğendim. Parazit saçma gelmedi, Bir Zamanlar Hollywood hiç sıkmadı:) Genelde bu yorumlar yapılıyor da. 45 yaşında artık herkesin ne kadar farklı zevkleri olduğunu idrak etmiş durumdayım. Birinin sevdiğini bir başkasının sevmemesi doğal bir durum. Yani sosyal medyada bu konularda birbirinize girmeyin gençler:) Bu yıl, biraz daha fazla oyun izlemiş olsam da sadece Don Kişot'um Ben ile 
Bir Baba Hamlet'ten bahsetmişim. İkisi de Baba Sahne oyunu. Bir Baba Hamlet'i çok beğendim, 
Don Kişot'a dair eleştirim boldu. 4 adet sergi yazım var. Erdil Yaşaroğlu'ndan "Oyun", Ozan Ünal'dan 
"Bir Var-lık, Bir Yok-luk", Abdülmecid Efendi Köşkü'ndeki "İçimdeki Çocuk" sergisi ve Sakıp Sabancı Müzesi'nden "Rus Avangardı". Tüm sene gezdiğim sergi ya da müzeler bu kadar değil tabii. Daha çok herkesin ilgisini çekeceğini düşündüğüm etkinlikleri paylaşmayı tercih ediyorum. Ben nasıl ki diğer blog arkadaşlarımın tavsiyelerinden faydalanıyorsam, tavsiye de ediyorum, birlikte geziyoruz, görüyoruz. İstanbul dışında olan arkadaşlarımız da bizlerin fotoğraflarıyla gezmiş oluyorlar:) Yılın son kültürel etkinliği olarak Borusan Filarmoni'nin "Müzik Tarihinden Altın Bir Yaprak" konserini paylaştım. Yeni bir yazı olduğu için hatırlanacaktır. Keyifli bir konserdi. Yeni yılın ilk konseri bizim için yine BİFO'nun bir konseri olacak. Dilerim müzikle başlayan yılımız müzik güzelliğinde ilerleyecek.
    İşte, İstanbul Akvaryum yazısını ve teknik bir konuda blog arkadaşlarımdan istediğim yardımı da eklediğimizde benim buradaki yıl sonu dökümüm bu. İçimdeki çok daha başka:) Duygusal anlamda karmaşık bir yıldı. Sabır göstermemiz gereken durumlar da oldu, çok güzel şeyler de yaşadık. E olacak. İnsanız ve her duygu kaçınılmaz bizim için. Dilerim 2020 hem bana ve aileme, hem de bu yazıyı okuyan dostlara en çok iyilik, güzellik getirsin. İki günden az bir süre sonra karşılayacağız onu. Biz yine yakın akraba çevresiyle beraber olacağız. Minik ağacımı, çiçeğimi -artık kendisine ne derseniz- böyle süsledim. 

    Çam ağacı süslemeye, sonra o süsleri indirmeye acayip üşenirim:) Her sene kendimce böyle tembel işi icatlar bulurum. Fakat ne olursa olsun yeni bir yıldan iyilikler ummak, o enerjiyle yeni bir yıla adım atmak güzeldir. O halde, hoş gel 2020 diyorum. Hepinize şahane bir yıl diliyorum.





Viewing all 567 articles
Browse latest View live