Quantcast
Channel: Sezer Eser Perker
Viewing all 567 articles
Browse latest View live

BUGÜNLERDE...

$
0
0
    Balkondayım. Küçücük balkonumda yazıyorum bu satırları. Hava yağdı yağacak gibiydi, birden açtı. Ne tuhaf bir haziran bu. Günlerimizi genelde evde geçirmeye devam ediyoruz. Düşüncemizde kendimizi birden dışarıya açmak yok. Eşim kısa çalışma sistemi dahilinde ayın yarısı işe gidiyor. Temmuz'dan itibaren normale geçilir mi henüz bilmiyor. Orhun dışarıya çok çok az çıktı. Korkusu dışarıdan bize virüs taşımak. Böyle bir durumda hayatının travmasını yaşar herhalde. Gençlerin sosyal anlamda böylesi bir zorunluluk yaşamasına çok üzülüyorum. Ancak bu korkusuna da hak veriyorum. Neticede ben de anneme bulaştırmak istemiyorum. Bu işte yalnız olmadığımızı, herkesin birbirini etkilediğini yeterince idrak edebilsek keşke. Sokakta sigara kullanıp dışarıya dışarıya üfleyen kesim bugün Twitter'da maskeyehayır etiketi açmış. Böyle bir bencillik yok. 
    Çalışıyor olsaydım böyle olmayacaktı tabii ama nadir dışarı çıkmalarımda saate, yoğunluğa dikkat ediyorum. İstanbul gibi büyük bir şehirde azami özen şart. Ev dışında çalışanlara parantez açmak lâzım, hepsine kolaylıklar dilerim. Mecburiyet ayrı şey. Sitemimiz hiçbir mecburiyeti yokken dikkatsizce açılanlara. 
    Geçtiğimiz haftaydı, Orhun'la gece yürüyüşüne çıktık. Daha doğrusu ben yürüdüm, o uzun zamandan sonra ilk kez kaykay kullandı. Eşimin dizindeki rahatsızlık nüksettiği için bize katılamadı. Bu aralar uzun yürüyüşler yapamıyor. Maskelerimiz hep yüzümüzdeydi. Orhun'u fotoğrafladım, "Yeni normal" diyerek paylaştım. Salgın günlerinin arşivini oluşturuyorum. Bu fotoğraf da arşivde yerini aldı.
    Doktorlar çevrede kimse yoksa maskeyi açabileceğimizi söylüyorlar fakat İstanbul'un özellikle bazı bölgelerinde başkalarına rastlamadan yürümek imkânsız. Ne yapalım? Bir süre daha katlanacağız.
    Bu haftaki dışarı çıkma hakkımı dün kitapçıya gitmekten yana kullandım. Kırmızı Kedi Kitabevi'ne gitmek istedim. Hem böylece yürüyüş de yapmış olacaktım. Bir kitapçıya girmeyi öyle özlemiştim ki. Bizim Kırmızı Kedi, Beylikdüzü Kültür Merkezi'nin girişinde yer alıyor. Dolayısıyla önce güvenlikten geçmek gerekiyor. Güvenlik de her gelenin ateşini ölçüyor. 37 dereceyle giriş hakkını kazandım. Önce bir panikledim, "Giremiyor muyum?" dedim:) Sınır 38 mâlum. Nedense o an 37'yi sınır zannettim. Evde otura otura aptallaştığımı daha önce söylemiş miydim? Bahsetmiştim sanırım. Kim ne dersin desin, bu sürecin büyük çoğunluk için uyuşturucu bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Eve kapanıp, endişe üstüne endişe yaşayıp aklına, mantığına katkı yapmak zor. Her şeyin istisnası olduğuna göre yapabilen de vardır fakat  sayısı çok azdır.  
    Kırmızı Kedi'de benden başka bir müşteri daha vardı. O da alışverişini yaptıktan sonra ben tek kaldım. Endişe veren bir durum olmadı yani. Rahat rahat dolaştım raflar arasında. Normalde burası aynı zamanda bir kafe olduğu için çok kalabalık olur. Masalarda öğrenciler ders çalışırlar. Hemen dışındaki belediyenin öğrenciler için ayırdığı masalar da hiç boş kalmaz. Gel gör ki anormal zamanlardayız. Sınavlar yaklaştığı halde bir tek öğrenci yoktu bu sefer. Bu sene lise ve üniversite sınavları ayrı sıkıntı. Önlemlerin sıkı olacağını, sorun çıkmayacağını düşünüyordum fakat son zamanlardaki vaka sayısı artışı fikrimi değiştirdi. Anne ve babalara hak veriyorum. Şu yeni normalleşme denen şey sınavlardan sonraya bırakılsaydı keşke. 
Fotoğraf geçen seneden, Covid19 gündemimizde değilken...
    Kırmızı Kedi'den iki kitap aldım. Sezgin Kaymaz'dan "Kaptanın Teknesi" ve Joseph Roth'dan "Eyub/Basit Bir Adamın Romanı". Uzun zamandır Sezgin Kaymaz okumak istiyordum fakat bir türlü sıra gelmiyordu. Bu sefer başardım, okuyacağım. Neden Kaptanın Teknesi'ni seçtiğimi bilmiyorum. Adı hoşuma gitti. Şu sıralar bilinçaltımızdaki uzaklara gitme, denizlere açılma isteğinin etkisi vardır belki. Konuyu okumadan sadece ismine kapılıp aldım bu kitabı. Okuyacağız, göreceğiz.
    Normalde burada alışveriş yaptıktan sonra kafe bölümünde oturup bir bitki çayı ya da kahve içerdim ve kitabımın sayfalarını karıştırırdım. Ne yazık bu kez cesaret edemedim. Nasıl edeyim? Oraya gelirken bir restoran-kafenin önünden geçtim ki kendisinin hijyen kurallarına uygun olarak yeniden açıldığı bilgisiyle reklamı henüz düşmüştü Facebook sayfama. Mutfak kapısı yürüyüş yoluna bakıyor. Mola vermiş çalışanların dip dibe, maske çenede, birbirlerinin suratına duman üfleyerek sohbet ettiklerini gördüm. Az sonra içeri gireceklerdi, kimi mutfağa yönelecekti, kimi servise devam edecekti. Sakıncalı, çok sakıncalı. Dışarıda yenecekse butik mekânlarda, nispeten tanıdık yerlerde yenmesi fikrindeyim. 
    Kitabevi'nden çıkınca hemen karşıdaki marketten şampanya aldım. Bir kutlamamız vardı çünkü. Orhun dün tezini verdi, online sunumunu yaptı ve okulu bitirdi. Tez hazırlama aşamasında ara ara şikâyet ediyordu ancak şimdi o günlerin daha rahat geçtiği fikrinde. Çünkü artık "Bundan sonra ne yapacağım?" sorusuyla meşgûl ediyor kafasını. Gençler için gerçekten zor bir dönem. Dilerim şu sıkıcı günler geçer de hepsinin yolu açık olur. Mezuniyetle hayatımızın Tallinn kısmı da sona erdi. Ne çok gidip geldik, ne çok adımladık sokaklarını. Katılma hayalini kurduğum mezuniyet töreni de bu kez gerçekten hayal oldu. Şu an Estonya'ya bizden uçuş olmadığı gibi, bir şekilde ulaşsan da 14 gün karantinada kalmak zorundasın. Tören 3 Temmuz'da. O zamana kadar değişen bir şey olmaz sanırım. Kısmet. Her planımız gerçekleşecek diye bir şey yok. Hayat bunu gayet güzel öğretiyor. Fakat Tallinn'i gerçekten özleyeceğiz. Ne sakin bir şehirdi. Ve insanları ne denli kibar, olgun... Orhun daha genç, o tekrar ziyaret edebilir. Biz ise daha görmediğimiz yerler dururken tekrar uzanır mıyız oralara bilemem. Tabii şu aşamada "Önce bir sınırlar açılsın da" derler insana:) Şu noktada işin o kısmını düşünmek istemiyorum. Beni seyahat hayallerimle baş başa bırakın.
    İşte böyle... Son zamanlardaki durumum budur. Salgın günleri arşivine bir yazı daha eklenmiştir. Ve dileğim, ileride bunları okuyarak "Vay be ne günlerdi!" diye anmak, hepimiz adına söylüyorum ki bir daha asla böyle bir durumla karşılaşmamaktır. 





RAHATSIZ YAZILAR...

$
0
0
   
    Şu günlerden ruh sağlığım zarar görmeden geçmek istiyorum. Burada umutlu yazılar yazıyorum çünkü gerçekten salgının makûl bir zamanda biteceğine inanıyorum. Evde vakit geçirme konusunda da sıkıntım yok, bunaldım deyip deyip kimseyi darlamıyorum. Gel gör ki dışarı çıkınca durum değişiyor. Çok az olan bu durumda ilk hedefim en kısa zamanda eve dönmek oluyor. Nasıl rahatsız oluyorum anlatamam. Ki iki gün üst üste evde duramayan bir insandım. Herkesi potansiyel tehlike olarak görüyorum, maske takmayanlara çemkiresim, sokakta sigara içenleri boğazlayasım geliyor. Şu güne kadar kardeşim dahil hiç kimseyle çata çat kavga etmedim. Fakat şu sıra edesim geliyor. Dün halletmemiz gereken ufak bir alışveriş için alışveriş merkezine gittik. Tabii ki en sakinini seçtim. Saat olarak da tenha zamanları tercih ettim. Hakikaten kalabalık değildi AVM. Fakat sokaklar kalabalık. Gidene kadar "O taraftan gel, bu taraftan git" diye diye eşimi bunalttım. AVM'deki söylenmelerimi hiç saymıyorum bile. O da ben çabuk olmaya çalıştıkça sallanıyor. Sakin kalmaya çalışmaktan bir hâl oldum. Bu aralar en büyük uğraşım bu zaten. Sakin kalmaya çalışmak. Ailemi de bunaltmamak. Yorucu oluyor. Kendimle savaş halindeyim. Anne tarafım bu konularda mimlidir. Rahmetli anneannem normal zamanda bile ekmeği, parayı yıkayan insandı. Ona benzeyeceğim diye ödüm kopuyor. Burcum yay, yükselenim yengeç. İşte anaçlığın nirvanası olan yengeçlik beni mahvediyor. Yayın rahatlığı da var aslında ama yengecin "Canım evim, aman onun güvenliğine zarar gelmesin" takıntısı içten içe yiyip bitiriyor. Herkesin sülalesinde "Amcamı daha kapıda soyardı, dış kıyafetlerle içeri almazdı"şeklinde konuşulan en az bir manyak vardır:) İşte o manyak olmayayım diye zor tutuyorum kendimi. Salgından önce de vardı bu. Yaşla birlikte artmıştı. Salgın tuz biber ekti. Eşim genelde bana uyuyor fakat bazen sinirleniyor tabii. Oğlum ondan biraz daha fazla uyuyor. Şimdi liseli olan yeğenim birkaç senedir bize gelince daha içeri girer girmez "Teyze yanımda yedek yok, bana ev kıyafeti verir misin?" diyor. Önce söyletmeden elini yüzünü yıkıyor tabii. Kardeşim bunu duyunca hayretler içerisinde kalıyor:) Çünkü yeğenimin normalde asla umursamadığı konulardır bunlar. Evinde yayılıp yatan kız bizde yemek masası kuruyor kaldırıyor:) Nasıl bir imaj yarattıysam artık. "Bunlarda ne var, hepimiz yapıyoruz" diye düşünülebilir. Haklı da olunur o konuda fakat tüm bunlar olup biterken hissettiğim sıkıntı ve endişeler söz konusu olan. Ve beni korkutan. Takıntı sahibi olmak istemiyorum. Çevremdekileri yormak istemiyorum. Ailemi yani. Yoksa kimin nasıl yaşadığı beni asla ilgilendirmiyor. Kimsenin evini incelemem, yermem ya da övmem. Kim nasıl rahat ederse öyle yaşamalıdır kafasındayım. Gezerken, sosyalleşirken kesinlikle titizlik yapıp bunaltmam, herkese uyarım. Benim sorunum evime, aileme dışarıdan bir tehdit gelip gelmemesi sorunu. 2 gün önce bir de Yengeç burcunda güneş tutulması oldu. İyice coştum bugünlerde:) Tüm bunları burçlara bağlıyorum fakat derinlerde çok daha başka şeyler var muhakkak. Orhun'un birkaç senedir hemşire hatasıyla yaşadıkları mesela. Neyse ki iyi şu an. Nihayet. Çok şükür. Tüm o süreçte kendimi tuttum ancak "Oğlumu o hastaneye ben götürmüştüm" düşüncesi hep yokladı. Var olan endişeler arttı. Bir yandan "Oğlumun üzerine çok titriyordum, hayat bana bunu biraz gevşetmem konusunda bir ders verdi" deyip kendimi değiştirmeye çalıştım. Gittim, geldim. Şu hayatı psikologluk olmadan tamamlamayı çok isterdim ancak adım adım o yöne doğru gittiğimi hissediyorum:)  En azından bunun bilincindeyim. İşler iyice sarpa sararsa asla gocunmam, bir bilene danışırım. Kendi kendine mücadele yoruyor insanı. En önemlisi çevresindekileri de yoruyor. Ve çevremdekileri yormak hiç ama hiç istemediğim bir şey. Bu ayrıca incelenmesi gereken bir takıntım. Zaten vardı, her yaşanan bunu arttırdıkça arttırdı. Yetmezmiş gibi 100 yılda bir yaşanan salgına denk gelindi. İnanın kendi adıma ölüm korkusu değil beni etkileyen. Şu virüs başkalarını da etkilememize sebep oluyor ya. İşte o bitirdi beni. Şahsi olarak hiçbir zaman hiçbir şeyden korkmadım. Ama sevdiklerimi zarara uğratma korkusu zaten varken, mevcut durum bunu katladı. Çözüyorum kendimi çözüyorum da tedavide zorlanıyorum:) Anlatırken ben şiştim, umarım kimseyi de şişirmemişimdir. Anlatmak, çözmeye çalışmak, espriyle yaklaşmak iyidir. İçime atıp surat asmıyorum en azından. Özünde kendisiyle barışık bir insanım. Bu da teselli olsun. 
    Dün AVM'de gördüğüm büyüklerimiz gibi davranmak daha mı iyi olurdu acaba? Orta yaşın üzerindeki bir çok büyüğümüz yasakların bitimiyle epeyi bir rahatlamışlar anlaşılan. AVM dediğin kapalı bir mekân. Masaj koltuğunda masaj yaptıranı, mayo almaya gelmiş olanı, rahat rahat yemek yiyeni... Ve dahası... Şaşırttılar beni. Kendi adıma ne zaman dışarıda yemek yiyeceğim konusunda bir öngörüde bulunamıyorum mesela. Ki en sevdiğim şeylerden biriydi. Zaman neler gösterecek gerçekten merak ediyorum. Fiziksel sağlık önemli fakat akıl ve ruh sağlığı da çok önemli. Hepimize gönül rahatlığıyla yaşanacak günler diliyorum. Bu da böyle bir yazı olsun:)






İYOT KOKUSU... GÜN IŞIĞI... YOLLAR... ÖZLEMİŞİM.

$
0
0
   Efendim, son yazımdan da belli olacağı üzere iyice kafayı bozmaktayken bu işe bir dur demeyi, minicik bir nefes molası vermeyi kararlaştırdık ve kısa bir süre önce Çilingoz sahillerine uzandık. Zaman olarak tabii ki daha tenha olan hafta içini seçtik. Hiçbir kuvvet hele hele bu salgın döneminde beni İstanbul'un ormanlarına, sahillerine, pazar kahvaltısı mekânlarına gönderemez. Perşembe iyiydi, makûldu. Çatalca Beylikdüzü'ne daha yakındı. Çayımızı, kahvemizi, sandalyelerimizi, atıştırmalıklarımızı aldık yanımıza, yemyeşil köylerden geçip mavilere vardık. 

 Şu plajda oturup denizi seyretmek o kadar iyi geldi ki anlatamam. 
Ayrılmak istemedik. 
Biz kararsız kalmış ve hazırlıklı gitmemiştik ama Orhun öyle değildi. Mayosu yanında olduğu için denize girdi ve bizi pişmanlıklar içinde bıraktı. Tek tük denize girenler vardı, kumsal upuzundu. Yani aslında yüzmek için ortam son derece müsaitti. 
Ne yapayım? Ben de biraz denizi seyrettim, biraz sohbet ettim, biraz kitap okudum. Isabel Allende ile İstanbul sahillerinden Şili sahillerine uzandım.
   Çilingoz Tabiat Parkı Çatalca'ya bağlı bir kamp alanı. Girişi ücretli. Kamp yapmak için gelenler de var, piknik alanından ya da sahilinden yararlanmak için günübirlik gelenler de... Temmuz ve Ağustos aylarında özellikle hafta sonu kalabalık olduğunu duydum ki bunu tahmin etmek zor değil. Haziran ayı geçip gitmemişken hafta içi bir günü değerlendirmek iyi oldu, iyi geldi. Bundan sonra ancak sonbaharda yürüyüş için gideriz. Sonbaharda ayrı güzel oluyor.
    Mümkün olduğunca insanlardan kaçarak yaşamak çok acayip. Kimseyle muhatap olmayacak şekilde gittik geldik. Doğa güzel, doğa iyileştirici. Fakat bize insan da gerekli. Nasıl yapsak nasıl etsek de iyice yabanileşmeden atlatsak şu günleri:)



TATLI YAZI...

$
0
0
    Şu salgın günlerinde evde lahmacundan, hamburgere yapmayı denemediğimiz sokak yemeği kalmadı. Bunlara bir de dondurmayı ekledim. Fakat ne dondurmaydı o! Şahane oldu. Meyveli dondurma yapmak ne kolaymış. Öğrenir öğrenmez denedim. Bilen biliyordur, benim gibi geç kalmışlara tarif vermek gerekir diye düşünüyorum.
    Efendim, işin özünü dondurulmuş muz oluşturuyor. Bir ya da iki adet muzu ve yanına eklemek istediğin meyveyi dondurucuda birkaç saat bekletiyorsun. Donmuş meyveleri güçlü bir blenderdan geçiriyorsun. Hepsi bu! Ben ilk denememde muzun yanına çilek ekledim. Çilekler çok tatlı değildi, biraz da bal kullandım. Makinam güçlü olmadığı için meyveleri önce rondodan geçirdim, ardından blend ettim. Sonuç gerçek meyvelerle dondurma yapan klasik dondurmacılardan alınanların aynısı oldu. 
    İkinci denemede muz ve çileğin yanında nutella kullandım. Onun kıvamı daha yumuşak oldu ama tadı iyiydi. 
    Gerçek meyveyle yapılan dondurmaya bayılırım. Çok yerde bulunmaz. Kokusu çocukluk yıllarımızdan uzanıp gelir. Fabrikasyonun, kimyasalların daha az olduğu uzak yıllardan... O yüzden artık pek dondurma yemem. Kutu dondurmaları sevmem. Ama eski tarz bir dondurmacı görünce kaçırmam. Şu yazıya ekleyeceğim farklı dondurma fotoğrafım var mı diye albümleri karıştırırken aslında epeyi bir hatıra almış olduğumu gördüm. Salgından önceki seyahatlerimize uzandım. Biraz hüzünlendim, biraz keyiflendim. Bakınız, dondurma deyince akla gelen ilk şehirlerden, Roma'dan bir fotoğraf.
   Bir ekim ayında gitmiştik bu kente. Hava serindi ama dondurma yemeden duramadım. Üzerine bademciklerim şişmişti hâttâ. Ama yine de iyi ki denemişim diyorum. Salgının psikolojisiyle "iyi ki gittik, iyi ki yaptım" dediğim çok şey var zaten. Fotoğraftan belli olduğu üzere burası bir kahve dükkanı aslında. İtalyanlar geliyorlar, bir espresso istiyorlar, bar tezgahını andıran bölümde kahveyi bir dikişte içiyorlar ve gidiyorlar. İtalya ve dondurma deyince bir de Sicilya'da yediğim fıstıklı dondurma geliyor aklıma. Fıstık yerel yemişleri olduğu için denemiştim ve gerçekten dolu dolu lezzette bir dondurmaydı.
    Bu fotoğrafta Budapeşte'nin turistik dondurmacısı Gelarto Rosa'dan aldığımız gül dondurmalarımız var. 2019'un sonbaharında çok sevdiğim bir arkadaşımla kız kıza gezdiğimiz Budapeşte'ten... 
    "Gül dondurma yemeden dönmeyelim" diye tutturmuştum. Kaldığımız yere de çok yakındı ama yakın yerler hep son ana bırakılır, nihayet döneceğimiz günün erken saatlerinde tatmıştık dondurmayı. Birimiz çilek-limonu, diğerimiz çilek-çikolatalıyı seçmişiz. Aslında bu dondurmalarla çok daha güzel fotoğraflar çekilir çünkü pek şıklar. Erimesin diye ancak bu kadar uğraşabilmişim.
    Aşağıdaki fotoğrafta da hayatımda yediğim en lezzetli dondurma yer alıyor. Bali'deki meşhur Tukies'ten...
 
    Burası organik hindistan cevizi ürünleri satan bir yer. Dondurması şahane! Hele üzerindeki coconut kuruları yok mu? Onlar da ayrı bir olaydı. 
    Bu da bizim güzel ülkemizdeki bir dondurmacıdan. Ölüdeniz'deki Gelato Bianco'dan... Farklı dondurma çeşitleri var burada. Ölüdeniz'de kaldığımız süre boyunca her gün bir başkasını denemiştim. Tuzlu karameli burada tattım mesela. 
Tatlı-tuzlu karışımını severim ama onu beğenmemiştim. Diğerlerini bayıla bayıla yedim.

    Sıradaki sırf rengi yüzünden alınmış fabrikasyon bir dondurma. Birkaç sene önce "Yılın ilk dondurması" notuyla IG'de paylaşmışım. Önce epeyi bir yemişim ama:) Beylikdüzü'nün marinasındaki Minty Cafe'den. Dondurma idare eder seviyede ama ortam güzel. Marinamızı seviyorum.

    Pek yemem falan diyorum ama her gittiğim yerde denemeyi ihmâl etmiyorum anlaşılan. Dondurmayı sevmeyen azdır sanırım. Tarihçesine bir göz atayım dedim ve internette bu konuda karşıma Algida sayfası çıkınca, "herhalde yanlış bilgi vermezler" diye düşünüp okudum. Burada da Çin'le karşılaştım. Bugünkü haline yakın dondurmanın M.Ö 200'lerde Çin'de bulunduğu söyleniyor. Ana gıdaları olan pirinci sütle karıştırıp karda donduruyorlarmış. Bu yüzyılda acayip acayip şeylerle uğraşacaklarına keşke böyle dondurma gibi icatlarla gönlümüzü fethetmeye devam etselermiş. 
    Aman da pek tatlı bir yazı oldu. Ben bu akşam yine dondurma yapayım. Bu sefer muzun yanına şeftali eklerim. 





MELANKOLİK TAVSİYELER...

$
0
0
    Geçtiğimiz kış boyunca, ev dışına adım atamadığımız günlerde, sakin sakin yemek yaparken Spotify'dan bol bol podcast dinledim. En ilgimi çeken 2004 yılında 
Açık Radyo'da yayınlanmış olan "Didik Didik Freud" serisi oldu. "Freud'un Ailevi ve Tarihi Romanı" alt başlığıyla yayınlanan bu seriyi Psikiyatr Serol Teber ve Şenol Ayla birlikte yayınlamışlardı. Şenol Ayla'yı az çok biliyordum ancak Serol Teber'i ilk kez duymuştum. Oysa ki psikolojiye ilgim oldukça fazla ve bu konuda okumuşluğum çoktur. Gel gör ki henüz öğrendiğim, ilgimi çeken kitapları olan Serol Teber'i hiç okumamıştım. Podcast serisine başladıktan sonra yaptığım ufak araştırmada Serol Bey'in 2004 yılında bu dünyaya veda etmiş olduğunu gördüm. Podcast'in tarihine baktım. O da 2004 yılını gösteriyordu. Demek ki o tatlı tatlı konuşan adam bu programların yayınından kısa bir süre sonra göçmüştü. Çok üzüldüm. Bana bir şeyler anlatmaya, her zaman ilgimi çekmiş olan Freud'u aktarmaya, öğretmeye devam ediyordu ama cismen yoktu. Tuhaf hissettim. Kitaplarını inceledim. Son zamanlarda epeyi tartışılan fakat her daim popülerliğini koruyan Freud hakkında bir kitabı vardı. Çok ilgimi çeken "Melankoli" hakkında da bir kitabı vardı. Melankoli öyle bir ilgi alanımdaydı ki, üniversitede Dürer'in aynı adlı eseri hakkında bir yazı kaleme almıştım. Fakat Serol Teber'i bilmiyordum. Kendime şaşırdım.  Serol Teber'in de melankoliden muzdarip olduğunu öğrenince -ki bunu programda Şenol Ayla'nın biraz da zorlamasıyla ifade etmişti- daha bir dikkatli dinler oldum kendisini. Çünkü uzun yıllar Almanya'da yaşadıktan sonra Türkiye'ye gelmiş ve bu programın yayınından kısa bir süre sonra evinde ölü bulunmuştu. Onu az çok takip edenlerin yorumuna göre kendi hayatına son veren melankoliklerdendi. Programın bir kısmını Tevfik Fikret'e ayırmıştı bu ikili. Ve Tevfik Fikret de melankolikti. Serol Teber'in büyük şair hakkında yazdığı kitap bugün piyasada yok. Ancak sahaf vs. bulduğum an atlayacağım. Diğer kitaplarını da sipariş etmek üzereyim. (Satışta 11 adet kitabı var) Ruhu şad olsun, dilerim aradığı huzuru bulmuş olsun. 
    Psikolojiye, melankoliye ya da sadece Freud'a ilgi duyan, Tevfik Fikret'i merak eden herkese söz konusu iki seriyi tavsiye ederim. Bir bölümde Mario Levi ile sohbet var ki o da şahane. Söz molalarında çalınan klasik müzik parçaları cabası. Teknolojinin ilerlemesi çok da korkutucu değil sanırım. 2004 yılında kaçırmış olduğum programları bugün hevesle dinlemek güzel. Yerinde tercihler yapıldığında podcast dinlemek de oldukça faydalı.

EN BATIYA YOLCULUK... ENEZ SAHİLLERİ...

$
0
0
    Ufak bir seyahatten döndüm dostlar. Yazıyı kaleme aldığım tarih yanıltmasın, bayram başlamadan, bayram kalabalığına kalmadan gidip döndük. Herkes gibi çok bunalmıştık. Ufak bir kaçamak fikri beynimizi kemirmeye başlamıştı. Nereye gidebilirdik? Hangi tarihte ortalık daha sakin olurdu? Bol bol düşündük. Yakın aile çevremizle muhabbet ederken Enez fikri ortaya atıldı ve ani bir kararla yer ayarlandı. İki katlı bir ev tutuldu. Çok küçük olmayan bir gruptuk. En azından kimin nerelerde bulunduğunu, günlerini nasıl geçirdiğini bilen kişiler olduğumuz için fazla kaygı duymadık. Enez'in büyük kalabalıklarca tercih edilmediğini tahmin ettik. Altınkum sahilinin uzunluğu da iç içe olmayı engeller görünümdeydi. Ve Enez'in İstanbul'a yakınlığı önemliydi. Henüz uçak yolculuğuna hazır değiliz. Uzun bir araba yolculuğu da mecburi molalar açısından endişelendiriyor beni. Velhasılıkelam, güzel bir temmuz sabahı yola çıktık ve 3.5 saat sonra kendimizi Edirne'nin Enez ilçesinde bulduk. Yolculuk nasıl iyi geldi anlatamam. Önce İstanbul'a yakın, sitelerle dolu yazlık bölgelerden geçtik. Birçoğu çocukluğumdan beri orada olan binaların arasından denizi gördükçe mutlu olduk. Neyse ki bir noktada bitti beton kalabalığı. Trakya'ya adım atmamızla birlikte ayçiçekleri eşlik etmeye başladılar bize. Zeytin ağaçları... Sürülerini otlatan çobanlar... Enez'e iyice yaklaştıkça çeltik tarlaları... 
    İpsala'ya yaklaşmışken radyoda şarkılar değişti. Birden komşu Yunanistan'ın ezgileri doldu arabaya. Kanalı değiştirmedik. İnsan eliyle çizilmiş sınırla ayrılan benzer topraklardaydık. Kos Adası'nda araba kiralayıp gezdiğimiz gün geldi aklımıza. Böyle böyle ilerlerken sınıra 9 km.kala sola dönüverdik ve Enez'e ulaştık. 5 günümüzü geçireceğimiz evimizi bulduk. Şu dönemde otelde kalmak ayrı düşünce, ev kiralamak ayrı... Her ihtimale karşı kendi eşyalarımızı yanımıza almıştık. Çarşaftan tut, tabağa, tencereye kadar. Temizlik maddeleri de cabası. Böylesi elbette çok yorucu oluyor ancak bu şartlar altında başka bir yol gelmedi aklımıza. Sevindirici olan, evin çok temiz oluşuydu. Rahatladık ancak yine de kendimizce tekrar bir elden geçirdik. Ve tatil boyunca kendi eşyalarımızı kullandık. 
    Daha ilk günden vaktimizin çoğunu sahilde geçirdik. Eve yerleşir yerleşmez denize attık kendimizi. Hem Altınkum sahili, hem deniz tenhaydı. Ne mutlu ki bu yıl da, bu zorlu 2020 yılında da Ege Denizi'yle buluşmuştuk. Yine pırıl pırıl karşıladı bizi. Ne çok soğuk, ne sıcak... Sevilen serinlikte bir su. Oysaki o bölgelerden suyu fazla soğuktur diye kaçınmıştım hep. Yıllar önce Saroz'a gitmiştik. Gidiş o gidiş... Soğuk deniz nedeniyle istememiştim bir daha. Belki de dönemsel bir durumdu. 
    Bir yarım gün hariç Altınkum sahilinden ayrılmadık. Sadece pazar günü belki kalabalık olur diye kahvaltıdan sonra etrafı dolaşmaya çıktık. Denizi pek beğenilen Vakıf Köyü'ne kadar gittik. Vakıf'ta önce şezlong, yiyecek, içecek hizmeti sunan bir kamp alanına düştü yolumuz. Çok kalabalık olduğunu gördük ve hemen ayrıldık oradan. Biraz ileride hiçbir tesisin olmadığı bölgeye geçtik. Burası tenhaydı. Gönül rahatlığıyla yüzdük, eğlendik. Altınkum'da da Vakıf'taki gibi bir durum mevcuttu aslında. Beach demeyi tercih ettiğimiz işletmeler kalabalıkken, istediğin yerden denize girebileceğin yerler boştu. Normal şartlarda, eğer kendi plajı olan bir tesise gitmediysek biz de yeme, içme, şezlong vs. hizmeti alacağımız organize yerleri tercih ediyoruz ama hani durum bu sene biraz farklı ya, kalabalıklara karışmamak önemli ya... O açıdan durum bana enteresan geldi. Sakınmayanlar çok. Kiraladığımız evin sahilde şemsiye ve şezlongları olduğu için rahat konuşuyorum tabii ama bu seneki duruma istinaden yine de yanımıza plaj sandalyelerimizi ve şemsiyemizi almıştık. Kalabalığa karışmamak için hazırlıklıydık. Yeri gelmişken söyleyeyim, Altınkum'da kiraladığınız evlerin genelde şezlong ve şemsiyesi oluyor. Herkes yerini belirlemiş. Enez'in genelinde sakin bir düzen hakim. Çocukluğumun yazlık yerlerini hatırlatan havasını koruyor. Evler özenli bahçeler içinde en fazla iki-üç katlı. Gözü yormayan bir ortam. Burası bir zamanlar askeri bölgeymiş, sonradan imara açılmış. Sanırım bu yüzden eski asker olduğunu tahmin ettiğim bazı yazlık sahibi büyüklerimiz özellikle araba park yeri konusunda biraz korkutsa da her şey benim sevdiğim sakinlikteydi:) Özlediğim medenilikte bir hava var Enez'de. Dilerim bu durum muhafaza edilir. 


    Enez'in bugünü güzel. Peki ya eski tarihlerde nasıldı? Bunu biraz da olsa hayal edebilmek için Vakıf Köyü dönüşünde antik kente uğradık. Enez'in antik dönemdeki ismi Ainos. Ainos'tan ilk bahseden, tabii ki pek sevdiğimiz Homeros. Yine Homeros! Ah Homeros! İyi ki anlattın. Hâlâ ışık tutuyorsun dünden bugüne. 
    Ainos, Yunan kavimlerinden Aioller'in kurduğu bir liman kenti. Öncesinde burada Traklar'ın olduğu söyleniyor. Kalenin ana kapısının üzerinde yer alan Trak süvarisi kabartması bunu belgeliyor. Daha öncesi de var tabii. M.Ö 6000'lere kadar uzanan bir tarih söz konusu. Günümüze yaklaştıkça Pers hakimiyeti, Bizans, Ceneviz, Osmanlı... 


    İstanbul'un fethinden 3 yıl sonra ele geçiyor Enez. Kale içerisinde yer alan Fatih Cami, bu dönemden kalan bir Bizans yapısı. Tıpkı Has Yunus Bey Türbesi gibi. Yunus Bey, Enez'i fetheden donanma komutanı. Tarihin Cenevizliler'e ayrılmış kısmına gelince... 14.yy'da Bizans İmparatoru V.Ioannis Paleologos tarafından, kız kardeşi Maria'nın Ceneviz Francesco Gattilusio ile evlenmesi üzerine Midilli ile birlikte çeyiz oluyor Enez. Ülkemin her köşesi ayrı bir tarih dersi veriyor ve ben bunu çok seviyorum.
    Enez antik kenti ve kalesinde restorasyonu devam eden cami gibi kısımları göremedik. Açık olan kısımlarda güzel bir yürüyüş yaptık. Hem denize hem Meriç Nehri'ne hakîm bir tepeye kurulmuş olan Ainos'un geçmiş günlerini düşündük. Enez'de 50 yıla yakın bir süredir süren kazılarla çıkarılan kültür mirası bugün Edirne Müzesi'nde sergileniyor. Müzeyi uzun yıllar önce ziyaret etmiştim, bir de şimdi uğrayıp bilgileri pekiştirmek vardı. Fakat kısıtlı sürede mümkün değildi tabii. Edirne şehir merkezi biraz uzak kalıyor.

    Tüm kışın psikolojik yorgunluğunu attığımız günlerdi Enez günleri. Uyku sorunu yaşayanlarımız bile mışıl mışıl uyudu. Beraber olunca muhakkak masa oyunları oynarız fakat bunu bile yapamadık. Erkenden uykumuz geldi. Gençlerimiz biraz daha fazla oturdu. Bol bol kikirdediler ama onların sesleri bile biz büyüklerin uykusunu bozamadı. Sabahları zımba gibi kalktık. Kimimiz erken saatlerde de denize girdi. Kimimiz balık tutmaya gitti. Ay şahaneydi, yıldızlar parlaktı, gün batımları enfesti. Kuyruklu yıldız Neowise'ın dünyadan görüldüğü son günlerdi, gözlerimiz devamlı gökyüzünü taradı fakat yakalayamadık. Oysaki umutluydum. O iş olmadı.



    Altınkum sahilinde uzanıp denizin ve güneşin tadını çıkardığımız her gün, ilk önce, sisler arasından yükselen bir masal adası görünümündeki komşu Samothraki'yi selamlıyordum. Bizdeki ismiyle Semadirek'i... 
    Daha önce defalarca bu adaya gitmenin hayalini kurmuştum, nereden nasıl ulaşılır incelemiştim. Öncelikle üniversite yıllarımda tanıdığım Samothraki Nike'si nedeniyle ilgimi çekmişti bu ada. Bilirsiniz, Louvre Müzesi denince akla gelen eserlerden biridir kendisi. Kanatlı Zafer Tanrıçası Nike... M.Ö 3.yy'dan günümüze ulaşmıştır. Bu adanın topraklarından çıkarılmıştır. 
   Nike'yle yakınlık kurduğum Samothraki, Nazlı Gürkaş'ın dönüp dönüp faydalandığım "Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan" kitabını okuduktan sonra iyice hayallerimi süsler olmuştu. (Tabii o zamanlar 1 Euro 8 Lira değildi). Gürkaş'ın anlatımına göre bu ada ruhaniliğiyle ön plana çıkmıştı. Bu nedenle yoga ile ilgilenenlerin sevdiği yerlerdendi. Ilıcalarıyla, şelaleleriyle, kumsallarıyla muhteşem bir doğası vardı. Ücretsiz kamp alanları yoğundu, bu nedenle gençler tarafından pek tercih ediliyordu. Gençlik yıllarını aşmıştık fakat ne önemi vardı? :) İşte bu adaya en yakın olduğum nokta Enez'di sanırım. O bana baktı, ben ona baktım. "Bir gün neden olmasın?" dedim.

    Enez'de sadece bir akşam dışarı çıktığımızda turistik çarşıya uğradık. Aşırı yoğunluk yoktu ve en önemlisi dışarıdan gelen herkeste maske vardı. Orada yaşayanların bir kısmında fire verilirken, turistlerin tamamına yakını maskeliydi. Dediğim gibi özlediğim medeni havayı hissettim Enez'de. Popüler turistik bölgelerimizden, büyük şehirlerden bambaşka bir hava... Fakat dondurmacının önündeki maskeli ve mesafeli sıra ne olursa olsun çok enteresandı. Aniden böylesi bir durumla karşılaşmak hangimizin aklına gelirdi? Distopik filmlere taş çıkartan bir görüntü. Maskeyi kanıksamışız yalnız. Çok tuhaf.
    Çarşıdaki hediyelik eşyalara bayıldım. Örneğin deniz kabuklarıyla şahane şeyler yapılmış. El yapımı hatıra eşyalarında yaratıcılık, çeşit boldu. 

    Anlattıklarımdan Enez'in tam bir emekli beldesi olduğu düşünülmesin. İstanbul Üniversitesi ve Trakya Üniversitesi'nin kampları da burada. Kuzenimin tam 25 yıl önce İ.Ü kampına geldiğini hatırlıyorum. Salgın sebebiyle şu an kamplar açık mıdır bilemem ama genç tatilciler de boldu. Ve gördüğüm her biri kalabalık alanlarda maske kullanacak kadar bilinçliydi. Sanırım çevresiyle birlikte bu bölge, bu sene çadır turizmi revaçta olduğu için de sık tercih ediliyor. 
    Uzun zamandır dışarıda yemek yemiyorduk. Ancak ısrarımızı bu tatilde bir kereliğine kırdık. Enez ve Vakıf arasında görüp aklımıza yazdığımız bir yerel lokantada yedik bir akşam. Açık havada az masalı, az çalışanlı bir lokantaydı. Bölgenin enfes satır etine, manda yoğurduna, fırınlanmış peynir helvasına, ev yapımı ekmeklerine yüz çevirmek çok ama çok zordu. Tek kullanımlık masa örtülerinin kullanıldığı, gördüğümüz kadarıyla hijyene dikkat edilen ufacık bir lokanta burası. İsmini bilmiyorum. Dışarıdan fotoğrafını da çekmemişim. Sanırım Küçükevren'deydi. Ama Enver Usta değil. Hiç açıklayıcı olmadı biliyorum:) Şu noktada eklemem gerekir ki Enez'de çok fazla restoran, kafe, büyük market vs. yok. Her şey az ve öz. Yeterli. Gürültüsüz patırtısız. 
    İşte böyle. Küçük ama ruhen dolu dolu bir seyahat oldu bu. Dinlenmeye o kadar ihtiyacımız vardı ki çevreyi fazla gezememek bu sefer fazla üzmedi beni. Biraz yolu göze alarak Erikli ya da Mecidiye sahillerine gidebilirdik örneğin. Gala Gölü'ne uğrayabilirdik. Eğer ilginiz varsa, yolunuz o taraflara düşmüşken Gala Gölü'nü es geçmeyin derim. Burası Ramsar kriterlerine uygun, milli park statüsünde bir sulak alan. Türkiye'nin ikinci büyük kuş cenneti. Biz ancak gelip geçerken göl üzerindeki balıkçıllara selam vermekle yetindik. Zaman ayırmayı çok isterdim. Bir başka sefere diyorum. Zira Enez'e tekrar gitmek isterim, isteriz. 
    
    Herkesin kendi sınırları içine kapandığı böyle bir dönemde her bölgesi farklı güzel bir ülkede yaşamak büyük şans. Yaz gelince denizle buluşmak istiyorsun. İster Karadeniz'den gir denize, ister Akdeniz'den, ister Ege'den hâttâ Marmara'dan. Ülkemin sahilleri birkaç gün de olsa nefes alma imkânı verdi bana. Keşke herkes kıymet bilse. Hem bireysel, hem devlet eliyle doğallığı bozma girişimleri olmasa. Bu konuda yaşanan sorunlar hiç hoş değil ve ben bu yazıyı böyle bağlamak istemezdim. 
Fakat bu da böyle bir dönemin yazısı, böyle bir dönemin düşündürdükleri. 
    Ve şimdi yine gerekli durumlar hariç eve kapanma vakti.
    
    
    


BU GÜNLERDE...

$
0
0

  Bugün "Sevgili Günlük" havasındayım. Günler birbirini tekrar eden aynılıkta akıyor ve ben bir şeyler bekleyen ama bunun ne olduğunu bilemeyen ergenler gibi yazmak istiyorum. Zamanında çok yazdım, oradan biliyorum. 

    Gerekmedikçe dışarı çıkmamak, en kötüsü buna alışmak canımı çok sıkmaya başladı. Alıştığıma inanamıyorum. Normal şartlarda her daim sergi kovalardım, hangi film vizyona girmiş takip ederdim, kardeşimle birbirimize konser haberleri atardık. Hepsini çoook özledim. Sanki hiçbiri tekrar yaşanmayacakmış gibi geliyor. Fakat geçtiğimiz kış aylarında bu sene denize girmeyeceğimi de düşündüğüm için ve akabinde birkaç gün de olsa denizle buluştuğumdan içimde bir umut kendini gösterip gösterip geri çekiliyor. Yine sinemaya, tiyatroya, konserlere gideriz değil mi? Aslına bakarsan tiyatro konusunda düzenleme yapılmalı ve salonlar tedbirli şekilde açılmalı diye düşünüyorum. Uçakla birkaç saat yan yana yolculuk yapılıyorsa, bir boşluklu oturma düzeniyle, çok uzun olmayan oyunlar pekala izlenebilir. 

    Bak şimdi aklıma geldi. Her Ağustos Beylikdüzü'nde "Barış ve Sevgi Buluşmaları" olurdu. Paralelinde Sahaf  Sokağı açılırdı. Yazarların, oyuncuların biri gelir biri giderdi. Ahmet Mümtaz Taylan ve Hakan Günday konuşmasını Yekta Kopan sunardı mesela. Bunun gibi toplantılar... Vaktim oldukça konuşmaları kaçırmazdım, muhakkak sahaflardan alışveriş yapardım. Her akşam bir konser olurdu. Edip Akbayram'ı ilk kez burada dinlemiştim. Bu sene hiçbiri yok. Üzücü... 

    Hava çok sıcak, pencereler, balkon kapısı devamlı açık. Yakındaki bir evden sürekli zurna sesi geliyor. Birisi azimle zurna çalmaya çalışıyor. Sebat edenlere saygımızdan ses çıkarmıyoruz ama devamlı aynı ezgileri çalıyor, arada kesiyor başa dönüyor, bazı notaları tekrar tekrar basıyor ve bu benim gerçekten başımı şişiriyor. İlk anlaşılır parçası "Kandıramazsın beniii, susturamazsın beniii" diye bir şarkı vardı ya, o oldu. Üstüne bir de evde Orhun klasik gitar çalışıyor:) İlkokuldaki gazlama zamanlarına döndük. Çalışıp çalışıp bize "Nasıl?" diye soruyor. "Aferin oğlum" diyoruz:) Hakikaten fena da gitmiyor. Kulağı var çünkü çocukken 2-3 sene piyano çalışmıştı. Gençken ben de gitara heveslenmiştim ama becerememiştim. Şartlar bugünle aynı değildi tabii. Şimdi internetten her şeyi izleyip öğrenebiliyorsun. Neyse... Şuna bağlayacağım. Zurna gitardan daha çok ses çıkarıyor.

    Geçenlerde birkaç gün telefonsuz kaldım. Sebep dezenfekte ederken içine sıvı kaçırmak. Ekranı bozuldu. Durduk yere gereksiz bir masraf çıktı. "Üstüne biraz daha ekle telefonu değiştir" diyenler oldu ama telefonumdan memnundum, tamiri tercih ettim. Devamlı telefon değiştirenlerden değilim çok şükür. Bilinçsizce tükettiğimiz her elektroniğin atığı bize çevre kirliliği anlamında geri dönüyor. Tam şu noktada Netflix'teki "Down To Earth With Zac Efron" adlı belgeseli tavsiye edeceğim. Bugünlerde onu seyrediyorum, son bir bölümüm kaldı. Zac Efron -ki isimden tanımasanız da yüzünü görünce oyuncu olduğu aklınıza gelecek- süper gıda uzmanı arkadaşı Darin Olien'le dünyanın özellikli bölgelerine gidiyor, tarım konusunu, yenilenebilir enerjiyi, sağlıklı yaşamı ve bunun gibi konuları anlatıyor, gösteriyor. Son derece bilgilendirici. Örneğin Peru'daki bölüm çok iyiydi. Olası bir felaket durumunda tarımın devam etmesini sağlamak için kurulan merkezlerden biri Lima'daymış. Kıtlık zamanı kullanılacak en pratik yiyecek hangisi? Tabii ki patates. Burada yüzlerce çeşit patates üzerinde çalışılıyordu. Dünya üzerindeki bu gibi noktaların yer aldığı bir haritayı gösterdiler. Böylesi kurumların varlığı beni mutlu ediyor. Ancak birileri insanlık adına çalışırken birilerinin kafasının da yalnızca kötülüğe çalışması ayrıca düşündürüyor ve üzüyor. Adamlar oturmuşlar "Dünya bir felaket yaşarsa insanlığın devamını nasıl sağlarız?" diye kafa patlatıyorlar. İşi gücü boş işlerle uğraşmak olan komplo yanlıları da herkese şüpheyle bakıyor, herkesten kötülük bekliyor, her yenilikten korkuyorlar. Neyse... Konu derin, fikrim bol. Bir başka zamana... Belgesele dönecek olursak, Down To Earth'ün bir parça turizm yönü de var. Programı küresel iklim krizi açısından da izleyebilirsiniz, sadece bir turist olarak da aynı şekilde ilginizi çeker. Bu bakımdan çok başarılı buldum. Sıkmadan, yormadan aktarmak, uyarmak en güzeli. Bir yandan böyle şeyler seyrediyorum, üzerine çokça düşünüyorum. Bir yandan Covid 19 korkusundan telefonumu sabunlayıp bozuyorum. Kendimi çok salak hissediyorum.

    Bugünlerde izlediğim bir başka dizi Marcella. İngiliz polisiyesi. Marcella başarılı fakat inanılmaz sorunlu bir polis. Dizinin havası, başroldeki kadın dedektifin farklı kişilik özellikleri bana İsveç-Danimarka ortak yapımı Bron/Broen'i hatırlattı (bu diziyi yazmıştım daha önce çünkü çok severim). Bir baktım ikisini de Hans Rosenfelt yazmış, yönetmiş. Bron/Broen'i karamsar bulanlar bunu da sevmeyebilirler fakat tam benlik diziler bunlar. Sorunsuz insan var mı ki, diziler, filmler, romanlar güllük gülistanlık olsun?

    Haydi bir de ne okuduğuma değineyim. "Tatar Çölü'nü" bitirdim, Huysuz Virjin biyografisi olan "Katina'nın Elinde Makası'na" geçtim. Biyografi uzun süredir kitaplığımdaydı. Arkadaş hediyesiydi. Seyfi Dursunoğlu'nun zaman içinde çok röportajını okuduğum için yeterince tanıdığımı düşünüyordum, biyografiyi bekletiyordum. Yakın zamanda hayatını kaybetmesi beni üzdü ve kitaba yöneldim. Tatar Çölü'ndeki -her ne kadar kurgu karakter olsa da böyle insanlar da var malûm" Drogo'nun basiretsizliğinden, çakılıp kalmışlığından sonra Seyfi Dursunoğlu'nun ne istediğini bilip bunları gerçekleştirme gayreti bana çok iyi geldi. Düzenin dışındaki insanlar iyi ki varlar. 

    İşte böyle. Oradan biraz, buradan biraz oldu... Böylesi yazılarda yorumlar çok ilgimi çekiyor. Çünkü herkes kendisine yakın gelen kısımla, ilgilendiği kısımla ilgili yorum yapıyor -tıpkı benim yaptığım gibi-  ve ben hemen otomatik analize girişiyorum:) Çok insan var, çok fikir var. Dolayısıyla herkesin huyu farklı, psikolojisi, beğenisi, zevki farklı. Bu güzel bir şey. Yazının paragrafları arasındaki boşluk için kusura bakılmasın. Neden oldu bilmiyorum. Teknik değişiklikler olduğundan beri zorlanıyorum. Baktım baktım, paragraf aralığını düzeltme yolunu bulamadım. O yüzden aynen yayınlayacağım. Şu an fazla uğraşmak istemiyorum. Geçen yazıda da fotoğrafları silememiştim. Telefonum bozulduğu için fotoğrafları bizimkilerden istemiştim. Örneğin denizdeki o el benim değil, kardeşimin:) Sonra telefon geldi, fotoğraflar geldi. Bence kimse benim kadar güzel çekememiş:) Değiştirecektim fakat kaldıramadım hiçbirini. Yazı karakteri ve puntosu hakkında da sıkıntılarım var. Büyük punto tercih ediyorum. Ancak değişiklikler olduğundan beri, daha önce tercih ettiklerim iyice bir büyüdü:) Küçültünce de fazla küçülüyor. Bakalım. Umarım bir ara hallederim. Şimdi ben gideyim, hazır zurna sesi de kesilmişken Down To Earth'ün son bölümünü izleyeyim.

    

    

 

TENET...

$
0
0
   Sinemaya gittik. 2 hafta önce... Tabii ki vizyona girdiği ilk gün TENET'i izledik. Orhun'un profesyonel anlamda çalıştığı ilk proje olduğundan bahsetmiştim. Dolayısıyla sabırsızlıkla beklediğimiz bir filmdi. Normal zamanda olsa zaten hiçbir Christopher Nolan filmini kaçırmayız fakat bu kez bizi böyle bir dönemde sinema salonuna yönlendiren daha duygusal nedenler oldu. Şu şartlarda kimseyi sinemaya gitmek konusunda etkilemek istemem. Herkesin kişisel risk hesaplamasını yapması ve ona göre davranması gerektiği dönemlerdeyiz. Ben sadece gözlemlerimi aktaracağım ve her zaman olduğu gibi sayfama tarihi bir not düşmek adına yazacağım.

    Aylardan sonra ilk kez sinemaya gideceğimiz için tedirgindik. Zira sokağa kısıtlı çıkan insanlarız. Bu yüzden filmin gösteriminden bir gün önce salona gittim ve ne gibi tedbirler alındığını sordum. İki yan yana oturulan koltuktan sonra (Yabancıyla yan yana bilet satılmıyor) sağda ve solda 2'şer koltuğun boş kaldığı söylendi. Sıra açısından düşünürsek, boşluklar önden arkaya çapraz şekilde bırakılıyordu. Böylece, tam miktarı hatırlamıyorum ama salonun ancak yüzde ellisi ya da altmışı kadar bilet satılmış oluyor. Havalandırmanın dışarıdan temiz hava alacak şekilde yapıldığı, seans aralarında çalıştırıldığı, film başladıktan bir süre sonra kapatıldığı söylendi. Maskesiz girmek tabii ki yasak. Konuştuğum görevli "Zaten sinemaya gelen yok. Bir filmi 2-3 kişi için gösteriyoruz" dedi. "Nolan filmi gelince dolacaktır" dedim. Kabul etmedi. "Yarın görüşürüz" dedim. Nitekim haklı çıktım. Bilirsiniz, Christopher Nolan filmlerini seven ve bekleyen hayranı çok. Biletlerin ön satışta olması bile bunun kanıtı. Kısacası, ilk gösterim günü boş olmayacağını bilerek gittik sinemaya. Nitekim satıştaki her koltuk doluydu. Neyse ki söylenen her şeyin uygulandığını gördük. IMAX salonları çok büyük olduğu için dolu koltukların arasındaki boşluklar 2 metreden fazlaydı. Biz 3 kişiyiz. Haliyle birimiz tek kalacağız. Aldığımız tek koltuğun yanı satılmamıştı. Havalandırma 5-10 dakika sonra kapatıldı. Herkeste maske vardı. Ara ara kontrol ettim, belki seyircinin bilinçli olmasından kaynaklıydı, benim görebildiğim kadarıyla kimse maskesini çıkarmadı. Maalesef yiyecek-içecek satışı devam ediyor. Neyse ki mısır yiyen sadece bir kişi gördüm. Belli ki herkes tedirgindi. Film sessizce ve hareketsizce izlendi. Bir gün bu dönem mazi olduğunda, normale dönüldüğünde kalabalıklara karışmaya nasıl alışacağız merak ediyorum. Son anda salona girdik, işimiz bitince hemen eve döndük. Normalde ya öncesinde ya sonrasında bir yerde yemek yerdik, kahve içerdik. Bunlar keyifli şeylerdi. Şu sıra her şey çok sıkıcı.
    Christopher Nolan, önceki gişe başarılarına ulaşmayacağını bile bile TENET'in salonlarda gösterilmesi konusunda ısrarcı oldu. Çünkü röportajlarından öğrendiğime göre "Sinema salonda izlenir" düşüncesinde olanlardan biri. Kesinlikle ben de bu düşüncedeyim. Vizyon tarihi defalarca ertelendi. Belli ki belki tehlike azalır diye düşünmüştü ancak geldiğimiz noktada istenen azalmanın gerçekleşmediğini söyleyebiliriz. Filmi seyredişimizin üzerinden 2 hafta geçti ve o günden bu yana hasta sayısı gün be gün arttı. Sinemaya gidişimiz, özlem giderişimiz yanımıza kâr kaldı. Birkaç ay daha gideceğimizi sanmıyorum. Ancak, açık konuşmak gerekirse sinemada bir parça tedirginlik duymama rağmen, bu durum ileri boyutlara ulaşmadı. Kontrollü ve bilinçli bir ortam gördüğüm için olsa gerek. Aslında şu maske ve mesafe işini oturtsak, dip dibe durulan kalabalık ortamlarda bulunmasak ve tabii ki testi pozitif çıkıp bunu saklayanlar olmasa çok yol alacağız.
    Peki film nasıldı? Bize göre güzeldi:) Şaka bir yana, bir miktar kafa karıştırıcıydı ki bu aslında Nolan'ın zaman konusuna, farklı evrenler konusuna fazlaca kafa yormasından kaynaklanıyor. Spoiler vermek istemiyorum. Kısaca konusu hakkında şunu söyleyebilirim: "Halihazırda herkeste bir 3.Dünya Savaşı düşüncesi var. Bu savaş kimler arasında çıkabilir? Bu bildiğimiz anlamda bir savaş mı olacak?" Anlamakta zorluk çekenler için sosyal medyada filmdeki olayların zaman çizelgesi bile yayınlandı:) Kendi adıma böyle bir çizelgeye gerek duymadım. Çünkü konunun özünü kavradım ve son derece başarılı aksiyon sahneleriyle de keyiflendim. Hani Dark dizisinde de kim nereden gelmiş, nereye gitmiş, kimin nesiymiş çok konuşuldu ama işin özünde bir bütünlük ve iyi bağlanan bir final vardı ya... TENET'de de buna benzer bir durum söz konusu. Felsefesi, dünyayı korumak, mevcut kaynakları tüketmemek, geçmiş ya da gelecekteki herkesin birbirine bağlı olduğu düşüncesine dayalı. TENET kelimesi "İlke" anlamına geliyor ve baştan da okusan sondan da okusan anlamı değişmiyor.
    Filmin teknolojik tadına varmak için kesinlikle IMAX salonda izlemek gerekli. Dikkat çeken aksiyon sahneleri, olan biteni anlamak için durmaya, düşünmeye izin vermiyor ve kendini harekete kaptırıyorsun. Fakat en sonunda muhakkak düşünüyorsun. İzleyen bir başka kişiyle derin sohbetlere giriyorsun. Oyunculardan da bahsedecektim ancak fazla uzatmamaya karar verdim. Yalnız şunu eklemek isterim, filmde pek beğenmediğim Elizabeth Debicki'yi "The Crown" dizisinde Prenses Diana rolünde izleyecekmişiz. Diana'yı kimin canlandıracağını merak ediyordum, şimdi Debicki'nin bunu nasıl gerçekleştireceğini merak ediyorum. 
    Filmde Tallinn sokaklarını, belli mekânlarını görmek bizim için uzaktaki bir dostla karşılaşmak gibiydi. 3 yıl boyunca her bir köşesini öyle gezdik ki şehirde çekilen tüm sahneler tanıdıktı. Örneğin opera sahnesindeki salon, Rusya'ya bağlı olunan dönemde, 1980 olimpiyatları için yapılmış, şimdi atıl durumda olan bir mekânın parçası. Yarım bir günü orada geçirmiştik, farklı gelmişti. Norveç free portu olarak gösterilen yer, Tallinn'in çok sevdiğim Kumu Müzesi. Bunun gibi pek çok detay... Ve Orhun'un çekimlere dair anıları... Güzeldi. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki her şeye rağmen bu film durgun geçen günlerimize hareket getirdi, bir parça duygulandırdı. Enteresan 2020'nin unutulmayacak anıları arasında yerini aldı. 



ERJE AYDEN'İ TANIR MISINIZ?

$
0
0
    Amerika'nın en çok okunan Türk yazarı ne Orhan Pamuk'muş ne de Elif Şafak. Amerika'da en çok okunan yazar Erje Ayden'miş ve ben bunu yeni öğrendim. Çok daha önceden bilmem gereken şeyleri ilk duyduğumda kendime epeyi bir kızıyorum. Sonra sakinleşiyorum ve "Öğrenmenin yaşı yok" diyerek yeni bilgilerin tadını çıkarıyorum. Erje Ayden çok ilginç bir karakter. Asıl adı Ercüment Aydıner. 1937 yılında İstanbul'da doğuyor. Okumuş, yazmış bir aileye sahip. Yakın ve uzak çevresinde siyasetçiler, önemli doktorlar, sanatçılar var. 
Öyle ki babası Hidayet Aydıner 1969 yılında Adalet Bakanlığı yapmış bir siyasetçi ve avukat. 1969 yılında 
Erje Ayden ise Amerika'da yaşayan, 4 yıl önce çıkardığı kitabı "İkinci Caddenin Çılgın Yeşili" 2 milyona yakın baskı yapmış bir yazar. Yeraltı edebiyatı türüne ait bu kitap şu güne kadar ülkede defalarca basılan en uzun ömürlü kitaplardan biri. 
    Ercüment Aydıner, 1957 yılında 20 yaşındayken önce Avrupa'ya sonra Amerika'ya gidiyor ve bir daha asla Türkiye'ye dönmüyor, dönemiyor. Çünkü Türkiye'de askerlik yapmadığı için vatandaşlıktan çıkarılıyor. Amerika'da da sisteme dahil değil, pasaportsuz. Yurt dışına gidiş nedeni belirsiz. O bir İstanbul çocuğu ancak buradan ayrılmadan önce Anadolu'nun ıssız köylerinde yaşamışlığı var. Hakkında söylenen en önemli şey onun bir ajan olduğu. Ajanlıktan devrimciliğe uzanan söylentilerle bezeli, sırlarla dolu bir hayat hikâyesine sahip. Amerika'da kimliksiz ve pasaportsuz yaşadığı günlerde garsonluktan mezarcılığa kadar çok çeşitli işlerde çalışmış. Tabii ki sanat alanına da el atmış. Ressam Willem de Kooning'in maddi destek sağladığı deneysel bir tiyatro bile kurmuş. Anlaşılacağı gibi New York sanat ortamından pek çok arkadaş edinmiş. 
60'lı yıllar Amerika'da Beat Kuşağı sanatçılarının revaçta olduğu yıllar. Erje Ayden adını benimseyen yazar da bu kuşağın temsilcilerinden sayılıyor. Meşhur sanatçı semti Greenwich Village'da yaşıyor ve romanlarında yeraltı dünyasını anlatıyor. Fransa haricinde Rusya adına da casusluk yaptığı söylentileri var. Büyük bir sır bulutuyla çevrili enteresan bir hayat. Filmlere konu olacak türde. Yapıldığına rastlamadım fakat mutlaka olmalı diye düşünüyorum. Hayatı belki bir filme konu olmamış ancak yazdığı romanlardan Sadness At Leaving kısa film olarak çekilmiş. Erje Ayden 2013 yılında Amerika'da biraz da maddi sıkıntılar içinde hayata veda etmiş. 

    Tüm bunları öğrenince yazarın satıştaki kitaplarını inceledim. Ki bunları ancak sahaflarda bulmak mümkün. Hakkında daha fazla bilgi edinmek için ilk önce "Erje Ayden Efsanesi'ni" sipariş ettim. Selçuk Altun'un "Ardıç Ağacı'nın Altında" isimli romanında Ayden'den bahsettiğini de öğrendim. Bu romanı da alabilirim çünkü hiç Selçuk Altun okumadım. Sevildiğini biliyorum. Başlamak için iyi bir fırsat olabilir. İlgilenenler için Talat Halman'ın 1970 yılında Milliyet Gazetesi'nde Ayden'le yaptığı uzun bir ropörtaj mevcut. Milliyet arşivinden okunabilir ancak ben bir türlü açamadım, sürekli hata verdi. O zaman şimdi kitabının elime ulaşmasını bekleyeceğim. Kendisine hayatının sır yönleriyle ilgili sorular sorulduğunda "Ben bunları karıma bile anlatmadım" diyerek cevapsız bırakırmış. Bakalım kitabından onun hakkında bazı ipuçları yakalayabilecek miyim?




TABLOLAR, SAYILAR, YURT İÇİ, YURT DIŞI, HAYALLER, HAYATLAR...

$
0
0
     Covid Pozitiflerde "Vaka sayısı-hasta sayısı" tartışması nasıl ama? Sağlık Bakanı'nın dün akşamki açıklamasından sonra halen bu tartışılıyor. Aslında sempton göstermeyen pozitiflerin listeye dahil edilmeme durumunu herkes tahmin ediyordu. Şahsen tabloyu her gördüğümde kendimce hesap yapıyordum, yapıyorum. Semptom göstermeden atlatanlar yüzde 80-85 olduğuna göre, verilen hasta sayısını kabaca 
yüzde 20 alıyorum ve hesabımı ona göre yapıyorum. Kendi kendimize düşünüp kendi kendimize önlem almak zorundayız çaresiz. Bizim ülkemiz böyle bir ülke. 
    Ülke demişken... Bu ara "Bi'Gidene Soralım" başlıklı podcast serisini dinliyorum. Kendisi de Londra'da yaşayan Emre Onar, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan Türkler'le söyleşiler yapmış. Dubai'den Prag'a; Avustralya'dan Hollanda'ya kadar... Yurt dışına yerleşmek gibi bir niyetim yok. Dinleme sebebim bu değil. Dünyanın farklı coğrafyalarında nasıl yaşamlar olduğunu merak ediyorum ve tabii bizden birilerinin o coğrafyalarda neler yaptığını. Örneğin Avustralya'da bir Türk'ün meyve sinekleri üzerinde genetik araştırmalar yaptığını bilmek ilgimi çekiyor. Ya da Fransa'da avukat olmak nasıl bir şey? Dubai'de yapay yağmur bulutları devreye sokulduğunda neler oluyor? Londra'da bir pazarda stant açmanın maliyeti ne? Bu podcast serisinde farklı ülkelere dair bilmediğim şeyler öğreniyorum. Ayrıca bir süredir yurt dışında olan gençlerin Türkiye'ye uzaktan bakınca neler gördüğünü de öğreniyorum. Hepsinin istisnasız söylediği şey, buraya geldikleri anda asık suratlı, mutsuz insanlarla karşılaşıyor olmaları, herkesin birbirinden bir selamı bile esirgiyor oluşu. 
Diğer ayrıntılara girmeyeceğim, sırf bu gözlem bile ruh halimizin iyi olmadığının kanıtlarından biri. Mutlu değiliz. Yurt dışında yaşamayı tercih eden insanlara yüklenenlere rastlıyorum. Eleştirmeden önce "Bi'Gidene Soralım'ı" dinlemelerini tavsiye ederim. Her şeyden önce, artık sadece Türk gençleri yer değiştirmiyor. Uluslararası firmalarda birçok ülkeden insan bir arada çalışıyor. İletişimin en yoğun olduğu çağdayız. Gençleri eleştirmek bana göre değil. Bu konuyu her düşündüğümde Juan Goytisolo'nun şu sözü geliyor aklıma: "Köklerimiz, kökler çetin bir sorun... Ama insan ağaç değil ki, insan kalkar, yürür ve gider!" 

    Konu her an sıkıcı bir yere gidebilir. İyisi mi biraz farklı tarafından tutayım. Ben işin yurt dışında yaşamak değil seyahat etme kısmındayım. Podcast'te Avustralya bölümünü dinlerken ülkede karavanların çok ucuz olduğunu, turistlerin karavan satın aldıklarını ve gezdikten sonra sattıklarını öğrendim. Bunu aklımın bir köşesine yazdım. Olamaz mı? Belki bir gün olur. Bilirsiniz, özellikle bu sene karavan turizminde patlama yaşandı.  Devamlı karavanla gezemem ama bir kere deneyimlemek isterim. Hem mesafe olarak hem de TL'nin değer kaybı açısından uzak olsa da Avustralya güzel bir hayâl. Ve malûm her şey hayâl etmekle başlıyor.
    Avustralya'da yaşamı dinlediğim sıra, tesadüfen "Stateless" dizisini seyrediyordum ve Jo Nesbo'dan "Yarasa'yı" okuyordum. İkisi de Avustralya'da geçiyor. Podcast'te genetikçi kızımız "Cüzdanımı arabamın üzerinde unutmuşum, tam dört gün orada kaldı" gibi birkaç örnek vererek güvenlikten bahsetti. Stateless'te Avustralya'nın göçmen kamplarının eleştirisi yapılıyordu, Yarasa'da ise Norveçli Harry Hole Avustralya'da bir seri katilin peşindeydi. Önceliğim her zaman gerçek deneyimlere inanmaktır:) İşte böyle... Bu aralar gezip göremiyoruz fakat dünyadan kopmadık. Zaten bunalıyoruz, bir de sadece kendi sınırlarım içerisinde düşünürsem iyice fena olacağım. Sabretmeye, geniş düşünmeye, okumaya, izlemeye, hayâl etmeye devam...





2019'DA KAYGILARDAN AZADE... BUDAPEŞTE...

$
0
0
    Geçen sene, şimdi bize hâyâl gibi görünen 2019 yılında ne kadar çok gezmiştim. Düşündükçe içimi daraltan bazı sıkıntılı zamanları olsa da seyahat açısından şahane bir seneydi. Öyle ki üst üste gelmelerinden dolayı bu seyahatlerden birini yazıya dökememiştim bile. Tam bir sene önce, ekim ayının birkaç gününü, çok sevdiğim arkadaşım Aslı'yla Budapeşte'de geçirmiştik. Hava şahaneydi, güneşliydi. Bugün ise Covid tehlikesiyle kapanmış olduğum evimde ne zaman dolu yağacak diye bekliyorum, gidip gelip camdan dışarıyı seyrediyorum. Asabım iyice bozulmadan bu seyahatten bahsedeyim mi biraz? Aslında aylar önce Budapeşte seyahatimi yazmaya başlamıştım. Bir iki paragraf taslak halinde duruyordu. Şimdi baktım ve bulamadım. Herkes gibi benim de şikayetçi olduğum yeni arayüzün azizliği! Neyse... Zaten o yazı her seferinde olduğu gibi deneyimlerin yanında bolca tarihi ve turistik bilgi içerecekti. Onu yazdığım zaman Covid falan yoktu. Şimdi işler değişti. Bu sefer seyahat yazısı tam da yıl dönümünde, sadece anılara geri dönüş olacak. Bir de bol fotoğraflı olabilir, şimdiden söyleyeyim.
    Mesela bakınız, şu fotoğraftaki bina, kalacağımız daireyi kiraladığımız hostelin bulunduğu binaydı. Anahtarımızı buradan aldık ve kendi dairemize geçtik. Sağda ve solda dışarıda oturmuş sohbet edenleri 
fark ettiniz mi? Maske yok, mesafe yok. Moral bozmak gibi olmasın ama geçen sene böyleydik. 


    Bunlar da binanın içinden görüntüler. Halı sermişler gibi yayılmışım basamaklara. Tabii o zaman daha rahatız. Bir daha seyahatlerde bu şekilde merdivenlere, yerlere oturabilir miyim bilmem? Fakat insanız, çabuk unutuyoruz değil mi? İçinde bulunduğumuz günleri unutmak zor ancak bu sıra edindiğimiz bazı alışkanlıkları gözardı etmeye başlayacağımız kuvvetle muhtemel.

    Budapeşte'de olduğumuz süre içinde konakladığımız daire bu hostelin arka sokağındaydı. Kolaylık olsun diye Peşte kısmında, merkezden bir daire bakmıştık. O yüzden manzaramız Aziz Stephen Bazilikası'ydı. Heykel sanatını severiz. Her sabah bazilikanın heykelleriyle karşılaşmak güzeldi. Tarihi bilgi pek olmayacak dedim fakat hiç olmayacağını kastetmedim. Tam şu noktada Aziz Stephen'in Hıristiyanlığı kabul ederek taç giyen ve Macar devletini kuran ilk kral olduğunu eklemeliyim. 

    Pencereden baktığında başını biraz sola çevirdiğin zaman manzara buydu. Yalnız herhalde yakınlarda hastane vardı ki geceleri caddeden ambulans sesleri yükselir ve bizi aniden uyandırırdı. 

    Bazilikanın içinden fotoğraflarım pek başarılı değil. İçinin de ihtişamlı olduğunu belirtip, net olan tek fotoğrafımı eklemek isterim.

    Aziz Stephen'in önündeki alanda, hemen her Avrupa şehrinde olduğu gibi turist kalabalığı olurdu. Şehirdeki ikinci günümüzde bu alanda birkaç gün sürecek bir tatlı festivali başladı. Çikolata, şeker, pasta kokuları arasında güne başlardık, akşam da enfes kokular eşliğinde bitirirdik günü. 

    Budapeşte'deki ilk günümüzde odaya yerleşmemiz biter bitmez dışarı attık kendimizi. Aslı daha önce birkaç gün burada bulunmuştu. Ancak gezip görmediği yerler de vardı. Pek plan yapmadan, kasmadan, yorulmadan gezecektik. Zaten şehrin her köşesi görmeye değer nitelikteydi. İkimiz bir olunca, özellikle çok çok önceki yıllarda delicesine müze tamamlama gayretine girerdik. Bunu biraz törpüledik. Gönül istiyor fakat sadece müzelere odaklanınca şehrin diğer sunduklarını gözden kaçırıyorsun. Artık hem beraberken hem de diğer seyahatlerimizde seçerek geziyoruz müzeleri. O an bırakmak zorunda kaldıklarımızı belki bir başka sefer görme umudunu da beslemiş oluyoruz.

    Budapeşte caddeleri, sokakları çok keyifli. Tuna Nehri, şehri Buda ve Peşte olmak üzere ikiye ayırıyor. Tarihi bölge Buda tarafı. Biz ilk gün, öğleden sonrayı da bulduğumuz için Buda'ya geçmiyoruz, Peşte kısmındayız. Geniş caddeleriyle, müze ve tiyatro binalarıyla, heykelleriyle, kafeleriyle Avrupa havasının daha fazla hissedildiği yer burası. 



    Yorulunca Tuna kıyısına yakın hoş bir kafe-restoranda  mola veriyoruz. Hava sıcak. Limonlu bira ve patates kızartması sipariş ediyoruz. Yaşlıca garsonumuz "Bu kadar mı?" dercesine bir ifadeyle memnuniyetsizliğini belli ediyor. Fazla acıkmadık, ne yiyebiliriz ki? Hem akşam gulaş yiyeceğiz. Garsonun tavrına anlam veremiyoruz, zira öğleden sonra saatlerindeyiz ve genelde herkes bir şey içiyor ya da dondurma yiyor. Fakat ortam o kadar güzel ki asla keyfimizi bozmuyoruz.

    Siparişimizden memnun olmayan garsona bakarak Budapeşte'deki herkesin turistlere böyle davrandığı düşünülmesin. Tam tersi hep sıcak karşılandık. Hâttâ Türk olduğumuz anlaşılınca daha da dikkat çekiyorduk. Türkçe konuştuğumuzu anlayıp, Türkçe ufak tefek cevaplar verenler oldu ancak fazla uzatmıyorlardı. Küçük bir jest gibiydi Türkçe kelimeler. Macarlar Türk mü? Hunlar Türk mü? Macarlar Hun İmparatoru Attila'nın soyundan mı geliyor gibi tartışmalar bu yazının konusu değil ancak Macaristan'da bu konularda araştırmalar olduğunu, Macaristan'ın Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği'ne katıldığını, Macarlar'ın bir kısmının Türkler'le akraba olduklarını düşündüklerini haberlerden takip ediyorum. Ancak bir turist gözüyle şunu söyleyebilirim ki Budapeşte'de çok rahattım. Macarların Türk olduğumuzu anladıkları andaki samimiyetlerine inandım. Macaristan'ı tekrar görmenin hâyâlini kuruyorum. Şimdi tekrar dönelim 2019'daki seyahatimize.

    Budapeşte'deki ilk günümüzü ısınma turlarıyla tamamladık. Bol bol fotoğraf çektik. Gulaşımızı da yedikten sonra ertesi güne enerji toplamak için dinlenmeye çekildik.

    Ertesi sabah çok da erken olmayan bir saatte uyandık. İlk uğramak istediğimiz yer meşhur New York Cafe'ydi. Yer bulursak burada kahvaltı yapacaktık. Fakat bulamadık. Kapısından girince uzunca bir kuyruk karşıladı bizi. Önce beklemeye karar verdik. Biz masalarda oturanlara bakıyoruz, onlar bize bakıyor. Kalkmalarını bekliyoruz. Zaman akıp gidiyor. 

    Bakıyoruz olacak gibi değil, 120 yıl önce açılan ve bir zamanların sanatçılarının, yazarlarının mekânı olan bu yerde vakit geçirme hevesimizi yarınlara bırakıyoruz. Hâl böyle olunca önünden bir fotoğrafla ve birkaç estetik ayrıntıyla yetinmek durumunda kalıyorum.




        New York Cafe hayalimiz suya düşünce elimizdeki haritadan bir başka mekân aramaya başladık ve filozof Spinoza'nın ismini almış bir kafenin hoş olabileceğine karar verdik. Spinoza Cafe'ye ulaşınca şehrin Yahudi Mahallesi'ne de geçmiş olduk. 

    Spinoza sadece bir restoran değil canlı tiyatro ve müzik performanslarının da yapıldığı, duvarlarındaki eski fotoğraflar ve afişlerle dikkat çeken hoş bir mekân. Biz geç kahvaltı için oradaydık, cam kenarındaki küçük masamızda kahvemizi yudumlarken bölgenin canlılığını gözleme fırsatı bulduk. Güzel saatlerdi.

    Spinoza'nın karşısında bir pasaj girişi dikkatimizi çekmişti. Kahvaltıdan sonra o tarafa yöneldik ve kendimizi akşam saatlerinde coşacak olan yeme içme mekânlarının karşılıklı sıralandığı bir eğlence bölgesinde bulduk. O saatlerde bir kısmı eski eşyaların ve el yapımı hediyeliklerin sergilendiği tezgâhlara ayrılmıştı. Ufak tefek bir şeyler satın aldık fakat üzerinden zaman geçtiği için düşünüyorum ve ne aldığımızı kesinlikle hatırlayamıyorum.

    Bugün Yahudi Mahallesi oldukça hareketli bir bölge. Oysaki 1944 yılında çokça acıya sahne olmuş. 
O günlerin izini Büyük Sinagog'da, müze haline gelmiş evlerde, sokak aralarında karşımıza çıkan anı heykellerinde görmek mümkün. 

    Yahudi vatandaşların terk etmek zorunda kaldıkları bazı binalar "Ruin Pubs" denen barlara dönüştürülmüş ki bugün onlar ayrı bir dünya. Birkaçına gündüz vakti sadece göz atmak amacıyla girdik. Geceleri keyifli olacağına eminim. Bu bölgedeki sinagog ve müzelere de vakit ayıramadık. O günkü planımız Buda'ya geçmek, Imra Varga Müzesi'ni ve Vasarely Müzesi'ni görmekti. Bunun için acele olmayan bir yürüyüşle, gördüğümüz her şeyin tadını çıkararak yola koyulduk. 

    





       İlk önce biraz Tuna'nın Peşte kıyısında yürüdük. Biz yollara düşmüşken kimi gençler Ekim güneşinin keyfini çıkarmaktaydılar.

    Keyifli görüntülerin yanında hüzün verenlerine de rastladık. Tıpkı bu yerleştirmede olduğu gibi... 

    1944'te Almanlar tarafından işgâl edilen Macaristan'da Yahudiler'in durumunu çarpıcı şekilde özetleyen bir iş bu. Kurşuna dizilmeden önce ayakkabılarını çıkarmaları istenir onlardan. Çünkü ayakkabılar insan hayatından daha değerlidir. 

    Bu da günümüz Macaristan'ının Parlamento Binası. Kadraja giren otomobil olmasaymış güzel bir fotoğraf olacakmış aslında:) Ziyanı yok! O günü, o anı anlatan samimilikte bir fotoğraf bu.

    Fakat Parlamento Binası gerçekten etkileyici! Budapeşte manzaralarını tamamlayan, özellikle Tuna'nın diğer kıyısından şahane görüntü veren bir yapı. İçini de görmek isteyenler, toplantı olmadığı günlerde rehberli turlara katılabiliyorlar. Bakınız aşağıdaki fotoğraf akşama doğru dönüş yolunda binayla aynı kareye girme çabamı yansıtan bir çalışmadır ve kendisini pek severim.

    Şimdi Budapeşte'nin sekiz meşhur köprüsünün birinden karşıya geçme zamanı. 

    Zincirli Köprü, şehrin en tanınan köprüsü. İki yakayı birbirine bağlayan, dubalarla geçişten kurtaran ilk köprü. 1849 tarihli. Budapeşte köprüleri ne yazık ki yüzde yüz orijinal halleriyle günümüze gelmiş değiller. 2.Dünya Savaşı'nda ağır hasar gördükten sonra restore edilmişler. Yakın zamanda okuduğum, olayların Budapeşte'de geçtiği "İşin Aslı Judith ve Sonrası" romanında köprülerin geçmişini ve bugününü çok güzel özetleyen, bir şehri gezerken tarihini bilmenin ve saygı göstermenin önemini vurgulayan satırlar var. Şöyle diyor Judith: "Sonraları, yurt dışında yaşayan Macarlar Amerika'dan ziyarete gelip de şahane arabalarıyla demir köprülerden vızır vızır geçerken daima ağzımda acı bir tat oldu, çünkü bu yabancıların yeni köprülerimizi bu kadar kayıtsızca kullanmaları beni üzüyordu. Çok uzaklardan gelmiş ve savaşın sadece şöyle bir kokusunu almış, onu uzaktan, film izler gibi izlemişlerdi. Ne güzel yaşıyorsunuz ve köprülerinizde gidip geliyorsunuz, demişlerdi. Bunu duyduğumda kalbim sızlamıştı. Siz ne bilirsiniz, diye düşünmüştüm. Ve anladım ki burada yaşamamış, o zamanlar bizimle birlikte olmayan biri, o harikulâde eski Tuna köprülerimiz bir bir havaya uçarken bir milyon insanın ne hissettiğini bilemezdi. Ve günün birinde nehri tekrar ve ayağımız kuru geçebilince neler hissettiğimizi..." 
    

    Ve Victor Vasarely Müzesi'ndeyiz. Koleksiyonuyla çok keyifli bir müze burası. Victor Vasarely Optik Sanat'ın öncü ismi. Hayatını Fransa'da sürdürmüş olsa da Macaristan doğumlu.

    Aynı geometrik biçimin farklı düzenlemelerle oluşturduğu yanılsamalara dayalı eserler her açıdan incelemeye değer ve bu durum müzede epeyi bir vakit geçirmemize neden oluyor. Devinimin ve rengin sürekliliğinden yorulunca mola veriyoruz, bizden başka sadece yaşlı Fransız bir çiftin olduğu boş müzede gönlümüzce fotoğraf çekerek eğleniyoruz.





     Vasarely, grafik tasarımlarıyla, heykelleriyle, daha pek çok ikonik çalışmasıyla sanatını her kesime ulaştırabilmiş bir isim. David Bowie'ye ait albümün kapağında, yukarıda görüldüğü gibi... 2017 yılında İstanbul MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi'nde ve İzmir'de Arkas Sanat Merkezi'nde sanatçının eserleri sergilenmişti ancak fazla reklamı olmadı, çok kişiye ulaşamadı. Önemli bir sergiydi.
    Budapeşte'deki o gün ayrıca görmek istediğimiz İmre Varga Müzesi ne yazık ki kapalıydı. Müze civarındaki sokaklarda yer alan bazı heykelleriyle yetindik.




    Bu gezdiğimiz yerler "Eski Buda" anlamına gelen "Obuda" bölgesiymiş ve Budapeşte'nin 3.kısmını oluşturuyormuş. Müzeleri ararken tamamen tesadüfen bulduk ve hayran kaldık. Romantik sokaklarıyla, evleriyle canım Tallinn'ime benzettim ben burayı. 




    Soluklanmak için şirin mi şirin bir restoran seçip oturduk. Bir Avrupa şehrine göre çok çok az hesap ödediğimiz bu mekânda peçeteden tabağa her şey o kadar zarifti ki... Budapeşte'ye yolunuz düşerse Obuda bölgesini görmeden dönmeyin derim.

    Buda'nın kale kısmını ertesi güne bıraktık. Akşama doğru yine köprüleri aşmak, Peşte'ye dönüş, turist kalabalığıyla yenen akşam yemeği, sohbet muhabbet...

    

    Budapeşte'nin o kadar hoş tarihi kafeleri var ki her birine bir gün ayıracak olsan epeyi bir zamanını burada geçirmen gerekir. Şehirdeki üçüncü günümüzde kahvaltıyı bunlardan birinde, Callas Cafe Restaurant'da yapmak istedik. Yine haritayı elimize alıp düştük yola. Şık Andrassy Bulvarı'nda, Devlet Opera Binası'nın karşısında bulduk kendisini. Aslında burası bir otel. 1880 yılında ev olarak inşa edilmiş. Kafe kısmı girişte yer alıyor. Bugünkü ismini Maria Callas'ın 1964 yılında Macaristan Operası'nda sahne almasından alıyor olsa gerek. Şehre gelen ünlülerin tercih ettiği otellerden biri imiş.

    "O kadar anlattın, hani fotoğraf?" denebilir:) Hava iyi olduğu için dışarıda oturduk ve içeriden fotoğraf almadık, Japon turist moduna girmek istemedik. Merak edenler için internette sayfası mevcuttur efendim.
    
    Callas'da leziz sebzeli omletlerle enerji depoladıktan sonra Buda tarafına geçtik. Yine bol bol yürüdük. 
Kale kısmına çıkmak için füniküler var. Ancak orada olduğumuz sıra çalışmıyordu. Çalışsaydı da bizim için fark etmezdi çünkü yürüyerek çıkmaya karar vermiştik. Aşağıdaki fotoğrafta yeşilliklerin arasında füniküler görünüyor.

        Kale bölgesine ulaşana kadar tarih kokan sokaklardan, bir başka zamanın insanlarına yuva olmuş güzel evlerin önünden geçtik. Yükseldikçe geriye dönüp, her seferinde ayrı güzellikte manzaralar sunan Tuna'ya tekrar tekrar bakmayı ihmâl etmedik. 
 
    Buda Kalesi, 13.yy.'da Macar kralları tarafından kullanılmaya başlanan, çeşitli binalardan oluşan bir saray kompleksi. Bu bölgede bugün en çok ziyaret edilen yerler Matthias Kilisesi, Balıkçı Tabyası, Ulusal Galeri, Tarih Müzesi ve Askeri Müze'nin de içinde olduğu müzeler. 
    Kaleye doğru rastgele çıktığımız yolumuz ilk önce bizi bir masalın içinde hissettiren mimarisiyle Balıkçı Tabyası'na ulaştırdı.


    Balıkçı Tabyası'ndan doyasıya seyrettiğin Peşte ve Tuna manzarası muhteşemdi. Peki Macarların bu topraklara gelişinin 1000.yılı şerefine 1895'te yapımına başlanan tabyada balıkçıların ne işi vardı? Söylentiye göre Buda savaş tarihinde balıkçılar loncasının desteği nedeniyle bu ismi almıştı. 

    Masalsı görünümü tamamlayan önemli yapılardan biri de Matthias Kilisesi. Yaklaşık 700 yaşındaki kilise nice taç giyme törenine, kraliyet nikâhına tanıklık etmiş. 

    


    Kale Meydanı'nın zamanı aşan, dünyanın her yerinden insanları kucaklayan renkli ortamında epeyi bir vakit geçirdikten sonra Hungarian National Gallery'ye uzandık. Tabii duraklaya duraklaya, etrafı izleyerek, bol bol fotoğraf çekerek...



    Ulusal Müze'de o sıra bir de Sürrealistler'in sergisinin olduğunu gördük. Dayanamayıp ona da girdik. Magritte ve ben mutluyduk.

    Müze kapanmadan yetişip yapabildiğimiz kadarıyla kalıcı koleksiyona da göz attıktan sonra eski şehir bölgesine veda ettik ve Tuna kıyısına inmeye başladık. Akşama kavuşmakta olan şehir yine nefis manzaralar sunmaktaydı. 


    10 ülkeyi kateden güzelim Tuna Nehri Budapeşte'ye ayrı yakışıyor. Nehirde yol alan turistik teknelerle gezip gezmemek konusunda çok kararsız kalmıştık ancak en sonunda dışarıdan izlemenin daha iyi olacağını düşündük. Şu manzarayı dikkate alırsak, haksız olduğumuzu kim söyleyebilir ki? 

    Şehirdeki son gecemizde akşam yemeği için Yahudi Mahallesi'ne gitmeye karar verdik. Gündüz saatlerine göre daha kalabalıktı. Dışarıya atılmış masalardan sohbetler, kahkahalar yükseliyordu. Dikkatimizi en çok bekarlığa veda turları yapan kadın grupları çekti. Fakat sadece genç kadınlardan oluşan bir grup gelmesin aklınıza. Anne, kayınvalide, teyze oldukları belli orta yaşlı kadınlar da vardı gruplarda. Gelinlerin kafasında küçük duvaklı bir taç, süslenmiş genç kızlar... Hep beraber, sakin sakin bir bardan çıkıp diğerine giriyorlardı. Bir nevi kına gecesi yani:) 
    Geldiğimiz günden beri ortasından geçtiğimiz, yukarıdaki satırlarda bahsettiğim tatlı festivalinden artık bir şeyler tatmak istiyorduk. Onu da son geceye bıraktık. Porsiyonu epeyi büyük olsa da bu coğrafyanın meşhur makara tatlısından yemeye karar verdik. Közün üzerinde tatlılar döndükçe enfes kokular saçılıyordu etrafa. Kayıtsız kalmak pek mümkün değildi doğrusu. 

    Bu tatlı, sıcak ve karamelli bir simit gibi. Simit tadı aldım ben. İstanbul'da olup merak edenler Taksim'de Narmanlı Han'ın içindeki Hansel&Gratel Şekerci Dükkanı'nda deneyebilirler. Orada olduğunu gördüm fakat bu kez tatmadım. 
 
    Efendim bir önceki günü tatlı bitirmiştik, ertesi güne de tatlı başladık. Nasıl olsa bol bol yürüdüğümüz için tatlı yeme hakkımız vardı:) Önceki iki güne göre daha mütevazı geçiştirdiğimiz kahvaltıdan sonra meşhur gül dondurmayı denemek istedik. Daha doğrusu galiba en çok ben istedim:) 

 

    Aslında tek ayırt edici özelliği gül şeklinde olması olan bir dondurmayı, o kadar renk varken neden kahverengi yani çikolatalı aldığımı hiç bilmiyorum. Bazen çeşit karşısında kalakalıyorsun ya, aynen öyle oldu.

    Budapeşte'de artık sayılı olan saatlerimizi Kahramanlar Meydanı civarına ayırmıştık. Akşam üzeri İstanbul'a dönüş vardı. Yine başladık yürümeye. Opera'nın, Callas Cafe'nin yer aldığı Andrassy Bulvarı'nı boydan boya katettik.



Kahramanlar Meydanı Macaristan'ın en büyük meydanlarından biri. Meydan 1896'da inşa edilen Milenyum Anıtı'yla tanınmakta. 

    Milenyum Anıtı'nda Macarlar'ın ilk liderlerinden sonraki krallarına ve devlet adamlarına kadar önemli isimlerin heykelleri yer alıyor. Heykellerin alt kısımlarındaki rölyeflerde de bu kahramanların tarihteki önemli anlarını anlatan sahneler var. En üstte baş melek Cebrail...

    Meydanın sağında ve solunda müzeler... 

    Kahramanlar Meydanı çevresinde dolaşırken Şehir Parkı'nı fark ettik (Varosliget). Parkın yapay gölünde sandallarla, deniz bisikletleriyle gezenlere heveslendik. Dört gündür sabahtan akşama yürümekten artık o kadar yorulmuştuk ki o bisikletlere binip gölde sallana sallana gezinmek istedik. Atladık birine. 
     
    O kadar iyi geldi ki. Güneş pırıl pırıl tepemizde. Sanki sonbahar değil de yaz mevsimindeyiz. Tam ortada durduk, yüzümüzü güneşe verdik, uzattık ayakları dinlendik:)

    

Şu şato görünümlü binanın önünde de epeyi bir vakit geçirdik. Zira pek dikkat çekici pek romantikti.

     O sırada bilmiyorduk, ancak dönünce öğrendik ki burası Vajdahunyad Kalesi'ymiş. Yine bin yıl kutlamaları için geçici olarak yapılmış. O zaman malzemesi ahşap ve kartonmuş. Halk bu kaleyi çok sevince kalıcı hale getirilmiş. Şöyle ilginç bir özelliği daha var ki o da tamamen eklektik bir yapıda olması. Macaristan'ın her yerindeki önemli yapılardan ve tarihsel dönemlerinden ayrıntılar bir araya getirilmiş. Macaristan'ın mimari tarihini yansıtıyor diyebiliriz kısacası. Kışın bu küçük göl donduğunda üzerinde buz pateni yapılıyormuş. 
O kış sahnelerini düşününce nasıl romantik bir ortam oluştuğunu hayal etmek hiç de zor değil.
    Ancak ucundan kıyısından görebildiğimiz şehir parkında hamam, eğlence parkı, hayvanat bahçesi, bit pazarı gibi bölümler varmış. Arkadaş gez gez bitmiyor Budapeşte! Az önce hamam dedim ya, şehirde sıcak su kaynakları olduğu için tarihi Roma hamamları da var ki fena halde aklımızda kalmasına rağmen onları da göremedik. Girmediğimiz müzelerde aklım kaldı ve oturamadığım tarihi kafelerde... Buda kısmının her yerini gezemedik. En yüksek noktasına çıkamadık. Kalenin altında mağaralar vardı örneğin. Oraya da inemedik. Margaret Adası'nın çevresinde dolaştık dolaştık da kendisine ulaşmaya vaktimiz yetmedi. Yahudi Mahallesi'nde pek çok görülesi yer kaldı. Daha çok şeyi koştura koştura yapabilirdik ama onu istemedik. Sindire sindire dolaştık tarihi sokakları. Çok da güzel oldu. Ah! Bir de o aklımızda kalanlar olmasa! Budapeşte turistlere çok fazla imkân sunan bir şehir. Nasıl olur, ne zaman olur bilmem ama yolu bir daha düşürmeli buraya. "Euro almış başını giderken nasıl olacak o?" diyebilirsiniz tabii. "Ben kura bakmıyorum" esprisini yapmayacağım:) Bal gibi de bakıyoruz kura. Bilemiyorum. Sağlık olsun da, seyahat hayallerimden vazgeçmeye niyetim yok. Belki eskisinden daha kısa süre için çıkacağız dışarı, otelde kalmayıp zaten ara sıra yaptığımız gibi daire kiralayacağız, daha uygun yerlerde yiyeceğiz vs. İnsanız, gayret edeceğiz fakat birilerinin hayallerimizi öldürdüğü kesin. Neyse... Şu salgın bitip normale döndüğümüzde seyahat edecekler için Budapeşte'nin bazı Avrupa kentlerine göre daha hesaplı olduğunu söyleyebilirim. Yeme içme ucuza getirilebilir. Kiralık daire de çok. Bizimki beş kişinin kalabileceği kocaman bir daireydi, tertemizdi. Fotoğrafta görüldüğü gibi eski, romantik bir binadaydı.

    Uçak yolculuğunu çok özledim. Bazı ülkelerde benim gibi özleyenler için seferler düzenlenmeye başlamış. Birkaç saat uçuyormuşsun, dönüp dolaşıp aynı havalimanına iniyormuşsun. Böylesini de istemem doğrusu. Tamam yolculuğun kendisi güzel ama farklı yerler görmeyi de özledim. Bu yazıyı yazmak benim için terapi gibi oldu. Son zamanlarda, belki yaz mevsiminin de bitiyor olmasının etkisiyle herkesin yine karamsarlığa kapıldığını görüyorum. O yüzden farklı bir yazı yazayım istedim. Gitmesek de gitmiş kadar olalım dedim. Vallahi iyi geldi. Fotoğraflara dalmak üzmedi. Bazen Pollyanna olmak işe yarıyor. Bol bol kendi fotoğrafımı da ekledim bu sefer. Çünkü nedense bu fotoğraflarda normalden uzun çıkmışım:) Instagram'ı da bıraktım ya, buraya sarmış olabilirim, idare edin artık:) Ve sağlıkla kalın. Gelecek güzel günlerin umudunu hiç kaybetmeyin. 



BUGÜNLERDE...

$
0
0
     Öff! Sıkılıyorum! Çok sıkılıyorum. Herkesin aynı şekilde hissettiğinin farkındayım, söylemeyeyim diyorum ama bazen olmuyor işte. Salgının tekrar tırmanmaya başlaması ve üzerine İzmir'i etkileyen deprem, zor bela ayakta tuttuğum moralimi alt üst etti. Ruhumu, beynimi aştı ve cildimde döküntüler şeklinde fizikselliğe büründü. İyileşsin diye ilaç dahi almadım. Çünkü daha önce de başıma gelmişti. İçeriden rahatlamazsam dışarıdan sürdüğüm merhemin hiçbir faydası olmayacak. Fakat toparlayacağım. Önümüzdeki zorlu kış için kendimizi ayakta tutmamız şart. Internetten kitap alışverişi yaptım iki hafta önce. Umarım bu kış daha çok okuyacağım. Geçen karantina döneminde kafamı yeterince verememiştim kitaplara. Okuyordum, okuyordum, hiçbir şey anlamadığımı görüp başa dönüyordum. Bu sefer daha hazırlıklıyım. 

    Kitapları eldivenle tutup çıkardım kutudan ve iki hafta boyunca ellemedim. Virüs varsa yok olsun diye... Önüne, arkasına, şöyle hızlıca çevirirken sayfalara kolonya sıkma huyum vardı. Çok şükür ondan vazgeçtim. İki hafta kadar dokunmadığım kitaplarıma karşı korkumu yendiğim an, içlerinden Kıpırdamıyoruz'u seçtim ve okumaya başladım. İsmail Güzelsoy'un yeni romanı çıkmıştı. Tabii ki hemen alacaktım.

    Kıpırdamıyoruz'u diğer dokuz arkadaşıyla birlikte fotoğrafladım. İsmail Güzelsoy'un romanlarını ne kadar sevdiğimden daha önce defalarca bahsetmiştim. Bağımsızlığını ilan etmiş kitaplığımda nadir düzenli duran bölümlerden birine sahip bu yazar. Bambaşka dünyalara sürükleyen tarzıyla günlerin sıkıntısına ilaç olacak yine. Kıpırdamıyoruz da iyi başladı benim için. Fakat ne kadar iyi olursa olsun hiçbir Güzelsoy romanı bende Değmez'in yerini alamayacak.
    Kitap demişken... Kısa bir süre önce, hayat hikâyesiyle fazlaca dikkatimi çeken Romain Gary'nin (Ya da Emile Ajar) ödüllü romanı "Onca Yoksulluk Varken"i okudum. "Kesin bu romanın filmi çekilmiştir" diye düşünerek internete yöneldiğimde 1975 yılındaki filmi bir kenara alırsak, yeni filmin çekimlerinin henüz bittiğini öğrendim. Şahane bir tesadüf oldu. Netflix için çekilen filmde Madam Rosa'yı Sophia Loren oynuyormuş. Severim. 13 Kasım'da izleyeceğiz. Tekdüze günlerimin küçük keyifleri bunlar. Defalarca tekrarlamış da olsam "İyi ki sanat var" diyeceğim.

    Küçük keyiflerimden biri de gözümüzün önüne böyle ıvır zıvırlar yerleştirmek. Madem sonbahar geldi, minik bir törenle karşılamalı. Dizi ya da film izlediğimizde kapatıyorum ışıkları, yakıyorum mumları. 

    Haydi o minik kabaklar Migros'ta satılıyor da yanlarına yerleştirdiğim kurumuş yapraklar, fındıklar, hatta kekreyemişler nereden çıktı? Bir kez daha şaştım kendime. Gezdiğim yerlerden toplayıp toplayıp biriktirmekte üstüme yok. Üstelik hepsinin hatırası var. Annem biriktirmeyi hiç sevmez. Armut illâ dibine düşmüyor. Eskiden benim topladıklarımı eğer ortalıkta bulursa atardı. Böyle süsleyip püsleyip önem verdiysem değil tabii. Dağınıklık yaratıyorsa asla tutmazdı. O aklıma geldi şimdi. Kendi evim olduktan sonra bir parça zıvanadan çıktım. Kutu kutu hatıra, kutu kutu "Ben bir şey yaparım ki bundan" eşyası... Böyle yeri gelince kullanıyorum işte.
    Sonbaharı dekoratif dekoratif karşıladım karşılamasına ama hava ancak birkaç gündür serinledi. Eylül, Ekim aylarında güneş bizi terk etmedi. Birkaç hafta önce, bundan sonra iyice eve kapanacağımızı düşünerek iki günlüğüne Cunda Adası'na gittik. Yarı zamanlı da olsa okullar açılmıştı, yazlık yerlerin kalabalığı dağılmıştı. Hafta ortasını da seçtiğimiz için ortalık tenhaydı. Ada daha çok kedilerin hakimiyetindeydi. 

    Taş sokakların yokuşlarında dolaştık, sahile inip denizi kokladık. Issız yerleri kovaladık,  iyice yükseklere çıktık, mavileri bir de oralardan izledik. Yaz sonunun ve bu olağanüstü yılın tenhalığına teslim hoş bir restoranda, Ege ezgilerinin eşliğinde demlendik. Öyle özlemişim ki. 

    



    Yüksek binaların olduğu, grilerin ve kalabalığın  hakimiyetinde, maviye uzak kaldığımız, yeşili az bir bölgede yaşıyoruz ne yazık ki. Ve birkaç ufak kaçamak dışında aylarımız burada geçti. O yüzden bu iki günlük tedbirli seyahat iyi geldi. Kışa hazırım dedim. Sonra tekrar düştüm. Bir ara yine toparladım. Tekrar düştüm. Muhakkak ki bir daha kalkacağım. Böyle böyle geçecek. Dalgalı ruh hallerindeyim. Ancak biliyorum ki herkes aynı durumda. Ve herkes İzmir'i etkileyen depremden dolayı çok üzgün, çok kızgın. Salgın vs. biter de gidenler için hissettiğimiz üzüntü biter mi? Bitmez. Giden geri gelir mi? Gelmez. Peki deprem ülkesinde yaşadığımızın bilincine ne zaman varırız? Ne zaman harekete geçer idareciler? Bilinmez. Daha fazla can sıkmadan son vereyim satırlara. Yazıya kitapları katıyorum, ada havası ekliyorum, gündemden uzaklaşmak istiyorum... Gel gör ki tüm yollar dönüyor dolaşıyor hüzünlere çıkıyor bugünlerde. 






Yepyeni Ford Puma: Şehirli Bir SUV!

$
0
0

Ford’un yeni SUV otomobili Yepyeni Ford Puma; modern, şık ve cesur görümüyle dikkat çeken bir tasarımla karşımızda. Alışılan SUV tipi araç görünümü aksine fazlasıyla modern, zarif ve şık görüntüsüyle şehir trafiğinde dikkatleri üzerine çekiyor. Metropolde alışık olmadığımız kadar şık bir SUV tasarımı ile şov yapan Yepyeni Puma, asfalt zemin dışında da yüksek performansıyla şaşırtıyor.

7 ileri otomatik vitese sahip Yepyeni Puma, Ecoboost Hybrid motor teknolojisi ile çevreci ve yenilikçi bir duruş sergiliyor. Bu teknoloji gerektiğinde benzinli motorun elektrikli bir motor ile desteklenerek yakıt tasarrufuna ve uzun mesafeleri düşük emisyonla kat etmenize imkân sağlıyor. Yüksek performansına rağmen klasik motorlara göre CO2 emisyonu ciddi ölçüde düşük.


Sınıfının En Büyük Bagaj Hacmi
Zarif görünümünün aksine, sınıfının en büyük yıkanabilir bagaj hacmine sahip. 80 litrelik su geçirmez ve tahliye tapası olan ekstra bir Megabox’ı sayesinde ek depolama alanı yaratarak, özellikle sporseverler için kolaylıkla muhafaza edilebilir bir alan oluşturuyor. 
Ayrıca sadece sizin değil evcil hayvanınızın da konforu düşünülmüş ve Hayvan Dostu olarak tasarlanmış. 

Güvenlik ve Park
Teknolojik yeniliklerle donatılmış Yepyeni Puma’nın Adaptif Hız Kontrol Sistemi ayarladığınız takip mesafesine paralel olarak trafiğin akış hızına göre hızınızı ayarlayarak takip mesafesini koruyor. Olası tehlike durumlarına karşı Acil Durum Manevra Destek Sistemi,Adaptif Hız Kontrol Sistemi, Şerit Takip Sistemi ve Hizalama Asistanı gibi pek çok teknolojiyi destekleyen Ford Co-Pilot360 özelliği mevcut. Geri Görüş Kamerası, Gelişmiş Otomatik Park Sistemi, Çapraz Trafik Uyarı Sistemi ile şehrin yoğun ve dar alanlarında bile park etmeyi fazlasıyla kolaylaştırıyor.



Kişiye Özel Sürüş Modu
Normal, Eco, Spor, Kaygan Zemin ve Arazi olarak 5 farklı sürüş modu var. 12.3” Dijital Gösterge Panelinde seçtiğiniz her mod için farklı bir tema rengi mevcut.
Ayrıca seçilebilir sürüş modları sayesinde gaz tepkisi, direksiyon hassasiyeti ve vites değiştirme ile ilgili tüm alışkanlıklarınıza uygun bir sürüş modu da belirleyebilirsiniz. Yepyeni Puma, sizin stilinize göre bir yol bularak size özel ve ayrıcalıklı hissettiriyor. 

İsterseniz müziğin ritmi, isterseniz mesaj içeriği!
Kalitenin karşılığı B&O Ses Sistemi teknolojisi ile 575 watt’lık ses sistemine sahip. Dijital hayattan ve telefondan kopmak istemeyenler de fazlasıyla düşünülmüş. Ford SYNC  teknolojisi sayesinde telefondan kopmadan isterseniz sesli komutlarla müziğinizi kontrol etmenin tadını çıkarın, isterseniz de metin mesajlarınızı Yepyeni Puma size sesli olarak okusun. Ford SYNC  teknolojisi sayesinde telefondan kopmadan konforlu ve güvenli yolculukların keyfini sürün.

 

Bir boomads advertorial içeriğidir.

BİR MARUZATIM OLACAK:)

$
0
0
    Sevgili dostlar, az önce, uzun bir aradan sonra bir reklam paylaştım. Gelen Bumerang tekliflerini bir süredir pek dikkate almıyordum. Bu aralar teklifler artmaya başladı. Epeydir kopmuştum. Hâl böyle olunca Bumerang'a girdim, hesabımda para olduğunu bile gördüm:) Öylece kalmış. Baktım en son gelen Ford Puma reklamı. Ben de bu otomobili beğeniyorum açıkçası. Dur şunu paylaşayım dedim. Ancak bende fotoğraf ve videolar görünmüyor. Adobe Flash Player'ın desteklemesi gerekiyor sanırım. Hadi benim bilgisayarım gariban fakat videolar ne telefonumda göründü ne de Orhun'un laptopunda. Bir de gidip Orhun'un masa üstünden bakayım. Diyeceğim o ki bir önceki paylaşımıma tıklayıp video ya da fotoğrafın görünüp görünmediğini söyler misiniz? Derdim tıklanma sayısı değil tabii ki, daha kabul edilip edilmediği bile kesin değil neticede. Fakat çok merak ettim. Destekleyen cihazlarda mı görünecek videolar? Teknik konularda becerikli olmadığım için uğraştım uğraştım bir cevap bulamadım. 
Sizlerde görünüp görünmediğini merak ediyorum. Şimdiden teşekkür ederim.



Not: An itibariyle düzeltmiş bulunuyorum. HTML'de kopyala diyen arkadaşlarım haklıymış. Özellikle bir önceki yazıda yer alan Zeugma'nın yönlendirmelerini takip ettim ve hallettim. Aynı sorunu yaşayanlar bakabilirler. Yardımcı olan herkese tekrar teşekkür ederim.

MUTLU YILLAR...

$
0
0
     Salgın endişesiyle kıvranan ruhlarımızı bir parça şenlendirmek için ufak bir doğum günü kutlaması yaptık. Annem de ben de Kasım ayında doğmuşuz. O 16'sında, ben 25'inde... Herkesin doğum günü kendine özel fakat bu sene beraber kutlayalım istedik çünkü malûm sebepler yüzünden çok az görüşebiliyoruz. Normalde daha kalabalık olurduk. Bu sene sadece anneanne, iki kızı, iki torunu ve iki damadı ile sınırlıydı kontenjanımız:) Çektiğimiz fotoğraf ve videoları, bir sonraki yıl yine hep beraber olmak dileğiyle geniş aile whatsapp gurubunda paylaştık. 

    Şartlar gereği annemin doğum gününe ben de eklenmiştim ancak ilk amacımız onu mutlu etmekti. Bunun için önce rengârenk bir pasta sipariş ettik. Bir an 2020'de olduğumuzu unutup "Hadi beraber üfleyelim" teklifinde bulunsa da bu isteğini "Daha neler!" diyerek konu dışına ittik. Mumlar göstermelik olarak pastanın üzerindeydi. Birer tanesini elimize alıp uzak köşelerde üfledik. Zirâ dilek dilemeden olmazdı. Güzeldi ama farklı bir doğum günüydü. Sadece fotoğraflar için kısa süreli yakınlaştık, mesafeli oturduk, 
sık sık camları açıp odayı havalandırdık. O günden sonra yine ayrı ayrı evlerimize kapandık. Yine de... 
İyi ki doğmuştuk biz! Ve hayat her şeye rağmen yaşamaya değerdi!





SEZERCİK ÇİZİYOR :)

$
0
0
    Birkaç gün önce bir dolabı düzenlemek isteyince eskilere daldım. Hem de epeyi bir eskilere... Annem için devamlı "Hiçbir şeyimi saklamadı" deyip biraz sitem ederdim ama elime anaokulundaki faaliyet dosyam geçince kendisini affettim. Anaokulu dosyamı her seferinde olduğu gibi sevgiyle incelerken bu kez bir resim özellikle dikkatimi çekti. Bir masa çizmişim 
ve o masaya doğru gelen veya tam tersi masadan yeni kalkmış olan iki arkadaş... Masanın üzeri dolu. Ama ne yeyip içtikleri belli olmuyor. O kadar da usta değilim sonuçta, henüz 5 yaşındayım:) 

   Bu resim bana arkadaşımla veya arkadaşlarımla dışarı çıkmayı, bir kafede ya da restoranda sohbet etmeyi ne kadar sevdiğimi hatırlattı. Daha o zamandan severmişim işte. O yüzden bu denli bunalıyorum şimdi. Şu salgın süreci bitsin gitsin diye elimizden geleni yapma adına sosyalliği neredeyse sıfırladık. Ve ben arkadaşlarımla, ailemle, yakın akraba çevremle gönül rahatlığında dışarı çıkmayı çok özledim. Fakat sitem yok. Önce herkesin sağlığı yerinde olsun. Arada geçmiş günleri anıyoruz ve sabrediyoruz işte. Resimdeki bir ayrıntıya çok güldüm yalnız. Masanın üzerine güneş şemsiyesi kondurmayı unutmamışım ama niyeyse bir de baca eklemişim. O yaşlarda çizdiğim bütün binalarda tüten bir baca var. Yaz olsun kış olsun, fark etmiyor:) Tüten bacanın çocuk psikolojisinde mutlulukla ilgili olduğunu biliyorum ama bu mutluyum demek mi, yoksa mutluluğa duyulan bir özlem mi var bilemiyorum. Çocukluğumu düşününce mutsuz olduğumu söyleyemem. Çok hisli, sessiz, sakin bir çocuktum ancak kendi içimde mutluydum. Yine de şemsiyenin üstünde tüten baca nedir yahu! :) Bazen Twitter'da şimdiki çocukların zekasından bahsederken bizim geri zekalı olduğumuz hakkında espriler yapılır ya? Kimse kusura bakmasın, aynen katılıyorum. Bu resmi bugün 5 yaşında bir zamane çocuğu görse "Şemsiyenin üstünde baca olur mu hiç?" diye çemkirir. Resmi göstermeye korkarım. 
    İşte böyle. Evdeyiz yine. Çekmeceler karıştırılıyor, psikolojik analizlere girişiliyor falan. 
Hayırlısı artık!



    


KARARSIZ RUH HALİM VE BİRTAKIM ŞEHİRLER...

$
0
0
  Zor günlerden geçiyor olmamızın etkisi blog dünyasını da ele geçiriyor. Birkaç gün aradan sonra buralara uğradığımda toplu okumalara girişiyorum ve bu da genel bir gözlem imkânı yaratıyor. Bu ara yazılar biraz daha karamsarlaştı. Sanırım 2020 yılı hem maddi, hem manevi anlamda "Giderken biraz daha zorlayayım" düşüncesinde. Fiziksel rahatsızlıkları olan arkadaşlarımız var, uzadıkça uzayan süreci manevi olarak kaldırmakta zorlananlarımız da var. Sevindirici olan şu ki az da olsa "Daha iyiyim" diyenlerimiz de eksik değil. Herkesin bu zorlu dönemeci en güzel şekilde geçmesini yürekten diliyorum. Bana gelince... Nasıl olduğumu ben de bilmiyorum. Bir gün iyiyim, bir gün değilim. Hâttâ bir saat iyiyim, bir saat sonra karamsarlığın dibindeyim. Bazen çok sakinim, bazen patlamaya hazır bombayım. Evdeyim, çıkmıyorum, gelecek baharın umutlu hayaliyle yaşıyorum. Böylesi zamanlarda ülkeler, şehirler hakkında kitaplar okumanın beni nasıl rahatlattığından daha önce çok kere bahsetmiştim. Fiziken seyahat edemiyorum belki ama bu fikren de etmeyeceğim anlamına gelmiyor. Okuyorum ve hâyâl kuruyorum. Bugünlerde beni uzaklara götüren kitabım: G.Cabrera Infante'den "Şehirler Kitabı". 

    Fotoğraf dün geceden. Yine uykunun tutmadığı bir geceden. Elektrikler de gidince, sadece televizyonu ve kombiyi çalıştıran jeneratörün varlığına şükrederek okuduğum, uykunun ziyaretini beklediğim bir geceden. Geçenlerde Twitter'dan (bir doktor hesabından) öğrendiğime göre yattığımızda 30 dakika içinde uyuyamıyorsak ve bu her gece tekrarlanıyorsa imsomnia'dan muzdarip sayılırmışız. Aman ne güzel! Neyse... Ben yazıyı daha keyifli şeylere bağlayacaktım. 
    Infante'nin Şehirler Kitabı'nda Londra'nın bol bol bahsi geçiyor. Görmeyi çok istediğim ama bir türlü denk getiremediğim şehirlerden biri Londra. O yüzden bu şehirle ilgili filmler, diziler, satırlar daha bir ilgimi çekiyor. Londra Köprüsü de yer alıyor kitapta. Asıl ününü hani şu "Londra Köprüsü yıkılıyor" sözleriyle ve duyduğumuz anda tanıdık gelen melodisiyle bilinen şarkınının kazandırdığı Londra Köprüsü... Yalnızca turistlerin değil, kimi yerlinin bile Tower Bridge ile karıştırdığı Londra Köprüsü...
(Günümüzdeki köprü. Görsel: www.memoirsofametrogirl.com)

   Bugünkü köprüden bir öncekinin ilginç bir yolculuk hikâyesi var. Kitap bana tekrar hatırlattı. Yolculuğu biliyordum fakat ayrıntıları incelememiştim. Yine bir kitap birtakım meraklara aracı oldu ve bu kez detaylı inceledim köprünün hikâyesini. Şu can sıkıcı günlerde bir parça farklılık olsun diye burada da paylaşmak istedim. Bırak bir ülkeden bir diğerine gitmeyi, markete gitmek için bile düşündüğümüz günlerde koskoca bir köprünün Londra'dan Arizona çöllerine gitme hikâyesi biraz sinir bozucu olsa da bahsedeceğim. Yaşandı böyle şeyler!
    Londra'nın meşhur nehri Thames'in üzerinde ilk köprüyü yapanlar Romalılar'dır. Ahşap malzemeyle yapılmış olan köprü 12.yy.'da yıkılır ve bu kez taş malzeme kullanılarak yeniden inşa edilir. 1800'lerde bir kez daha elden geçer. 20.yy.'a gelindiğinde Londra'nın nüfusu artmıştır, atlı arabaların yerini motorlu taşıtlar almıştır. Günden güne artan yaya ve araç trafiği nedeniyle Londra Köprüsü yavaş yavaş Thames Nehri sularına gömülmeye başlar. Köprüyü tekrar yenilemek şart olmuştur. İngilizler bu aşamada masrafları en aza indirmek için mevcut köprüyü satışa çıkarırlar. Ta Amerika'dan bir girişimci çalar kapılarını. Arizona'da su sporlarına uygun, farklı bir yerleşim alanı kurmak istemektedir. 2.5 milyon dolara satın alır Londra Köprüsü'nü. Köprü parça parça sökülerek Arizona çöllerine götürülür. Ortada su olmadığı halde orada tekrar birleştirilir. Colorado Nehri'ne bir kanal açılır ve köprünün altından akış sağlanır. Köprü bu kez başka bir coğrafyada asıl işlevine kavuşmuştur. 
Görsel: www.golakehavasu.com 

    Robert P. Mc Culloch'un  çölün ortasında kurduğu Lake Havasu City, bugün su sporlarıyla ilgilenenlerin tercih ettiği turistik bir şehir. Şöyle bir fotoğraflarına baktım da Amerikalı'nın girişimciliğine şapka çıkardım.  Puslu, yağmurlu İngiltere ortamında doğan, ancak şimdi her daim sıcak Arizona çöllerinde güneşlenen Londra Köprüsü'yle ben de zihnimde bir coğrafyadan bir başka coğrafyaya uzandım. Havasu'ya gitmek zor. Fakat Londra hep hayalimde. Bir gün bu kenti ziyaret edersem, eskisinin yerine 1973'te bizzat Kraliçe tarafından açılan yeni köprüyü görebilirim ancak. Ona baktığımda da aklıma muhtemelen Arizona gelir. İşte bu dünya ilginç insanlarla dolu ilginç bir yer. İnsanlık tarihi farklı olaylarla örülü. Aslında hepimiz şu sıra tarihi zamanlara tanıklık ediyoruz. İleride 2020 senesinin bol bol kulaklarını çınlatacağız. Yeter ki en az hasarla, hâttâ eğer mümkün olabiliyorsa artılarla atlatalım bu dönemi. Ben şimdi tekrar kitabıma döneceğim. 
Küba doğumlu Infante, bir parça oraları da anlatacak. Ve İstanbul'da olup Küba'yı hayal etmek, böylesi bir zamanda bana terapi gibi gelecek.



BENİM YOLUM...

$
0
0
    Dün içimden gelen yürüme isteğine karşı koyamadım. Evden çıktım, Yaşam Vadisi'ne 20 dakikada vardım. Bu arada gelen gidenin eksik olmadığı bir metrobüs köprüsünden geçtim, sigara içenlerden kaça kaça yol aldım. Biraz yeşillik görme ve kesintisiz yürüme isteğimin, gidiş ve dönüşteki toplam 40 dakikayı stres içinde geçirmemle gölgelenmesi bir kez daha canımı sıktı. Ancak parka vardığımda tüm bunları düşünmemeye çalıştım. Arkadaşlarıyla yaşadığı sıkıntıları, aşk hayatının sorunlarını, migren nedeniyle yoklayan baş ağrılarını, maddi imkânsızlıklarını unutmak için günde neredeyse sekiz saat yürüyen Nietzsche gibi çevreme odaklanmaya çalıştım. Yürürken Nietzsche gibi ya da "Benim çalışma odam kırlardır" diyen Jean Jacques Rousseau gibi güzel eserler inşa edemedim belki ama salgın sonrasına dair çok düşündüm. Aklımda birkaç fikir şekillendirdim en azından ve bu bana iyi geldi. Daha bir neşeyle bakar oldum ağaçlara, çiçeklere. Güneş belki de yılın en uzun gecesinin yaşandığı güne olan saygısından ortalıkta görünmüyordu. Bu canımı sıkmadı. Sadece çektiğim birkaç fotoğrafı etkiledi. Mevsim gereği yapraklarını dökmüş şu ağacın dalları arasındaki 
kuş yuvası ve kırmızı-beyaz kurdeleler o kadar tatlıydı ki hatıra olarak kaydetmesem olmazdı. 

    Salgın süresince hep bu parkta yaptım yürüyüşlerimi. Aynı güzergâhta gittim geldim. Tıpkı Immanuel Kant gibi... Benimki 2020 yılının getirdiği zorunluluktandı. O ise bile isteye hep aynı yolları kullanmış. Düzenli karakteri nedeniyle "Könisberg Saati" ismi takılan Kant'ın yürüyüş yaptığı yola kendisinden sonra "Filozofun Yolu" denmiş. Söylentiye göre bu yoldan sadece iki kere sapmış. Birinde Rousseau'nun "Emile"sini almak ve diğerinde Fransız Devrimi'nden sonraki haberleri duymak için. Benim yürüdüğüm yol, ismimle anılmayacak. Hem zaten Kant'a öykündüğüm de yok. Zira o doğduğu kentten hiç çıkmamış. Benlik değil doğrusu. Doğduğu kentten ayrılmamayı söz konusu bile etmeyen isimlerden biri de şair Rimbaud. Kant'ın tam tersi karakterde. Dünyayı keşfetme derdinde. 16 yaşında düşmüş yollara. Çok yürümüş. Bir şehirden bir başka şehire... Devamlı yürümüş. Farklı maceralar yaşamış. Rusya'ya doğru yollara düşmüşken dayak yemiş. Perişan hâlde bulunmuş. Hollanda ordusuna yazılmış, Stockholm'de sirk gişesinde biletçi olmuş. Etiyopya'da ticaret yapmış. Ve daha neler neler... Böyle söyleyince uzun bir ömür sürmüş gibi geliyor değil mi? Ama öyle olmamış. Her şeyin fazlası zarar mı demek lâzım? 36 yaşındayken dizi davul gibi şişmeye başlamış. Bacağını kaybetmiş ve bir yıl sonra hayata veda etmiş. O sırada Marsilya'daymış. Hastane kayıtlarına "Charleville'de doğmuştu, Marsilya'dan geçiyordu" yazılmış. Hareketi bu kadar seven biri için ne üzücü bir son. Fakat erken yaşta aklına eseni yapmaya başlamış olmasında, hevesle yollara düşmesinde bir parça teselli imkânı var. 
    Rimbaud bu yazıya hüzün kattı. Oysaki dün, yürüyüş güzeldi. Güzelim doğa yeni yıl süslerini takınmıştı. 
Şu görüntü, içimde yeni bir yılın iyiliklerle geleceği umudunu uyandırdı. 

   İster bir flanör gibi kent yaşamı içinde, kalabalıklara dahil olarak gezelim, ister bir maceracı gibi doğanın kucağına atalım kendimizi... Her nerede olursa olsun amaçsızca yürümek çoğumuza iyi geliyor. Bu enteresan yılda, hasret kaldığımız ya da çekine çekine yaptığımız bir eylem oldu. Kıymete bindi. Tarafımdan kendisine böyle güzellemeler yapıldı efendim.



GİDEN DE BİZİM, GELEN DE BİZİM... KUTLU OLSUN!

$
0
0
   

    2020'nin son gününe geldik bile. Olağanüstü şartlarla hareketsiz, sıkıcı ve endişeli geçen bir yılın nasıl olup da bu kadar çabuk tükendiğine aklım ermiyor. Bunu genele yayarsak, durağan geçen bir hayatın çabucak bitmiş hissedileceği fikri beliriyor kafamda. Yaşadığını hissetmek için hareket şart diyorum. Sokaklara çıkmak gerekli, sevdiklerine vakit ayırmak, yeni dostluklara yol açmak, çalışmak, okul günlerinin kıymetini bilmek, torunlarını büyütmek, beraberce kocaman sofralar hazırlamak, şartlar elverdiğince yollara düşmek, online değil canlı konserlerde tempo tutmak, filmleri beyaz perdeden izlemek... Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ne kadar insan varsa o kadar fikir var, hayâl var. Gel gör ki tüm bunlardan mahrum kaldığımız bir seneydi 2020. Bu kadar insanlardan kaçtığım başka bir yıl yok. Çok ilginç! Birbirimizden ne kadar kaçsak da aynı şeyleri hissediyoruz, aynı umuda bel bağlamış durumdayız. 
    Her şeye rağmen "kötü" olarak nitelendiremiyorum 2020'yi. Bir kere öyle bir huyum yok. Hayat yolunun engebelerle dolu olduğunun bilincindeyim. Dümdüz giden bir yaşam var mıdır bilmem. Benim fikrim olmadığından yana. Bazen iyi hissederiz, bazen hissetmeyiz; bazen kazanırız, bazen kaybederiz. Ve bunun için ayları, yılları, bütün bir ömrü suçlayamam. En üzgün olduğum zamanlardan bile olumlu kazanımlar çıkarmaya çalışırım. Bu minicik bir şey de olabilir. Gerçekten minicik... Ama iyi hissettirir. Endişeyle dolu, canımızı sıkan 2020'de minik değil kocaman bir iyilik yaşandı bizim için. Orhun'un tam 6 yıldır süren sağlık sorunu olumlu sonuca vardı. Yıllar içinde birkaç kez yaşadığı ameliyatların en önemlisini bu sene oldu ve bu sefer iyileşti. O yüzden 2020'yi seviyorum. Bu yıla girerken yaşanacak operasyonu biliyorduk. Biraz buruk ama yine de umutlu karşılamıştık kendisini. Dünyanın yaşadığı endişe hâli bizde daha da erken başlamıştı yani. Şubat başında hastanedeydik. Ameliyat sonrası vs. derken biz eve daha da erken kapandık. Zaten hayat durmuşken iyi bir nekahet dönemi yaşamış oldu bir bakıma. Çok zorladı ama geçti gitti. Yıllardır süren üzüntüm bu sene tarihe karıştı. Üstüne bir de oğlum okulu bitirdi bu sene. Aslında ben üniversite bitiren gençleri düşününce biraz hüzünlenirim. Hayata atılma dönemi gelip kapıya dayanmıştır. Yetişkinliğe adım atılmıştır. Yetişkinlerin hayatı zordur. Ancak yine de bir başarıdır, saçma bir gurur hissedilir. Son dersleri online gördü, mezun oldu ama pek heveslendiğimiz mezuniyet töreninden mahrum kaldık. Tallinn küçük yer. Açık havada kontrollü bir tören yapıldı ama iki ülke arası uçaklar gidip gelmediğinden, hadi bir şekilde gittik diyelim karantina şartları bulunduğundan o işe hiç kalkışmadık. Böyle şeyler için üzülmemeyi çoktan öğrendim. Kısmet buymuş. Önemli olan sağlık! Hep sağlık! Hem bedence sağlık, hem de ruhsal olarak sağlık! Bunu söylemek çok tuhaf gelse de yakın çevremden kimseyi kaybetmemiş olmam bu senenin bir başka artısı. Biliyoruz ki sevenlerini kaybedenler var. Onlar için sonsuz sabır diliyorum. 
    2021'den umutluyum. Her salgın gibi bu da bitecek. Birden tedbiri elden bırakamayız tabii ama en azından aşırı endişe hâli hafifleyecek. Büyük oranda rahatlama sağlandığında olacakları düşünmek heyecanlandırıyor beni. Birer birer iş hayatına dönecek insanlar, daha bir hevesle okula gidecek çocuklar, uçaklar, otobüsler dolacak, restoranlar açılacak, filmler çekilecek, tiyatro oyunları sergilenecek, konserler olacak, daha bir coşkuyla dans edilecek bu konserlerde, sanalından bıktık yüz yüze kurslar göreceğiz, korkmadan el ele tutuşacak gençler, kalabalık sofralar olacak yine. Tehlike var diye nasıl birden kesintiye uğradıysa tüm bunlar, tehlike geçince doğal olarak çok güçlü şekilde geri gelecekler. 
    İlk kez yeni bir yılı karşılarken evde sadece üçümüz olacağız. Her sene yakın akraba çevremizle toplanırdık. Bu durumdan en çok çocuklar mutlu olurdu. Gerçi hepsi kocaman oldular ama ne mutlu ki bu toplanmaları seviyorlar. Olsun! Gönüller bir diyoruz ve durumu dramatize etmiyoruz. Görüntülü bir görüşme ayarlarız artık. Kadehleri sağlığa kaldırırız.
    Dilerim 2021 güzel sürprizlerle gelsin. Herkese sağlık, huzur, neşe, gerçekleşen dilekler ve rahat bir kafa diliyorum. Yeni yılımız kutlu olsun!





2020'DE HANGİ KİTAPLARI OKUDUM?

$
0
0
   Her sene ilk yazıda bir önceki yıl okuduğum kitapları anlatıyorum. Bu sene biraz gecikmeli de olsa listemi hazırladım. 2020 zor bir seneydi. Evlere kapandığımız zaman daha fazla okuyacağımı düşünmüştüm fakat öyle olmadı. Kişisel yorucu sebeplerin üzerine bir de Covid19 korkusu, yılın ilk birkaç ayı okuduğum hiçbir şeyin kafama girmemesine sebep oldu. Okudum okudum anlamadım, tekrar tekrar döndüm okudum. Korkunç bir durumdu. Benimle aynı sıkıntıyı yaşayanlar olduğunu biliyorum. Neyse ki bahar aylarında toparladım. Aslına bakılırsa benim için okumak sayılarla ölçülecek bir şey değil. Yavaş yavaş, sindire sindire okurum. Roman okuyorsam olayların içinde hissetmek isterim. Bazen sesli okurum.Yeni bir bilgiyle karşılaştığımda onu araştırmak için kitaba ara veririm. Bir kitap bitince anında diğerine başlamam, tadı hemen kaybolsun istemem. Yani tüm bunlar beni yavaşlatır ama önemli olan skor değil, o kitaptan alabildiklerimdir. Bu neşe olur, hüzün olur, yeni bir bilgi, yeni bir tanışıklık olur. Hepsi bana katkıdır. Şu yaşıma kadar okuduğum her kitabı yol arkadaşım sayarım. Zorlu 2020 senesinde bana eşlik eden kitaplar aşağıda. Uzun uzun yazdım yine. 
Fakat sıkmayacağına inanıyorum. Keyifli okumalar efendim!


    1- ÖYLE GÜZEL BİR YER Kİ - MURAT GÜLSOY
    2020'ye Murat Gülsoy'la başlamışım ki romanlarını sevdiğim gibi Diyaloglar'ı dinlemeyi de ihmâl etmem. Örneğin Ayfer Tunç ile sohbetleri hoştur, verimlidir.
    Öyle Güzel Bir Yer Ki, Kerem'in hikâyesini anlatıyor bize. Bir grup lise arkadaşıyla buluştuğu gece, onun antikacı dükkânında devam ediyor. Dışarıda deli gibi yağmur yağıyor. Sabaha kadar eski günler konuşuluyor. Semt Nişantaşı. O gecenin ardından Kerem hayatının muhasebesini yapmaya başlıyor. Antika dükkânının asıl sahibi artık hayatta olmayan yaşlı bir levantenmiş. Kerem'in babası ise onun yardımcısı. Kerem yaşlı adam sayesinde iyi okullarda okumuş, farklı bir ortama girmiş ama o ortamlarda hep sırıttığını hissetmiş. İlerleyen yaşında, lise arkadaşlarıyla da buluşmasının ardından bu duygu daha bir görünür oluyor ve onu içsel bir yolculuğa çıkarıyor. 


    2- PORTRELER - JOHN BERGER 

    John Berger'den mağara resimlerinden günümüz resim ve heykeline uzanan dolu dolu, enfes bir kitap. Siyasi, dönemsel, toplumsal, bireysel, ekonomik vs. tüm altyapısıyla... Bu konuda ondan daha iyi kim yazabilir? Hatırı sayılır kalınlıktaki kitaptan altı çizili satırlarımın hepsini buraya almam mümkün değil. Birkaç örnekle ipucu vermek isterim. Örneğin arka sokak insanlarını, baldırı çıplakları, lümpen-proletaryayı ve aşağı sınıfların yaşadığı hayatı ilk resmeden kişi olan Caravaggio'nun tablolarının karanlığı hakkında şöyle der Berger: "Onun karanlığı mum, içi geçmiş karpuz, ertesi gün asılmayı bekleyen çamaşır kokar; merdiven boşluklarının, kumarbaz batakhanelerinin, ucuz yatakhanelerin, ani karşılaşmaların karanlığıdır bu." 
   "Dürer, kendi suretiyle sürekli meşgûl olan ilk ressamdı. Ondan önce hiçbir sanatçı onun kadar çok yapmadı kendi portresini. İlk işleri arasında 13 yaşındayken gümüş kalemle çizdiği bir resmi vardır. Bu çizim onun dahi olduğunun bir kanıtıydı; kendisiyse suretini şaşırtıcı ve unutulmaz bulmuştu."

    Picasso hakkında:İspanyolların küfürbazlıklarından gurur duyduklarını herkes bilir. Ettikleri küfürlerin yaratıcılığına hayrandırlar ve küfretmenin bir onur belirtisi, hatta onurluluğun kanıtı olabileceğini bilirler. Daha önce kimse boyayla küfretmemişti.""...çünkü gök bir pencere ve bir ayna gibidir; kâinatın geri kalanına açılan bir pencere ve aşağıda meydana gelen dünyevi olaylara bir aynadır. El Greco'nun gökleri Reform karşıtlarının ve İspanyol Engizisyonu'nun fesat planlarını yansıtır; tıpkı Turner'ınkilerin Sanayi Devrimi'nin kargaşasını yansıtması gibi. Hiç kimse gerçek gökyüzüne, güncel bir korkusuna ya da beklentisine ilişkin bir dilek tutmaksızın bir dakikadan daha fazla bakamaz." Nazım Hikmet'le de tanışıklığı olan John Berger, onun hakkında çok güzel satırlar yazmış. Bir kısmı şöyle: "...işte o zaman Nazım'ın şiirinin benzersiz ve zorunlu stratejisine ilişkin bir şeyi kavradım: Sürekli olarak kendi tutsaklığını aşmak zorundaydı. Tutuklular hemen her yerde büyük firarı hayal ederler; Nazım'ın şiirlerindeyse buna rastlanmaz. Onun şiiri, başından beri cezaevini dünya haritasında küçük bir nokta olarak belirtir." ...Senin kocaman başına mıhlı masmavi gözlerin bana değişik gökyüzlerine sahip pek çok dünyanın bir arada, birbirinin içinde, biri ötekine gözdağı vermeksizin, huzur içinde ama kalabalıklarla haşır neşir yaşayabileceğini ilham ediyor".

    Ve daha fazlası... İlgilisi için şahane bir kitap bu.


    3- BALIK İZLERİNİN SESİ - BUKET UZUNER
    Buket Uzuner'den fantastik bir roman. Tarihe geçmiş öncü isimlerin torunları olduğunu soyadlarından anladığımız farklı kişiler "Özel Burslu Seçilmiş Öğrenci" sıfatıyla Finlandiya'da bir kampüste bir araya getirilmişlerdir. Gezginlerin, ressamların, yazarların aynı karakterdeki torunlarıdır bunlar. Birleşmiş Milletler projesi olduğu söylenen toplantıda herkes okuyacak, araştıracak, sunacak, tartışacaktır ve çalışmalarına asla karışılmayacaktır. Bu özel insanlar bir süre sonra kendilerine söylenenden farklı bir yerde olduklarını anlarlar. Amaç onları denetim altında, gözden uzak tutmaktır. Organize olurlar ve bir adaya kaçmayı başarırlar. Adalarının ismini Balık İzlerini Sesi koyarlar. Adanın akıbeti ne olacaktır? Cesur insanlar kötülüğe karşı koyabilecekler mi, yoksa sulara mı gömülecekler? Sorunun cevabı kitapta. Ben bu romanı, son zamanlarda kendisine epeyi bir kafayı taktığım Romain Gary de karakterlerden biri olduğu için okudum. İsmi Romain Kacew olarak geçiyordu ancak Buket Uzuner'in bahsettiği tam da yazarın kendisiydi. Balık İzlerinin Sesi'nde şövalye ruhlu Romain, Piri Reis'in torunu Afife Piri ile şahane bir aşk yaşıyordu. Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazanmış olan bu eser bizi cesur insanlara bakış açısının sembolize edildiği bambaşka bir düşünce dünyasına götürüyordu. Sonu ne olursa olsun cesur insanlar iyi ki vardı. Ve aşk... Aşk da iyi ki vardı.


    4- MOSKOVA'DA BİR BEYEFENDİ - AMOR TOWLES

    Bu romanı okuduğunuzda Kont Aleksandr İlyiç Rostov'a hayran olacaksınız. Beş yıl önce yazdığı bir şiir yüzünden 1922 yılında ev hapsine mahkûm edilen bir soylu o. O sıralar Moskova'da Metropolitan otelde yaşadığı için ev hapsini de orada geçiriyor. Tam 32 yıl ayrılamıyor otelden. Bu sürenin önemli bir kısmını güzelim odasından çıkarılıp gönderildiği tavan arasında bir odada geçiriyor. Ancak bu odayı bile ince zevkiyle güzelleştirmeyi biliyor Kont Aleksandr. Otel çalışanlarıyla, müşterileriyle arkadaş oluyor. Herkes ona saygı gösteriyor, seviyor onu. İlk zamanların ağır baskısı geçince otelde çalışmaya başlıyor. Misafirlerin oturma düzeninden sorumlu baş garson oluyor. Oturma düzeni önemli. Devlet kademesindeki her isim ayrı ayrı değerlendirilmeli. Onlara sunulacak yemek,şarap vs. yerinde olmalı. Aleksandr bu iş için biçilmiş kaftan. Hem eski bir aristokrat hem de her şarta uyum sağlamasını bilen görgülü bir insan. Böyle böyle yaşayıp giderken zamanında otel müşterilerinden arkadaşlık ettiği küçük bir kız, büyüyüp geliyor karşısına. "Kocamı Sibirya'ya sürgüne gönderdiler, onun peşinden gitmem lâzım. Küçük kızıma sen bakar mısın?" diyor ve ortadan kayboluyor. Böylece babalığı da tadıyor Aleksandr. Otel çalışanlarıyla birlikte büyüttüğü kızı, gün geliyor bir piyanist oluyor. Devlet adına çalışmaya mecbur tabii. Kont öyle ince bir plan yapıyor ki kızı Avrupa'ya kaçırmayı başarıyor. Onu bir daha görmeyeceğini bile bile özgürlüğe yolluyor kızını. Kendisi de artık gevşeyen denetimin açıklarından faydalanıp doğduğu köye gidiyor. Son yıllarını orada mutlu mesut yaşamış olacağını umuyorum. Kont Aleksandr'ın hikâyesi içime dokunuyor. Aslında sonunu söylememem gerekirdi ancak öyle bir kaptırdım ki kendimi... Yine de okumayanlara tavsiye ederim. Su gibi içeceksiniz. Şu salgın günlerinde, eve kapandığımız günlerde, bir otelde yaşamak zorunda olan Kont Aleksandr'ın şartlara uyumlu, nazik, görgülü karakteri bana olduğu gibi size de iyi gelecek.

    "Ve birdenbire Nevski Caddesi boyunca yürümenin, Rus Edebiyatı'nda gezi yapmaya benzediği düşüncesi düştü aklıma. Tam orada, başta -Moyka Rıhtımı'ndaki meydanın hemen dışında- Puşkin'in hayatına son verdiği ev vardı. O evin birkaç adım ötesinde Gogol'un Ölü Canlar'ı kaleme almaya başladığı daire. Sonra daha ileride, Tolstoy'un müdavimi olduğu Ulusal Kütüphane... Ve burada mezarlık duvarının ardında, kiraz ağaçlarının altında, insan ruhunun huzursuz şahidi Fydor birader gömülü." 

    "Bir insan dostu tarafından hafife alındığında haklı olarak gücenir; ne de olsa dostlarımız kapasitemizi hafife almak değil, gözlerinde büyütmek durumunda olan kişilerdir. Dostlarımız ahlâki metanetimiz, estetik hassasiyetimiz ve entelektüel kapasitemiz hakkında abartılı bir fikre sahip olmalıdır. Bizi bir elimizde Shakespeare'in eseri, diğer elimizde tabanca, son anda pencereden dışarıya atlarken hayâl edebilmelidir." (Dostlukla ilgili bu cümlelere bayıldığımı söylemeliyim:))


    5- SON AYDINLIK YAZ - DORIS LESSING 

    1973'te yayınlandığında feminist manifesto kabul edilmiş bir roman bu. Dört çocuğu ve doktor kocası olan İngiliz kadın kahramanımız, çoluk çocuk büyüyüp de kendisine ihtiyaç azalınca durumu sorgulamaya başlıyor. Çeşitli organizasyonlarda ara sıra çevirmenlik yapıyor. Dünyanın dört tarafına dağılmış çocuklarının ilk defa eve gelmeyecekleri o yaz kendisi de İstanbul'a bir konferansa gidiyor. Burada tanıştığı bir gençle başka ülkelere geçiyorlar. Sonra yalnız başına gezmeye başlıyor. Düşünüyor, sorguluyor. Bir noktada giyinmeyi, süslenmeyi, saçlarını boyamayı vs. bırakıyor. Kendi evinin yakınlarında kalıp evine uzaktan bakıyor. Çocukları o sırada gelmeye başlıyorlar. Saçlarının beyazladığı, görünümünün pejmürde hâle geldiği o sıralar, onu o civarda tanımadıklarını fark ediyor. İyi, güzel de... Ben bu noktada bunun feminizmle bağlantısını çözemiyorum. Erkek ya da kadın olsun; bakımlı, temiz pak insana ilk anda bakışlar ayrıdır, bakımsız insana bakışlar ayrıdır. Yazarın bunu kafalara yerleşmiş kadına bakış durumuna bağlamasını zayıf buluyorum. Kadınlığa dair sorunları çok daha iyi anlatan eserler var. Bu roman beklentimi karşılamadı. Zaten kahramanımız en sonunda sevgiyle dolu olarak evine döndü. Ha artık kendi fikrince hareket edecek, doktor eşi konumuna uygun davranmayı reddedecek, o ayrı. Bence biz daha farklı dertleri olan kadınlara dikkatimizi vermeliyiz.

    Not: Fotoğrafa dikkat! En son metrobüse bindiğim gün çekmişim. Neredeyse bir yıl olacak. Ah Covid ah! Bana metrobüsü bile özlettin.


    6- YOLDA - JACK KEROUAC
    Okumak için çok geç kaldığım, Beat Kuşağı'nın kült romanı "Yolda". Aslında bu romandan fazla bahsetmeme gerek yok çünkü bilen biliyor hakkında yüzlerce, binlerce yazı olduğu gibi çıkış noktası Yolda olan onlarca film ve roman da mevcut. İlham verici bir grup bu Beat Kuşağı.
    Yolda, isminden de anlaşılacağı gibi plansızca yapılan birkaç yolculuğun hikâyesi. Gelişine yaşayan Beatnikler'i tanıma rehberi. Salgın karantinasının sıkı olduğu günlere denk gelen bu okumayla Jack ve Neal ile yollara düştüm. 

    "Neal ile babamın ölümünün üzerinden fazla zaman geçmeden tanıştım... Aslında babamın ölümü ve her şeyin öldüğü yolundaki o berbat his ile doğrudan ilgili olması haricinde bahsetme zahmetine girmeyeceğim ağır bir hastalığı yeni atlatmıştım. Neal'in gelişiyle gerçek manâda yoldaki yaşamım denebilecek dönem başladı benim için. Öncesinde de batıya gitme, ülkeyi görme hayâlleri kurardım hep, kabaca tasarlayıp bir türlü ciddi ciddi yola düşmeden falan işte. Neal için yol biçilmiş kaftan çünkü sahiden yol üzerinde, 1926'da bir külüstürün içinde, Los Angeles'a giden anne ve babası Salt Lake City'den geçerken dünyaya gelmiş." 

    Neal Cassady, Beat Kuşağı yazarları için önemli bir karakter. Her birinin eserinde adı muhakkak geçiyor. Aslında bir "Kaybeden" fakat etkileyici bir kaybeden. İçinden geldiği gibi yaşıyor. Yine de bende bir acıma hissi uyandırıyor. Onun hakkında bir de şöyle diyor Jack: "Neal, annesinin yüzünü hiç görmemişti. Her yeni kadın, her yeni eş, her yeni çocuk bu kasvetli yoksulluğa bir ilaveydi."

    Yolda'nın filminin de olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım. Tahmin edilebilir bir durum.


    7- BENİ ASLA BIRAKMA - KAZUO ISHIGURO
    2020'de okuduğum en etkileyici kitap bu oldu sanırım. Hakkında ayrıca bir yazı yazmıştım. Linkini şuraya ekliyorum: Beni Asla Bırakma 



    8- MANHATTAN MASALLARI - BUKET ŞAHİN
    Bu kitabı yanılmıyorsam Mirgün Cabas'tan duymuştum. Kitap kapağında Tesla, Paul Auster, Marilyn Monroe ve Arthur Miller gibi isimleri görünce, bir parça Buket Şahin'i araştırınca okumaya karar verdim. Buket Şahin kitabı yazdığında 27 senedir New York'taydı, yazarlığı, belgeselciliği, sanat ve finans dünyasında çalışmışlığı vardı. Ülkemizde epeyce konuşulan meşhur Paul Auster ropörtajını yapan kişiydi, Eduardo Galeano gibi isimlerle de söyleşileri vardı. Kendisinin Amerika hakkındaki fikirlerini ve deneyimlerini okumak ilginç olacaktı. Böyle düşünmüştüm ancak kitaptan beklentimin karşılandığını söyleyemem. Çünkü yazar Amerika hakkındaki olumsuz düşüncelerini döndüre döndüre, aynı sözlerle o kadar çok tekrarlamış ki... New York sokaklarında farelerin cirit attığını defalarca yazmasının nedenini anlayamadım. Bir noktada "Peki neden hâlâ oradasınız?" diye sormak istedim. Neticede Türkiye'de medya ve sanat çevresinden fazlaca tanıdığı olan, bir kısmıyla iyi işler yapmış biri. 27 sene boyunca burada değil, orada yaşıyorsa (ki bu kitabın yazıldığı tarihte 27 yıl, dahası da var) memnun olduğu durumlar da vardır muhakkak. Tabii ki istemiyorsa övmeyecek, hepimiz Amerika'nın nasıl bir ülke olduğunun farkındayız. Sanırım insanın yaşadığı yeri sürekli kötülemesi bana biraz ters geliyor. Bu neresi olursa olsun. Eksikleri söylemekten bahsetmiyorum, sürekli kötüleme durumundan bahsediyorum. Her şey insanın hayata bakış açışıyla ilgili olsa gerek. Örneğin tam şu anda Buket Uzuner'in New York Seyahatnamesi geldi aklıma. O da bir süre bu şehirde yaşamış ve yazmış. Irkçılıkla, göçmenlikle, sosyal adaletsizlikle ilgili bir şeyler söyleyecekken bunu markette gördüğü siyahi genç kadın ya da oturduğu apartmanın kapı görevlisi üzerinden sakin sakin öyle güzel sunuyor ki. Okuyorsun ve düşünüyorsun. Bir süre New York'ta yaşamış ya da yaşamayı düşünmüş çok fazla sanatçı var. Demek ki bu şehir bu anlamda sanatçıyı besliyor. Kafelerinde oturup yazıyorlar, kitapçılarda vakit geçiriyorlar, parklarında yürüyüş yapıyorlar, sergilerini geziyorlar, temsilleri izliyorlar. Birçoğunda yaşarken memnuniyet, anlatırken belirli bir Amerika fikrine ters düşmemek adına kötüleme refleksi görülüyor. İlerleyen satırlarda bahsedeceğim Enis Batır'un "Amerika Büyük Bir Şaka..." kitabında da gözlemledim. Yazar sanat ortamından, kent yaşamından çok memnun fakat Amerika ırkçı, büyüklük kompleksinde vs. duyguları nedeniyle ülkeye mesafeli olduğundan tam olarak yansıtmak istememiş bu memnuniyeti. Kafasının karıştığı hissediliyor.  Çok uzattım. Konu genel bir havaya büründü diye Buket Şahin'in edebiyatçılar, müzisyenler, tiyatro sanatçıları söz konusu olunca şehrin nimetlerinden az da olsa bahsettiğini atlamış olmayayım. Örneğin New York'ta yaşamış besteci İlhan Mimaroğlu hakkındaki satırlardan bahsedeyim. Fellini'nin "Satyricon" isimli filminde Mimaroğlu'nun müziği de yer almış. Bu konu hakkında şöyle demiş Mimaroğlu: 
    "...Nasıl oldu da müziğim girdi o filme? Plaktan dinlemiş müziklerimi. Prelüdlerimden ikisini kullanmak istemiş filminde. Özel olarak toparladım, yeniden gönderdim. Film 12. Prelüd ile başlar. Orhan Veli'nin bir şiiri Türkçe olarak okunmaktadır o parçada Güngör'ün sesiyle. Ne yeri ne anlamı var Orhan Veli'nin şiirinin eski Roma'yla ilgili bir filmde. Aldırmadım bu yakışıksızlığa. Fellini bu ya! İstediğini yapar."


    9- BAMBİ - FELIX SALTEN
    Çocukken Bambi'yi okuduğumu ve çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Yıllar geçti, Bambi doğduğunda çalıların arasında bir kuytuda annesiyle huzur içinde uyudukları sahne gözümün önünden gitmedi. Çocukluk kitabım elimde değildi. Sahafta aynı baskıyı görünce hemen satın aldım. Tekrar okudum. Etkilendiğimin sadece o sahne olduğunu anladım. Aslına bakılırsa sert bir hikâye. Bambi'nin büyüdükçe dahil olduğu orman kanunlarını anlatıyor. Büyük olanın küçük olanı yuttuğu yetmiyormuş gibi bir de insan avcılar giriyor işin içine. Devamlı bir kaçıp kovalama, devamlı ölüm. Bunları hatırlamayıp hayallerimde sadece annesiyle olan o ilk sahneyi yaşattığım için kendimi tebrik ettim. Keşke tekrar okumasaydım da Bambi'nin ormanı aklımda hep o romantik haliyle kalsaydı:)


    10- MAVİ YOLCULUK - AZRA ERHAT
    Günümüzdeki anlamıyla değil ilk zamanlarındaki gerçekliğiyle Mavi Yolculuk'u anlatıyor Azra Erhat. Eski Yunan ve Roma dilleri uzmanı ve arkeolog olan, İlyada ve Odissea'nın çevirilerini yapan, alanındaki en önemli kaynak sayılan Mitoloji Sözlüğü'nü yazan kişi o. Bu yüzden yolculukları anlatırken zaman zaman şiirsel bir havaya bürünüyor sözcükler. Hem bilgilendiren, hem Akdeniz ve Ege kıyılarına götüren bir kitap bu. Bildiğim halde okumakta geç kaldıklarımdan. Neyse ki geç oldu ama güç olmadı. Sokağa çıkma yasaklarının en yoğun olduğu zamanlarda okudum, deniz havasını hissetmek bana iyi geldi.

    Bilen bilir, mavi yolculukları başlatan kişi Cevat Şakir Kabaağaçlı, yani Halikarnas Balıkçısı'dır. İsim babası ise Sabahattin Eyüboğlu'dur. Mavi yolculuğun kendine özel bayrağı vardır. Açık mavi zemin üzerine beyaz bir kupa ve iki küçük amfora. Koyu mavi ya da lacivert kumaş üzerine yazılan "Merhaba" yazısıyla birlikte törenle asılırlar tekneye. Şartlar şimdiki gibi değildir, daha zorludur. Yolcuların her biri sırayla yemek yapar, temizlik yapar örneğin. Ki ilk yolculukların müdavimleri dönemin yazarları, şairleri, ressamlarıdır. Yolculuğun kurallarından biri de yol üzerindeki antik kentlerin gezilmesidir. Çokça bunları anlatır Azra Erhat. Goethe'nin sözlerini hatırlatır:"Taşlar seslenin bana, konuşun yüce saraylar!" 60'lı yıllar yaşanıyordur. Ara ara karaya çıkıp antik kentleri gezerler, o zamanlar tenha olan köylerin yerli halkıyla hoşbeş ederler ve her seferinde yeniden yeniden denize dönerler. "Deniz mavi mavi yanıyordu" der Halikarnas balıkçısı.
    Onca romantizm bir yana, Bozcaada'nın geçmiş yıllardaki durumunu anlatan satırlar epeyi bir ilgimi çekti. Gökçeada'nın medeni, okumuş, çalışkan insanlarla sevilen havasının tersi bir hâl varmış Bozcaada'da. Kemal Pilavoğlu denen bir sözde din lideri laikliğe aykırı hareketler ve Atatürk'ün büstlerini kırmak nedeniyle tutuklanıp Bozcaada'ya sürgüne yollanmış. Zamanla buraya müritlerini toplamış bu şahıs, tarlaları köylülerden satın almaya, her türlü ticareti ele geçirmeye başlamış. Daha önce hiçbir yerde okumamıştım, duymamıştım, bilmiyordum. Bozcaada'nın 60'lardaki hâline şaşırdım. Pilavoğlu, karısının şikâyetiyle üç erkek çocuğu taciz ederken yakalanmış ve hapse atılmış. Birkaç ay sonra da ölmüş. Yani ne diyeyim ki? Yurdumdan enstantaneler...


    11- AMERİKA BÜYÜK BİR ŞAKA SEVGİLİ FRANK, AMA ONA NE KADAR GÜLEBİLİRİZ? - ENİS BATUR
    Enis Batur bol bol yazar, ben de severek okurum. New York'ta geçirdiği üç haftayı kaleme almış bu kez. Çektiği fotoğrafları da eklemiş. Yukarıdaki satırların bir kısmında bahsetmiştim. Faydalı bulduğum bir kitap oldu. Özellikle kitabın sonunda Amerika ile özdeşleştirdiği altı sanatçıya yer vermesi hoş.

    Bu kitabı sahaftan almıştım. Eve geldikten sonra bunu Nazif isimli biri için "Sevgili Nazif, sen bu şakadan anlar mısın?" sözleriyle imzaladığını fark ettim. Yazarın her zaman kullandığı mor mürekkepli el yazısıyla... Kitabın ilk basım olduğunu da görünce yazar tarafından arkadaşına hediye edildiğini düşündüm. Acaba kitap benim elime nasıl geçti? Nazif Bey'den ödünç alan birinin geri vermemesi mi onun elinden çıkmasına neden oldu? Yoksa Nazif Bey'in ölümünün ardından kütüphanesi mi dağıldı? Tahminler çoğaltılabilir tabii fakat nedense ben Nazif Bey'in artık bu dünyada olmadığı düşüncesine takıldım. Kendisi ortalarda olmayı sevmez, ulaşması zor olabilir ama bir gün Enis Batur'a bunun için mail atacağım. 


    12- DIANA, YALNIZ AVLANAN TANRIÇA - CARLOS FUANTES 

    Geçtiğimiz bahar aylarında bir yazıda bu enfes kitaptan bahsetmiştim. Şöyle yazmıştım:
    "Carlos Fuentes'in Diana'sı... Yalnız avlanan tanrıça... Yani Jean Seberg. Şu sıralar yazarın kaleminden ikilinin kısa süren aşk hikâyesini okuyorum. Seberg'in bir film çekimi için Meksika'da bulunduğu sırada başlayan ve biten bir hikâye bu. Bir yazar ve bir aktris beraberliği. Fuentes'in satırlarında su gibi akan aşk dolu günler... Birkaç ay önce Romain Gary ve Jean Seberg çiftine takılmıştım. İlginç hayatlar. Bir yazıdan diğerine ulaşan referanslarla epeyi bir okuma yapmıştım haklarında. Ancak yıllardır kütüphanemde bekleyen Diana'ya sıra gelmemişti. Tam o sırada Seberg filmi vizyona girmişti. İzlemeyi çok istedim. Seberg'in aktivist yanının, Kara Panterler'in lideriyle olan ilişkisinin, şaibeli ölümünün nasıl yansıtıldığını merak etmiştim. Fuentes'in deyimiyle "Tanrı'nın elinin tersiyle dokunduğu bir kadındı o". Gel gör ki tarihler 2020 yılının mart ayını gösteriyordu. Türkiye'de ilk Covid19 vakası ortaya çıktı çıkacaktı. Çin ve İran en zorda ülkelerdi. Seberg'i izlemeye gidip gitmeme konusunda çok düşündük. Gösterimde olduğu bize en yakın yer Florya'da bir alışveriş merkeziydi. İstanbul'da yaşayan İranlılar'ın ya da turist olarak burada bulunanların kesinlikle tercih ettikleri alışveriş merkezlerinden biri olduğu için gitmekten vazgeçtik. Sınırlar henüz kapatılmamıştı, ne olur olmazdı."
    Bugün de kitaptan altını çizdiğim şu satırları ekleyeyim yazıma:
    "... Üstünde 1960'ların en ulu ikonası Che Guevera'nın resmi bulunan bir tişört bile bastırmıştı. Che Guevera 1967'deki korkunç ölümünden sonra 'Chic' (şık) Guevera'ya dönüşmüş, Kuzey Amerika ve Avrupa'daki sözde radikallerin hepsinin vicdanını rahatlatan bir şıklık simgesi olmuştu. 
    ...Mantegna'nın İsa'sı gibi serilmiş yatan Ernesto Che Guevera çağımızın en güzel kadavrasıydı."


    13- NİLÜFER, HEPSİ BU - BİRCAN SİLAN
    Nilüfer'in 50.yaşına özel yazılmış bir biyografi. Başarılı bulmadım. Biyografi farklı bir yazın türüdür. Kolay gibi görünse de aslında zordur, herkes lâyığıyla yazamaz. Bircan Usallı Silan, Nilüfer'in çok yakın bir gazeteci arkadaşı. Kitaptan anladığımıza göre bu biyografiyi gerçekleştirme konusunda ısrarcı olmuş. Böylece yazık edilmiş. Türkiye'nin en başarılı şarkıcılarından biri olan, bir dönemi temsil eden Nilüfer'in çok daha iyi bir biyografisi olmalıydı. Kitap röportaj şeklinde ilerliyor, yani aslında edebi bir tat aramaya gerek yok. Ancak döne döne farklı versiyonlarıyla sunulan aynı tip sorular o kadar yüzeysel ki. Her biri soru hazırlamanın da özel bir iş olduğunu kanıtlar nitelikte. Nilüfer'i sevdiğim için bitirdim ama sıkılmadığımı söyleyemem.
    Nilüfer ailesinin tek çocuğu olarak İstanbul'da dünyaya gelmiş. Sevgiyle büyüymüş. Ancak annesiyle babasının arasında yaş farkı olduğundan erken yaşta babasını kaybetmiş. Babasını en son hastanede görmüş, konuşmuş. Öldüğünde annesi bunu Nilüfer'e söylememiş. Daha sonra vasiyet okunurken farkına varmış Nilüfer. Babasının ilk evliliğinden olan ablasını ve abisini de orada öğrenmiş. Dolayısıyla bu konuda annesini hiç affetmemiş. Çok erken yaşta müzik hayatına atıldığını herkes bilir. Okulu sevmemiş. İşinde titiz, kuralcı ve ilkeli. Normal yaşamında da son derece mantıklı, sözünü esirgemeyen biri. Bu yüzden bazen duygusuz olarak nitelendirilmiş. Ancak çocuklara, hayvanlara, doğaya düşkünlüğü ve bu konularda gerçekleştirdiği sosyal etkinlikler onun duygusal bir insan olduğunun kanıtı. Kitapta Kayahan'la aralarında geçen olaylara bol bol yer verilmiş. Mesela bu konuyu merak eden biri kitaptan epeyi faydalanabilir:)


    14- KAPTANIN TEKNESİ - SEZGİN KAYMAZ
    Sezgin Kaymaz'ın ismini çok duyuyordum. Romanları epeyi bir seviliyor. Nihayet ben de okudum. İsmi ilgimi çektiği için seçtim bu romanı. Konuyla bağdaştıramayacağım bir anlamı varmış meğer. Bana ters köşe oldu. Sevdim bu hikâyeyi.
    Selen ve Cavidan üniversite öğrencisi iki yakın arkadaş. Bir gün sınıflarına Murat isimli bir öğrenci geliyor. Değişik tavırlarıyla kızların hayatına sızıyor. Özellikle de Selen'in hayatına. Bundan sonra azıcık bile anlatsam işin tadı kaçar. Çok enteresan bir konusu var bu romanın. Kızların aralarındaki muhabbete, konuşma tarzlarına takılmadan devam edin. Yazar üniversite öğrencisi karakterleri niye o şekilde konuşturmuş bilmiyorum. İyi ki en başta "Bu ne böyle!" deyip bırakmamışım. İlerledikçe sardı. Hem esprili, hem son derece duygusal bir akış mevcut. Merak da cabası. 

    "Hayat boyu Arnavutluk gibi sınır kapılarım kapalı yaşamışım, sonra o gelip içimdeki Enver Hoca'yı nallamış, dışarıyı bir görmüşüm, coğrafyamın her köşesinden ayrı bi ses yükseliyo şimdi. Bi köşem diyo ki eski düzen daha iyiydi. Oramda buramda isyanlar patlıyo; bastır diyo bi köşem, bi köşem, elleme patlasın."


    15- YÜREĞİMDEKİ ÜLKEM - ISABEL ALLENDE
    Yazarın henüz hiçbir romanının okumadım desem? Romanlarını okumadan bu otobiyografik kitabını okudum. Kendime söz veriyorum bu sene Ruhlar Evi alınacak. 

    Isabel Allande'nin babasının kuzeni Şili'de seçimle başkan olmuş ilk marksist isim Salvador Allende. 1973'te darbeyle indirilince tüm ailesi için zor zamanlar başlıyor. Isabel de kocası ve çocuklarıyla Venezuella'ya geçiyor. Daha sonra Amerikalı bir adamla ikinci evliliğini yapıyor. O gün bu gündür Amerika'da yaşıyor. Bu kitapta aslında daha çok Şili'den bahsediyor fakat kendini artık nasıl Amerikalı hissettiğini de şu sözlerle anlatıyor: 
    "Daha kısa bir süre önce bana nereli olduğumu sorsalardı, üzerinde fazla düşünmeden, hiçbir yere ait olmadığımı ya da Güney Amerikalı olduğumu söylerdim. Oysa bugün Amerikalı olduğumu söylüyorum, ...bundan kısa bir süre önce terörist bir saldırı Dünya Ticaret Merkezi'nin ikiz kulelerini yerle bir ettiği ve o andan itibaren bazı şeyler değiştiği için. Bir kriz anında insan tarafsız kalamaz. Bu facia beni kimlik duygumla yüz yüze getirdi. Eskiden nasıl Şilili idiysem, bugün artık benim de o çok renkli Amerikan halkının içinde yer aldığımın ayırdına varıyorum. Artık kendimi ABD içinde bir yabancı olarak görmüyorum. İkiz kulelerin yıkılışını gördüğümde, o karabasanı neredeyse kendim yaşamışım gibi bir duyguya kapıldım. Tüyler ürpertici bir rastlantı sonucu -belki de tarihsel bir karma olarak- Birleşik Devletler'de kaçırılan o uçaklar hedeflerine bir 11 Eylül Salı günü, yani 1973 yılında Şili'deki askeri darbenin gerçekleştiği aynı gün ve aynı tarihte -hâttâ neredeyse sabahın aynı saatlerinde- çarpmışlardı. Askeri darbe CIA tarafından demokrasiye karşı düzenlenmiş bir terörist saldırıydı. Cayır cayır yanan binaların, dumanın, alevlerin ve paniğin görüntüleri her iki sahnede de aynıydı. 1973'ün artık uzaklarda kalmış olan o salı günü hayatım yıkılmıştı, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı ve vatanımı yitirmiştim. 2001'deki o uğursuz salı günü de belirleyici bir tarih oldu, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı ve ben bir ülke kazanmıştım."  Aynen böyle diyor Allende. Enteresan bir bakış açısı. 

    Şili'ye gelince... 
    Allende'nin satırlarından anladığım kadarıyla Şili halkının bazı özellikleri Türkler'e çok benziyor. Örneğin kadınları fazlasıyla anaç. Bizim gibi şapır şupur öpmeyi seviyorlar. Yardımseverler. Ama onlar Latin Amerikalı. Ve diğer Latin Amerikalılar'dan ayrılan tarafları var. Onlar gibi neşeli değiller. Venezuela ve Küba halkının neşesine şaşıyorlar ve hayranlar. Kendilerine "İyi misin?" diye sorulduğunda, iyi olmayanlara ayıp olur diye, asla olumlu cevap vermiyorlar, geçiştiriyorlar.

    "Ülkemi yüreğinde duyumsayabilmesi için, insanın, Pablo Neruda'yı okuması gerek."

    Bu kitaptan öyle çok not almışım ki hepsini yazmak olmaz. En iyisi Isabel Allende'nin yazmaya ilişkin satırlarıyla bitireyim:
    "Tıpkı bir gazete ya da dergi gibi, kitap da yalnızca bir iletişim aracı, bu yüzden de okuyucuyu gırtlağından yakalayıp sonuna kadar bırakmamaya çalışırım. Tabii bunu her zaman başaramam, okuyucu çok zaman ellerimin arasından kaçar gider. Kimdir bu okuyucu? Amerikalılar gözden düşmüş general Noriega'yı Panama'da tutukladıklarında, yanında iki kitap bulmuşlar: biri İncil'miş, biri de Ruhlar Evi. Hiç kimse kimin için yazdığını bilemez. Her kitap, öteki kıyıya varması umuduyla bir şişe içinde denize atılan bir mesajdır. Birisi, özellikle de Noriega gibi biri, onu bulup da okuduğu zaman, büyük bir minnet duyarım."

    Son bir not: Şili'nin kuzeyindeki Elqui Vadisi şahane bir yer. Bu kitaptan öğrenip inceledim. Gökyüzü burada çok berrak olduğu için dünyanın en önemli gözlem evlerinden La Silla burada. Astronomlar ve mistikler akın akın geliyorlar bu vadiye. Çatısı camdan otellerle dolu turistik bir yer olmuş artık. 


    16- BEN YUSUF - SEZGİN KAYMAZ
    Sezgin Kaymaz'ın romanını sevdiğim için Ben Yusuf'u bir arkadaşımdan alıp okudum. Öykü kitabı olduğunu fark etmemişim. Anlasaydım almazdım. Ne yazık ki ben öykü insanı değilim. 
    Sezgin Kaymaz, bu kitapta öykülerini kendisi yaşamış gibi anlatmış. Belki gerçekten yaşamıştır. Bilemiyorum. Annesi, eşi, kedileri, köpekleri gerçek çünkü. "İlk Sayfası" podcast serisinde röportajını dinlemiştim. Esprili, hoş öyküler bunlar. Öykü sevenler tercih edebilir. 


    17- İŞİN ASLI, JUDİTH VE SONRASI - SANDOR MARAI 

    Aynı olayın içindeki üç insandan dinlenen yaşantılar... Adam, kadın ve diğer kadın... Olaylar Budapeşte'de geçiyor. Çok sevdiğim bu kent söz konusu olduğu için dikkatimi çekiyor roman. Erkek karakter doğuştan burjuva sınıfına ait. Ait olduğu sınıfın gelenekleri gereği kendisine yakın kültürden bir kadınla evleniyor. Karısı, sonradan zengin olan küçük burjuva sınıfına ait. Başarılı görünen bir evlilik bu. Fakat adamın aklı annesinin evindeki hizmetli Judith'te. Neredeyse beraber büyümüşler. İkisinin arasında adı konmamış, sözlere dökülmemiş bir yakınlık var. Hâl böyle olunca birleşme kaçınılmaz. Resmi evlilik sona eriyor, bir süre Londra'da kalıp kendini geliştiren Judith kente dönüyor. Ancak sınıfsal farklar öyle belirgin ki herkes eninde sonunda kendi yolunda ilerlemek zorunda kalıyor. Ve 2.Dünya Savaşı olanca hızıyla devam ediyor. Ait olduğumuz sınıfların ister istemez bizlere dayattığı yaşam tarzının, ruh durumlarının, zevklerin gerçekçi bir dökümü yer alıyor bu romanda. Örneğin savaş zamanında dükkan dükkan gezip içi dolgulu zeytin arayan bir başka karakter şöyle diyor: 
    "Çünkü kültür bitti. Hem de onun parçası olan her şeyle birlikte. Zeytin sadece bir yan tattı. Fakat bir sürü küçük tat, bir sürü lezzet birleşince, kültür denilen o harika yemeğin özünü ve gücünü oluşturur. Şimdi bu yok oluyor. Onu oluşturan unsurlar sağlam kalsa da kültür yok oluyor. Belki gelecekte bir yerlerde yine içi dolgulu zeytin satılır. Fakat bu kültürü bilincinde taşıyan insan tipi yok oluyor. İleride sadece bilgiler olacak ve bu aynı şey değil. Kültür bir deneyimdir. Güneş ışığı gibi sabit bir deneyim. Bilgi ise sadece bir katkıdır."

    "Sonraları, yurt dışında yaşayan Macarlar Amerika'dan ziyarete gelip de şahane arabalarıyla demir köprülerden vızır vızır geçerken daima ağzımda acı bir tat oldu, çünkü bu yabancıların yeni köprülerimizi bu kadar kayıtsızca kullanmaları beni üzüyordu. çok uzaklardan gelmiş ve savaşın sadece şöyle bir kokusunu almış, onu uzaktan, film izler gibi izlemişlerdi. Ne güzel yaşıyorsunuz ve köprülerinizde gidip geliyorsunuz demişlerdi. Bunu duyduğumda kalbim sızlamıştı. Siz ne bilirsiniz, diye düşünmüştüm. Ve anladım ki burada yaşamamış, o zamanlar bizimle birlikte olmayan biri, o harikûlade eski Tuna köprülerimiz bir bir havaya uçarken bir milyon insanın ne hissettiğini bilemezdi. Ve günün birinde nehri tekrar ayağımız kuru geçebilince neler hissettiğimizi."


    18- UYGARLIKLARIN BATIŞI - AMİN MAALOUF 

    Amin Maalouf, yakın tarihi dikkate alarak günümüz karmaşasını değerlendirmiş. Çözüm yollarını da düşünmüş ancak bir sonuca varamamış, neredeyse "Hayırlısı artık!" diyerek bağlamış. 
    Günümüzdeki hızlı değişime atıfta bulunarak sözlerine şöyle başlamış Lübnan doğumlu yazar:
    "Ölmekte olan bir uygarlığın kucağında sağlıklı bir bebek olarak doğdum ve ömrüm boyunca etrafımda onca şey harap olup giderken övünecek bir şey yapmadan, suçluluk da hissetmeden, hayatta kalma duygusuyla yaşadım; geçtikleri sokaklarda bütün duvarlar yıkılırken yine de sağ salim kurtulan ve sonra, arkada bıraktıkları koca kent bir moloz yığınından ibaret kalmışken, giysilerindeki tozları silkeleyen film kahramanları gibiydim. 
    İlk soluğumdan itibaren hüzünlü ayrıcalığım bu olmuştu. Ama hiç kuşkusuz, daha öncekilerle karşılaştırıldığında, çağımızın da ayırt edici özelliklerinden biri bu. Eskiden insanlara hiç değişmeyen bir dünyada gelip geçici oldukları duygusu hakimdi; ailenizin yaşadığı topraklarda yaşar, onların çalıştıkları gibi çalışır, onların tedavi oldukları gibi olur, onların eğitildikleri gibi eğitilir, aynı şekilde dua eder, aynı ulaşım imkânlarıyla yolculuk ederdiniz. 
   ...İnsanlık gözlerimizin önünde başkalaşıyor. Serüveni hiç bu kadar vaatkâr ve hiç bu kadar tehlikeli olmamıştı."
    Ve anlatıyor yazar, düşünüyor, değerlendiriyor. Bir noktada "Dünyada yeminli düşmanlarının kesin olarak icabına bakma düşleri kuran ve bazı koşullarda eyleme de geçebilecek o kadar çok aktör var ki... Beklenebilecek tek umut, asla bu imkânı bulamamaları" sözlerini sarf ediyor. Maalouf'la hemfikirim.Teknolojik ve siyasi açıdan geleceğe dair öyle fikirler, öyle varsayımlar, öyle korkular uçuşuyor ki havada... Kafa yoramayacak noktaya geldim. Dünyanın hızla değiştiği aşikâr. Ve aslında bu normal bir seyir. Gelişmeleri takip etmekle birlikte akışa bıraktım kendimi. Gücün kötü insanların eline geçmemesini dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden. 


    19- TATAR ÇÖLÜ - DINO BUZZATI
    Methini çok duyduğum için, hakkında onlarca yazı olduğu için, başyapıt kabul edildiğinden okudum Tatar Çölü'nü. Fakat felsefesini algılamış olsam da içine giremedim. Yeni asker ve aslında bir kent insanı olan Giovanni Diago'nun ilk görev yeri Bastiani Kalesi'nden asla ayrılamamış olması bende derin düşünceler yaratmadı. 
    Bastiani Kalesi nerede olduğu belirsiz bir çölün sınırında. Yıllarca çölden gelebilecek bir saldırı beklenmiş. Yeni gelen askerler, emekli olup gidenler, kendi isteğiyle görevi bırakanlar ya da bırakamayanlar... Yıllar boyu uçsuz bucaksız çölü gözleyip durmuşlar. Hepsinin ilk motivasyonu "Bir gün önemli bir şey olacak ve ben o an burada olmalıyım, kaçırmamalıyım" duygusu. Giovanni de ilk görevini tamamladıktan sonra nasıl olsa başka yere geçeceğini düşünüp gelenlerden. Aynı zamanda o önemli olayı bekleme duygusuna kapılıp bulunduğu yerden ayrılamayanlardan. Yazarın anlatımı beni empati yapmaya çekemedi. Çeviri de yardımcı olmadı bu konuda. Örneğin, yer ve zaman belirsiz olsa da Müslüman olmadıkları belli olan yabancı askerlerin söze "Vallahi!" diye başlaması gibi ayrıntılar konsantrasyonumu bozdu. Hâl böyleyken mantıklı yanım ağır bastı. Basiretsiz insanlara tahammül seviyem düşük sanırım. Elinde olmayan sebeplerden dolayı olduğu yerde sıkışan insanları anlıyorum. Yürekten hak veriyorum. Ancak insanın elinde imkân varken kıpırdamaması ve bunun dramatize edilmesi romanda dahi olsa yoruyor beni.


    20- KATİNA'NIN ELİNDE MAKASI - FİGEN AKŞİT, KORHAN ATAY
    Seyfi Dursunoğlu vefat ettiğinde kitaplığımda biyografisinin olduğu aklıma geldi. Henüz okumamıştım. Böylece daldım onun dünyasına. Gerçi Huysuz Virjin'in hayatına girmek o kadar değil. İzin verdiği ölçüde yaklaştım diyelim. Çünkü çok kuralcı, titiz, otosansürde kuvvetli ve muhafazakâr bir insan söz konusu. Bu yüzden huysuz diyor kendisine. Huysuzluk ettiği çoğu konuda haklı oysaki. Seyfi Dursunoğlu'nun hayat mücadelesine şapka çıkarmamak mümkün değil. Ne istediğini, nasıl yaşamak istediğini çok iyi bilen ve bunun için çabalayan biri. Çocukluğundan başlayan anlatımda, kendisinden yaşça epeyi büyük olan ablasının onu bir köle gibi kullanması çok dikkatimi çekti. Ablası isterse oturuyor, ablası isterse kalkıyor. Çok dayak yiyor ondan. Sokağa çıkıp oynaması bile engelleniyor. Bu durumun insanın tüm hayatını etkilememesi zor. Yıllar sonra ablasına tüm bunların sebebini soruyor ancak net bir cevap alamıyor. "Aman ben de çocuktum, gençtim" gibi sözlerle geçiştiriyor ablası. Asıl anlamadığım, anne nasıl izin vermiş bu duruma? Dönem açısından bana ilginç gelen bir diğer olay da abisine dans öğretmek için kavalye olurken kadın kıyafetleri giydiğinden, espriyi devam ettirmek adına abisinin nişanında da kadın kıyafetiyle dans etmesi. 50'li yıllarda bunun Trabzon'da yadırganmamasından bahsediyoruz. Hayal ürünü değil, fotoğrafla belgeli bir olay. 
    Kitap bir dönemin eğlence hayatı ve burada yaşanan rekabet ortamı açısından da ilgiyle okunuyor. En azından benim ilgimi çekti. Zira çocukken annemle Çakıl gibi, Lunapark gibi gazinoların kadınlar matinesine az gitmedim:) 


    21- UÇURTMALAR - ROMAIN GARY 
    Son zamanlarda Romain Gary'nin edebi hayatına kafayı taktığımdan bahsetmiştim. Eleştirmenlerin olumsuz anlamda hedefi olduğu dönemlerde Emile Ajar takma adıyla yazması ve bir kere verilme kuralı olan Goncourt Ödülü'nü tekrar kazanması, bunu da intihar mektubunda açıklaması çok havalı bir hareket değil mi? Dilimize çevrilmiş tüm kitaplarını okumak gibi bir amacım var fakat kitapların yeni basımları yok. Sahaflardan buldukça alıyorum. 

    İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa ve Polonya ekseninde geçen bir aşk hikâyesini anlatan Uçurtmalar'ı çok sevdim. Çocuk yaşlarda tanışan, Fransa köylüsü Ludo ile Polonya asillerinden (tavır olarak değil sadece ünvan olarak asil bir aile) Lilâ'nın öyküsünün temelinde direniş var. Yan karakterler de çok etkileyici. Kitaba ismini veren uçurtmaları yapan postacı Ambroise Fleury ve Fransız Mutfağı'nın ateşli temsilcisi aşçı Duprat gibi... Romanın özü, Normandiya Çıkarması'na uzanan bir yaşam mücadelesi; savaşın anlamsızlığı; aşkın, sanatın, zanaâtin, keyifle oturulan sofraların önemine dair. 

    "Küçük Polonyalım diye adlandırdığım bu kızı görmeyeli neredeyse dört yıl oluyordu. Ama belleğim en küçük bir ayrıntıyı bile yitirmemişti. öyle zarif, öyle ince yüz çizgileri vardı ki, insanda avucunun içine alma isteği uyandırırdı. devinimlerindeki o uyum dolu canlılıksa, felsefe bitirme sınavından çok yüksek bir not almama yardımcı oldu. Estetikten sözlüyü seçmiştim. Bütün bir çalışma gününün yorgunluğundan olmalı, sınav öğretmenim bana şöyle dedi:
    - Yalnız tek bir soru soracağım size, tek bir sözcükle cevap vermenizi istiyorum. Albeninin, zarafetin özü nedir?
    Küçük Polonyalıyı, boynunu, kollarını, uçuşan saçlarını düşündüm ve duraksamadan cevapladım:
    - Devinim
    Yirmi üzerinden on dokuz aldım. Olgunluk sınavımı aşka borçluyum."


    22 - EYUB / BASİT BİR ADAMIN ROMANI - JOSEPH ROTH 

    Çarlık Rusyası'nda, devrimden sonra Polonya'ya dahil olmuş bir köyde yaşayan Yahudi din adamı Mendel Singer'in zorluklarla dolu yaşamını anlatan etkileyici bir roman bu. Mendel kendini Eyub gibi Tanrı'ya adamış. Öyle ki sakat doğan en küçük çocuğu Menuhim'i doktora götürmeyecek kadar kapatmış kendini. Gün geliyor, askerlerle olmayacak yakınlıklar kuran kızları Miryam'ı kurtarmak için, bir süre önce Amerika'ya göç etmiş büyük oğullarının yanına gidiyorlar. Hem evlerini, hem küçük Menuhim'i gözleri arkada kalsa da komşularına bırakıyorlar. Miryam çabuk alışıyor Amerika'ya. Anne ve babanın yüreği ise hep yaralı. Bir gün evlerinde yangın çıktığını öğreniyorlar, o tarihten sonra Menuhim'den haber alamaz oluyorlar. Yıllar geçiyor, tek başına kalıyor Mendel. Yaşadıklarını sorguluyor, dinden uzaklaşıyor, arkadaşlarının desteği de olmasa yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyor. Peki bir gün Menuhim'e ne olduğunu öğreniyor mu? Sorunun cevabı kitapta. 

    
    23 - ASLINDA HAYAL - KÜRŞAT BAŞAR 

    Bir otobiyografi daha. Kürşat Başar bence enteresan bir insan. 90'larda yoğun dergi ve gazete okuduğum yılların gazetecisiydi. Çok satan Tempo'nun genel yayın yönetmeniydi örneğin. Farklı gazetelerde köşe yazıları yazardı. Okurdum. Kitaplarını da okudum. Başucumda Müzik'i sevmiştim. Televizyon programları yaptı, izledim. Hâttâ şu sıralar yine yemek masasında geçen formatıyla bir sohbet programı mevcut. Son yıllarda albümlerini de dinler oldum. Farklı sanatçılara saksafonuyla eşlik ettiği hoş albümler bunlar. Adam müzikale ve bale gösterisine bile metinler yazmış. Ve daha neler neler. Tam şu an aklıma geldi, oyunculuğu da var. En sevdiğim dizilerden biri olan Hatırla Sevgili'de rol alıyordu örneğin. Kitaptan anlaşıldığına göre tüm bunları gerçekleştirmek için kendini paralamamış. Teklifler hep çevresinden gelmiş. Sevilen, güvenilen bir insan olduğu, başında yıldızıyla doğduğu belli. Ben hayranı mıyım Kürşat Başar'ın? Hayır. Yakışıklı olduğu söyleniyor ama bence değil. Oyunculuğu var ama bu konuda yetenekli değil. Haldun Taner Ödülü alan bir öykü kitabı bile var ama kitapları en çok okunanlarda değil. Siyasetten günlük yaşama sohbet programları çok ve bazen "Ne saçma espri yaptı şimdi" diye diye izliyorum:) Yani hakkında asla net bir karara varamıyorum ancak fark ettim ki yıllardır işlerini takip ediyorum. Hâl böyle olunca otobiyografisini almak kaçınılmaz oluyor. Kitapçıda yine karşıma çıkınca kayıtsız kalamıyorum. Ve kitabı okuyunca iyice şaşırtıyor beni. Tabir pek klişe olacak ama önce tipik bir Nişantaşı çocuğu olduğunu düşündüğüm Kürşat Başar, asker babasının görevi dolayısıyla birçok şehirde yaşamış, yaşadığı her yerde dostlar edinmiş, her yere kolaylıkla uyum sağlayan biri olarak çıkıyor karşıma. Doğubayazıt'taki anıları ilginç örneğin. Çekingen bir çocuk olduğunu söylüyor ama hiç öyle görünmüyor. Şanslı olduğunu kendisi de belirtiyor. Evet çok çalışmış, çok üretmiş ama ilk teklifler hep çevresinden gelmiş. Her ortama uyumlu, rahat bir insan olması çevresini epeyi bir geliştirmiş anladığım kadarıyla. Felsefe okumuş. Gazeteciliği, editörlüğü, genel yayın yönetmenliği, senaryo yazarlığı, oyunculuğu, müzisyenliği hep tesadüf gibi ama bunları lâyığıyla yapmış. Hep tercih edilmiş. Dediğim gibi tepesinde yıldızla doğmuş. 


    24 - KUTSAL ANADOLU TOPRAKLARI - LORD KINROSS
    Uzun yıllar önce okuduğum, bir Atatürk ve Kurtuluş Savaşı biyografisi olan Atatürk-Bir Milletin Yeniden Doğuşu'nun yazarı Lord Kinross'un 1951'de gemiyle geldiği Karadeniz şeridini gezmesinin ardından Ankara'ya, oradan da Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu'ya yaptığı seyahatlerin kitabı bu. Bir İskoç soylusu olan yazarın kamyonlarla seyahat etmesi, çağrıldığı evlerde konaklaması gibi ayrıntılar, yani tam bir seyyah tarzında gezmesi yerel halkı tanıma açısından verimli olmuş. Köy Enstitüsü de gezmiş, Rize'de çaycılığın nasıl başladığını da anlatmış, Ağrı Dağı'na güzellemeler de yapmış. Özel bir ilgiyle tarihi mimariden de bol bol bahsetmiş Lord Kinross. Bir yabancının gözünden genç Türkiye Cumhuriyeti'ni okumak adına verimli bir kitap.

    "Bunlar günümüzün genç Türkleri'ydi; bilim adamlarından, ekonomistlerden, doktorlardan, mühendislerden, oluşan bir nesil. 1909'un Genç Türkler'i siyasetçiydi. Eski Türkler, atalarıysa askerdi. Bir gün sanatçılardan ve yazarlardan oluşan yeni bir nesil de olabilirdi ama henüz değil. Gençliğe ekonomik çevre şekil veriyordu. Tarım, kültürden önce gelmeliydi." (50'li yılların gençliği için)

    Kars'ın bir köyündeki lokantadan gözlemleri şöyle yazarın:
    "Ama bu köylüler arasında ne bir bunalım ne de sınıf ayrımı vardı. Bu insanlar yüzyıllar boyunca kendi başlarına buyruk yaşamaya alışmış, kölelikten uzak insanlardı. Yaşam tarzları, Araplar ya da Asyalı göçmenlerinkinden ziyade batılı köylülerinkine yakındı. Sessizce ve iştahlı bir şekilde yemeklerini yiyorlardı; bu, Anglo-Sakson ırkla paylaştıkları bir özellikti. Gülümsemiyorlardı, ama doğrusunu söylemek gerekirse, Türkler gülümseyen insanlar değillerdir. Bunun yerine asık suratlı, ciddi bir ifadeden aniden gür ve dolu dolu çınlayan kahkahalara geçerlerdi. Anglo-Saksonların aksine içkiye düşkün olmamakla birlikte, bir iki tabak yemek yedikten sonra neşeleniyor, sert seslerle konuşmaya başlıyorlar, salon bir anda uğultuyla doluyordu."


    25 - YABANCI KUCAK - IAN EWAN 

   Ian Ewan'ın daha önce en az bir kitabını okuduğumu zannederken anladım ki Yabancı Kucak hariç hiçbir kitabını okumamışım. Şaşırdım. Ian Ewan'ı tanıdığımdan nasıl da emindim oysa:) Yabancı Kucak kısa fakat çarpıcı bir roman. Yavaş yavaş tırmanan gerilim, son satırlara kadar bırakmayan merak duygusu ve karamsar düşünceleri bir parça uzaklaştırıp denge sağlanması açısından hikâyeye eklemlenen Venedik'te turist olma hâli. Çok sevdim. Venedik seyahatinde olan Mary ve Colin'in tekinsiz Robert'la tanışmasının ardından olabilecekleri tahmin etmeye çalışırken ciddi gerilim hissettim. Bundan sonra yazarın diğer romanlarını da okuyacağımı biliyorum. Yabancı Kucak 1990 yılında sinemaya da uyarlanmış. Roman kadar etkileyici olacağını düşünmüyorum, sanırım seyretmem.


    26 - SİNEMA BENİM MEMLEKETİM - FATİH AKIN 

    Filmlerini izledim, izliyorum ancak Fatih Akın hakkında pek bilgim yoktu. Olması mı gerekir peki? Eserlerini sevdiğimiz her yazarı, her yönetmeni tanımalı mıyız? Bunlar ayrı konular. Tanıyınca hayâl kırıklığına uğramak gibi bir durum var nihayetinde. Ben daha çok sanatçıların yetiştiği ortamı, yaratma dürtüsünü ve yeteneklerini besleyen durumları merak ettiğim için okuyorum biyografileri. Tabii yalnız sanatçılar değil bilim insanları, siyasetçiler, farklı meslek grubundan kimselerin motivasyonları da ilgimi çekiyor. Fatih Akın merakımın sebeplerine gönderme yapar gibi bir isim seçmiş biyografisine: "Sinema, Benim Memleketim". Onu filmlerine götüren yolu anlatmış. Çalışkanlığıyla, dost canlısı karakteriyle ve okumaya olan tutkusuyla dikkatimi çekti. En çok etkilendiği kitap Monte Kristo Kontu'ymuş. Bunu her sene tekrar okurmuş. Kitabın sonunda Edmond Dantes'nin oğullarına yazdığı gibi, insanın tüm bilgeliğinin beklemek ve ummaktan ibaret olduğunu anlatan sözleri örneğin... Yaşamın Kıyısında filminin son sahnesi bu sözler üzerine oluşmuş.


    27 - ŞANS MÜZİĞİ - PAUL AUSTER
    Paul Auster kitaplarını tamamlamama sanırım az kaldı. Otobiyografik olsun, roman olsun yazarın kitaplarını okumaya başlayınca elimden bırakamıyorum. Şans Müziği, merak duygusunu yoğun olduğu, saçma görünen durumların gerçekmiş duygusu yaşattığı romanlardan biri. Her şeyin gayet normal başladığı, satırlar ilerledikçe olaylar absürtleştiği hâlde bunun kanıksandığı, gerilimin asla tükenmediği, yani anlatıcının son derece başarılı olduğu bir roman. 

    Jim Nash bir itfaiyeci. Babasından kendisine bir miktar para kalıyor. Aslında bu parayı almak istemiyor Jim ancak bir şekilde ikna oluyor. Paranın bir kısmını kızı için ayırıp kalanıyla yollara düşüyor. İşinden bir süre izin alıyor ve saatlerce araba sürerek oradan oraya amaçsızca geziyor. Yollarda olmak ona iyi geliyor. Parasının bitmesine yakın bir anda, yolda fena halde dayak yemiş bir gençle karşılaşıyor. Arabasına alıyor ve onun başarılı bir poker oyuncusu olduğunu öğreniyor. Parasını çaldırmış, dayak yemiş. Başına bunlar gelmemiş olsa ertesi gün iki zengin adamla poker oynayacağını söylüyor. Daha önce de oynadıklarını, bu iki adamın çantada keklik olduğundan bahsediyor. Jim, çocuğa sponsor oluyor. Kazandıkları parayla bir süre daha yollarda olabileceğini hesaplıyor. Beraberce zengin adamların devasa evine gidiyorlar. Poker oynanıyor. Bundan sonrası fazla tuhaf, fazla gerilimli. Jim ve kumarbaz gencin bu şatodan çıkıp çıkamayacakları üzerine kurulu. Ve hepsi kitapta efendim. Anlatılmaz yaşanır cinsten.


    28 - YARASA - JO NESBO
    Geçtiğimiz yıl çok çok az polisiye okudum. Bu açığı suç dizileriyle kapatıyorum sanırım. Oysaki polisiye gerilim romanları severim. 

    Yarasa, Nesbo'nun dedektif karakteri Harry Hole'u ilk kez tanıdığımız roman. Ben ters bir harekette bulunup önce serinin diğer kitaplarından okudum. Fakat bilindiği üzere, böyle polisiye seri kitaplarının her birinde ayrı bir olay olduğundan çok da fark yaratan bir durum oluşmuyor. Yarasa'da, kuzey polisiyesi okuyacağım heyecanıyla harekete geçen okur kendini Avustralya'da buluyor. Norveçli genç bir kadının öldürülmesi üzerine Avustralya'ya gönderiliyor Harry. Sorunlu dedektif klişesine uygun olarak yaralarını sarma döneminde karşılaşıyor bu olayla. Katili yakalıyor mu? Kişisel yaralarını sarabiliyor mu? Olayların nasıl sonuçlanacağını takip ederken bir yandan da Aborjin kültürünün içine giriyoruz, ufak tefek de olsa Avustralya yerlileri hakkında bilgi ediniyoruz.


    29 - ERJE AYDEN EFSANESİ - ERJE AYDEN
    "Amerika'nın en çok okunan Türk yazarı ne Orhan Pamuk'muş ne de Elif Şafak. Amerika'da en çok okunan yazar Erje Ayden'miş ve ben bunu yeni öğrendim." sözleriyle başlayan bir yazı yazdım bundan 3-4 ay önce. Linki burada. O sırada bu kitabı yeni sipariş etmiştim. Fazla bekletmeden okudum. Beatnik yazınının bir örneği olan otobiyografisinden tanımaya çalıştım bu farklı karakteri. Tanıdığıma da memnun oldum. Hızlı bir hayatı geride bırakıp yazarlıkta karar kıldığında çevresinde değişen (ki burada New York sanat çevresi söz konusu) bazı tavırlar için şunları söylüyor Erje Ayden: 
    "Onların hoşlandığı Erje Ayden profesyonel bir sefa pezevengi, karılarını kızlarını düzen, hepsinden önemlisi de çevresini eğlendiren biriydi. Sanatıyla o güne kadar kimseye meydan okumamış, rakip olmamıştı. Ama hoşlarına gitsin gitmesin eski Erje Ayden artık yoktu. Sokak kavgalarının ve küçük dolandırıcılıkların adamı Erje Ayden efsanesi sona ermişti. Şimdi o bambaşka bir efsanenin peşindeydi".


    30 - BEYAZ KALE - ORHAN PAMUK 

    Öncelikle fotoğrafa dikkat çekmek isterim. Konuyla bağlantısı, renkler vs. çok iyi olmamış mı? :) 
Pek beğendim. Gecenin bir yarısı, yazıya ekleyeceğim diye alelacele iyi iş başarmışım doğrusu.
    Daha önce okumamış olduğumu düşünerek elime aldığım, fakat her sayfada "Yok yahu, daha önce okumuştum" diye diye devam edip, yine de kararsız kaldığım Beyaz Kale. Neyse ki artık okuduğumdan eminim:) Venedikli bir genç, gemi yolculuğu sırasında Osmanlı'ya esir düşüyor ve bir paşanın konağında buluyor kendisini. Paşa, "Hoca" denen bir zatla Venedikli'yi tanıştırıyor, onları bir havai fişek gösterisi için görevlendiriyor. Venedikli de Hoca da bilime meraklı, araştırmacı karakterler. İşin ilginç tarafı, birbirlerine ikiz kardeşler gibi benziyorlar. Zamanla Hoca'nın evinde yaşamaya başlıyor Venedikli. Günlerce, gecelerce konuşuyorlar, icatlar yapıyorlar, birbirlerinin aklıyla ve ruhuyla oynuyorlar. Batılı, Doğulu, efendi, köle birbirine karışıyor. Hikâyenin sonu da buna göre şekilleniyor. Okuyucular arasında bu iki kişinin aslında tek bir kişi olduğunu söyleyenler var. Psikoloji biliminden mi yardım almalı, sosyolojiyi mi hesaba katmalı? Gerçek şu ki kitap üzerine biraz düşünmeli. 


    31 - ONCA YOKSULLUK VARKEN - ROMAIN GARY
    Romain Gary'nin en bilinen kitaplarından biri. Kısa süre önce Netflix için filmi de çekildi. Filmde Madam Rosa'yı Sophia Loren canlandırıyor. 

    Hüzünlü bir hikâye bu. Madam Rosa 2.Dünya Savaşı'nı acı şekilde yaşamış, toplama kampından kurtulmuş, sonrasında geçimini bedenini satarak kazanmış yaşlı bir kadın. Hayat kadınlarının çocukları ortada kalmasın diye belli bir ücret karşılığında onların bakımlarını üstleniyor. Para gelip gelmediği de belirsiz aslında. Kimi kadın arayıp sormuyor çocuğunu ya da belki de ölüp gittiğinden arayamıyor. Arap Momo küçüklüğünden beri Madam Rosa'nın yanında. Aslında 14 yaşında ama 10 yaşında olduğunu zannediyor çünkü çabuk büyümesin diye eksik söylemiş Madam Rosa. İkili birbirlerine yoldaş oluyor. Hayatının son deminde savaş travmasının sık sık yokladığı aklının gidip gelmesiyle zorlanan Madam Rosa'yı yalnız bırakmıyor Momo. Fransa'nın bir kentinde, göçmen mahallelerinden birinde yaşıyorlar. Ortam sadece onları değil, hayat yorgunu farklı karakterleri de tanımamızı sağlıyor. Basılı hikâye, ekrana yansıyan hikâyeden çok daha derin. Filmi de sevdim fakat kitap çok daha etkileyici. Bir yandan Madam Rosa'nın sorumluluğunu yüklenirken, diğer yandan dik durmaya çalışan, büyüyen, büyürken hayatını sorgulayan Momo şöyle diyor:
    "Bir sinemanın önünde durdum, ama küçüklere yasak edilmiş bir film oynuyordu. Küçüklere yasak edilen, bir de yasak edilmeyen bütün öbür şeyleri düşününce adamın bayağı gülesi geliyor."


    32 - BİZE GÖRE BİR SEYAHATİN NOTLARI - AHMET HAŞİM
    Şair Ahmet Haşim'in 1928 yılında "İkdam" gazetesinde yayınlanan yazılarından oluşan bir kitap. İlk bölümde serbest yazılar, ikinci bölümde Paris gezisi notları var. Ahmet Haşim gazete yazılarında suya sabuna dokunulması gerektiğini, tartışma yaratmanın önemli olduğunu söylüyor. Bu sebeple olsa gerek herkese vermiş veriştirmiş. Çalışan kadınlara, gençlere sık sık lâf atmadan duramamış örneğin. Bir devirden bir başka devire geçilen yıllarda ortama uyum sağlamak kolay olmayabilir. Huysuzluğunu -muhakkak karakteriyle de birleşmiştir- ben buna bağladım. Gençlik ve yaşlılık üzerine söylediği şu sözler beni gülümsetti açıkçası:
    "Ne yazık ki vücudun harabisi, zekânın olgunluk zamanına tesadüf eder. Manâsız çocukluk, tatsız gençlik, sinn-i kemale hazırlanmaktan başka nedir? Zekâ -nar, ayva ve portakal gibi- geç renk ve rayiha bulan bir sonbahar mahsulüdür. En az kırk sene güneşte pişmeden bu asil meyve ballanmıyor. Dünyayı idare eden, ilim, fen, iktisat, sanat ve edebiyat cereyanlarının nâzımı, şakakları beyazlanmış kafalardır."

    Ortamı yumuşatalım, bir de Paris hakkındaki sözlerine bakalım:
    "Seyahate çıkan bir dostunuzun size her vardığı yerden muntazaman mektup, kart yazarken birden bire susması, ya öldüğüne veyahut Paris'e vardığına delâlettir. Paris'in havasına giren adam, mektup yazmak için artık vakit bulamaz, böyle şeylerle meşgûl olmayı hiç düşünmez."

    Dönem yazıları o zamanlardaki ortamı anlamak ve bugünle kıyaslamak için faydalı. Bu kitapta dikkatimi çeken bir şey oldu. Ahmet Haşim bir yazısında erkekler arasında intihar vakalarının arttığını ve bunun sebebinin aşklarına karşılık bulamamaları olduğunu söylüyor. Davranışların nasıl değiştiğine bir örnek bu. Artık aşkına(!) karşılık bulamayan akıl sağlığından yoksun erkeklerin ne yaptığını hepimiz gayet iyi biliyoruz. 


    33 - BAYAN KOLOMB'UN KEŞİFLERİ - PAULA DI PERNA
    Kristof Kolomb'un ilk karısının gözünden aktarılmış bir keşif romanı. Kolomb'un Doğu'nun zenginliklerine ulaşma macerasının tarihsel ayrıntıları yer alsa da kurgusal bir hikâye. Zira evlilikleri bittikten sonra Philipa Moniz'in nerede ve ne zaman öldüğü bilinmiyor. 
    Kristof Kolomb zenginlik peşinde, hırslı bir adam. Philipa ile çıkarları gereği evleniyor. Philipa Portekizli soylu bir aileden geliyor. Kâşif, Doğu seyahati için Portekiz kralını ikna edemeyince, rotasını  İspanya sarayına çeviriyor ve gereken desteği buluyor. Karısının çevresi ona yeni kapılar açıyor. Kitaba göre Doğu'ya varmak için Batı'ya doğru yol alma fikrini Kolomb'a veren de karısı. Ancak Kolomb her olumlu fikri ve başarıyı kendisine mâl etmeye meyilli bir insan. Philipa bunları umursamıyor, büyük bir hevesle yol boyu kocasına eşlik ediyor. Yolculuk boyunca yaşananlar, seyahatin ve evliliğin seyri, Philapa'nın alternatif sonu, yazarın hayal gücü eşliğinde ilgiyle okunuyor.  

     
    34 - KIPIRDAMIYORUZ - İSMAİL GÜZELSOY 

    İsmail Güzelsoy'un son romanı. Çıkar çıkmaz alıp okuduklarımdan. 60'lı yıllarda geçen bir masal. Güzelsoy'un tüm romanlarının olduğu gibi bu da bir nevi masal. Ancak öyle gerçek hissettiriyor ki. Olup biten tüm fantastik olayları bugünde ya da bugünlere yakın zamanlarda bu topraklarda yaşanmış sayıyorsun. Kıpırdamıyoruz'un ana kahramanı Settar ve onunla konuşan fotoğraf makinesinin hikâyesini nasıl anlatayım ki ben burada? Bahtsız Letâfet'in yaşadıklarına, gömüldüğü yerden çıkarıldığına nasıl inandırayım şu an? Harun'un kimliğini nasıl açık edeyim? En iyisi romanı okumanız. İsmail Güzelsoy okuru yaptığım arkadaşlarım oldu. Benim gibi sevdiler. Daha önce okumayanlara önce Değmez'den başlayarak tekrar tavsiye ederim efendim:)
    Kıpırdamıyoruz'da olayların geçtiği zamana kıyamet korkusu hâkim. Dört gün içinde kıyamet kopacağının söylentisiyle gerçekleşiyor her şey. Şehir çığırından çıkmış insanlarla dolu. Kimi kavga ediyor, içiyor, her tür günahı işliyor. Kimi maneviyata yöneliyor. Kimi sessizce bekliyor. Fakat herkes çok pişman. Yaşamadığı her şey için pişman.

    "Bir incinmiş ruhlar bahçesiydi hayat ve ben gördüğüm, anladığım her şeyden pişmandım."

    "Bu kadar kötülüğün kıyısında bir Tanrı yoksa, el ele verip onu yaratmak zorundayız."


    35 - ARDIÇ AĞACININ ALTINDA - SELÇUK ALTUN 

    Orta yaşın kıyısındaki Erkan, sevgilisiyle Londra'da keyif çatarken, karısı ve en yakın arkadaşının aynı kazada öldüğünü öğreniyor. Apar topar dönüyor tabii. İkilinin arasında ne olabileceğine kafayı takıyor ve düşünmek için anne memleketi Tirebolu'ya, onu büyüten dedesinin evine gidiyor. Her gün çok sevdiği ardıç ağacıyla dertleşiyor ve biz o sırada onun tüm yaşantısını öğreniyoruz. Hayatını da sorguluyor; işinde nasıl yükseldiğini, çocuğuyla ve karısıyla arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Devamında geçmişteki hatalarını düzeltme yoluna gidiyor. Her şey iyi güzel de Selçuk Altun genel kültürünü, bilgi birikimini aktarabilmek için roman yazmış gibi geldi bana. Biraz araştırınca diğer romanları için de aynı şeyin söylendiğini gördüm. Hikâyenin içinde ilgili ilgisiz o kadar çok bilgi var ki. Bunun bir kurgu olduğunu dikkate alarak söylüyorum, kesinlikle akışı bozuyor, dikkat dağıtıyor. Romanların gerçek yaşama dair bir şeyler öğretmesi gerektiğini düşünürüm. Herhangi bir romanda olayların geçtiği ülkeyi araştırırım, bir yemeğin ismi geçiyorsa onu ararım, farklı bir kişi söz konusuysa incelerim, yeni yazarlarla ve kitaplarla tanışırım vs. Böylesi çok hoşuma gider ancak bu romandaki bilgi bombardımanı halini sevemedim. Kitaptaki her bilgiyi ayrıca deneme türünde okusaydım memnun kalacağım kesin. Her şeye rağmen, öğrenmeyi sevdiğimden, roman konusundan kopmuş da olsam, Ardıç Ağacı'ndaki anekdotlardan faydalanmayı kâr sayıyorum. Örneğin Samsun Maarif Koleji'nin efsane müdürü Carl Tobey'i tanıdığıma sevindim. Kitapta bol bol bahsediliyordu kendisinden, ayrıca kendi araştırmamı da yaptım. Carl Tobey, roman kahramanı Erkan'ın okuduğu okulun müdürü. Birini tanıtacaksan roman içine konuya hizmet edecek şekilde yerleştirmen gerekir. Yazar bu ve bunun gibi gerçek bilgileri ansiklopedi maddesi yazar gibi aktarmış. Ayrıca Rasputin'i öldüren Prens Yusupov'dan, Edurdo Roditi'den, Redhouse sözlüğünün yazarı James Redhouse gibi birçok isimden de aynı şekilde bahsediliyor. Söylemek istediğim bu. Selçuk Altun belli ki bilgisini paylaşmayı seven bir insan. Bazı okurların onunla olan anılarına rastladım. Az ya da çok okuma gayretinde olan herkese dokunmak istediği belli. Örneğin kitapçıda rastlıyorsun, sohbet ediyorsun, "Şunu bulamadım" diyorsun, daha sonra hem o bulamadığın kitap hem de başka kitaplar eline ulaşıveriyor. Üstelik daha önce tanışmıyorken. Dolayısıyla roman daha çok okunduğu için, bilgi birikimini her kesime bu şekilde aktarma isteğiyle yazdığını düşünüyorum. Ardıç Ağacı'ndan edebi bir tat alamadım ancak daha önce bilmediğim bilgiler öğrendim. Örneğin Tirebolu'yu epeyi bir tanıdım. Tüm bunları denemeler halinde aktarsaydı daha bir keyifle okurdum.


    36 - PORTATİF EDEBİYATIN KISALTILMIŞ TARİHİ - ENRIQUE VILA MATAS 
    Okuduğum en ilginç kitaplardan biri. Yazar, Marcel Duchamp, Tristan Tzara, Aleister Crowly, Scott Fitzgerald, Walter Benjamin, Federico Garcia Lorca, Georgia O'Keeffe ve benzeri birçok sanatçıyı "Portatifler" olarak betimliyor ve bu isimlerin "Shandy" cemiyetini kurduklarından bahsediyor. Kurgu tabii. Fakat nerede toplandıkları, hangi faaliyetlerde bulundukları vs. derken ciddi ciddi böyle bir cemiyetin var olduğunu düşünüyorsun. Portatifler renkli sanatçılar. Cinselliğe düşkün, karanlığa sempati duyan ancak intiharı kesinlikle reddeden, bekâr, hırsları olmayan, arsız, kültürlü, kimsenin acayipliklerini küçümsemeyen, sınırlara inanmayan, ufku geniş ve kökleri derin bir dünya arzulayan kişiler. Tüm bu tanımlardan, yazarın kitapta bahsettiği her sanatçıyı böyle değerlendirdiğini anlıyoruz. "Her gizli cemiyetin kurucuları arasında muhakkak aykırılık etmeyi seven biri bulunur" diyor yazar. Shandy özelinde bu kişi Rigaut. Gerçekten intihar ettiği biliniyor. Şöyle bir mısrası var: "Siz hepiniz şairsiniz, bense ölümün tarafındayım". 
    Her Shandy'nin içinde tekinsiz bir ikizi var ve buna "Odradek" diyorlar. Odradek ismi, Kafka'nın bir hikâyesindeki küçük, garip yaratıktan geliyor. Odradekler bazen aylarca görünmüyor, ne zaman nasıl ve nerede ortaya çıkacakları belli olmuyor. Bir ara Prag'da toplanıyor Portatifler. Bu şehir gölge yanları çıkarmakta usta olduğundan Odradekler beliriveriyor sağda solda. 
    Sıkıcı, bunaltıcı kitaplar portatif edebiyat dışı. Dadacılar, fütüristler, sürrealistler hep Shandy. Walter Benjamin portatifle sıkıcı kitapları ayırmak için bir makine icat ediyor. Ağır tembellik dönemleri hariç çok üretken Portatifler. Evlilik çalışmaya engel olduğu için evlenmemeyi tercih ediyorlar. Beatles'ı, Led Zeppelin'i ve daha birçoğunu etkilemiş okültist Aleister Crowley sözde şöyle anlatıyor Portatifler'i: 
"Biz Portatifler'in dünyaya geliş sebebimizin, doğamızın en kuytu ve çapraşık köşelerini dışa vurmak olduğu gözümde her geçen gün biraz daha belirginleşiyor. Bizi yavan çağdaşlarımızdan ayıran da bu. Ayrıca hepimizin, dönemin ruhuna, ona eziyet ederek tonunu ve karakterini belirleyen temel sorunlara derinden bağlı olduğumuza inanıyorum. Yeni bir üslubun ustaları olduğumuzdan dilimiz esrarlı, çenebaz ve kaçık." Burada bir parantez açmak istiyorum. Aleister Crowley'i biliyordum ama oğluna Atatürk ismini koyduğunu yeni öğrendim. Şaşırdım. Doğru gibi duruyor. Çok ama çok ilginç bir karakter daha.
    Portatif Edebiyatın Kısa Tarihi böyle eğlenceli bir kitap. Enrique Vila-Matas'ın farklı görülen sanatçılara dair ayrıntılardan yola çıkarak hayali bir bütünlük yaratmasındaki zekâya bayıldım. 

    
    37 - BEN, KİRKE - MADELINE MILLER
    16 yaşındaki yeğenim mitolojiye merak sardığı için bahsetmiştim ona. Ben, Kirke'nin çok okunduğunu biliyordum. O da hemen almış. Ama ondan önce ben okudum. 
    Antik Yunan mitolojisi, büyücü tanrıça Kirke üzerinden başarıyla romanlaştırılmış. Daha önce Deep Tone bu kitaptan bahsettiğinde "Hazır mitolojik hikâyelerden yola çıkıp roman yazmak işin kolayına kaçmak oluyor" diye yorum yapmıştım. O da "Bu öyle değil" demişti. Haklıymış:) Erken konuşmuşum.
    Güneş Tanrı Helios ile Okeanos kızı Perseis'ten doğan Kirke, titan akrabalarıyla ve nymphelerle birlikte yaşıyor. Ancak diğerleriyle anlaşamıyor. Güzel olmadığı için dışlanıyor, büyücülük yeteneği ondan saklandığı için beceriksiz bir tanrıça olduğunu düşünüyor. Aşık olduğu bir ölümlüyü tanrıya çevirdiği gün büyü yeteneğini keşfediyor. Onunla uğraşan güzel ve kalpsiz nymphe Skylla'yı bir canavara döndürdüğünde Aiaie adasına sürülüyor, burada tek başına yaşamaya mahkûm ediliyor. (Aiaie'nin bugün Sardunya karşısındaki Etruia burnu olduğu düşünülüyor). Kirke bitkilerin gücünü keşfederek yaşıyor adada. O bir ölümsüz. Yıllar içinde pek çok misafiri oluyor. Kimi iyi niyetli, kimi değil. Kimini domuza çeviriyor, kimine aşık oluyor. Feminist bir roman bu. Yukarıdaki satırlarda bahsettiğim Son Aydınlık Yaz'dan daha feminist bir roman. Her satırda, tanrıça dahi olsan bir kadın olmanın zorluklarını hissediyorsun. Kirke, tanrıça dahi olsa tacizden kaçamıyor, güzel olmadığı için alay ediliyor, tanrı haline getirdiği ölümlü aşkı ona sırt çeviriyor. Ve tanrıça da olsa o bir anne... Günü gelip Odysseus'tan çocuğu olduğunda onu büyütmek için, Athena'nın kötülüklerinden korumak için, hem fiziksel hem psikolojik yorgunluk çekiyor, endişeler içinde kıvranıyor. Ölümlülerle kurduğu her ilişki canını yakıyor çünkü onlar dünyadan ayrılırken, o yaşamaya devam ediyor. Buna çocuğu da dahil. 
    Hem bir kadın romanı olarak, hem de mitolojiye merak sarmış okuyucuya rehber olma anlamında güzel bir kitap. 


    38 - ŞEHİRLER KİTABI - G.CABRERA INFANTE 

    Küba doğumlu Infante, devrimden sonra bir süre Küba Kültür Dairesi başkanlığı yapmış. Castro ile bir noktada fikir ayrılığı yaşayınca ülkesini terk etmiş ve Londra'ya yerleşmiş. Kitapta bol bol Londra'dan bahsediliyor. Ayrıca Küba, Venedik, Bahia,  Las Vegas, Peniscola, Avustralya'nın tinsel merkezi Alice Springs de yer alıyor bu kitapta. En sevdiğim türlerden biri. Ülkeler, şehirler, bol bol deneyim, tarih ve coğrafya... 
    Şehirler Kitabı'ndan yola çıkarak yazdığım bir başka yazı burada. 


    39 - NORMAL İNSANLAR - SALLY ROONEY
    Arka kapakta Elif Batuman'ın övgü dolu satırlarını okuyunca almaya karar verdim. İrlandalı iki gencin büyüme hikâyesine tanık oldum böylece. Connell ile Marianne aynı lisede okuyorlardı. İkisinin de akademik başarısı yüksekti. Connell okulun futbol takımında oynayan popüler bir gençti, Marianne ise bir parça asosyal. İkisinin de babası yoktu. Connell'ın maddi durumu iyi değildi, Marianne'in annesi varlıklı bir avukattı. Lise hayatının sözde normal şartlarında bir araya gelmeleri mümkün görülmeyen bu ikili birbirlerini buldular, ilişkilerini gizlice devam ettirdiler. Hep diğerlerini normal zannettiler, uyumsuz olan onlardı. Böyle böyle duygularına ket vurdular. Trinity Üniversitesi'ne başladıkları sırada ayrıydılar, bir süre sonra tekrar birleştiler. Üniversite yıllarında roller değişmişti. Bu kez Marianne popüler bir öğrenciyken, Connell büyük şehre alışmakta zorlanan sessiz bir gençti. Birbirlerine hep destek oldular. Kimi zaman sevgiliydiler, kimi zaman sadece arkadaş. Büyümek ve gerçek hayatla yüzleşmek zordu. Bu zorlu dönemin ağırlığını beraberce sırtladılar. 

    "Bir akşam, tam 'Emma'da' Mr.Knightley'nin Harriet'la evlenecek gibi olduğu yere geldiği sırada kütüphanenin kapanma saati gelmiş, kitabı kapatıp eve içinde garip bir sıkıntıyla dönmüştü. Romanlardaki olaylara bu şekilde kendisini kaptırmasını matrak buluyor. Romanlardaki insanların evlenmelerini bu kadar dert etmek ciddi bir entelektüel iş değilmiş gibi geliyor ona. Ama yalan değil, edebiyat duygulandırıyor onu. Profesörlerden biri 'Büyük sanat eserleriyle ilişkiye girmenin verdiği keyif' diyor buna."

    "Onun için burs devasa bir somut gerçek, bir anda karşısına çıkan dev bir yolcu gemisi gibi; isterse artık bedavaya yüksek lisans yapabilir, Dublin'de tek kuruş ödemeden yaşayabilir, kirayı dert etmeyebilir. Vermeer'in Die Malkunst'una bakarak Viyana'da öğleden sonrasını geçirebilir; dışarıda hava sıcakmış, isterse artık kendine ucuzundan bira da ısmarlayabilir. Hayatı boyunca bir manzara resminden ibaret sandığı şeylerin gerçek olduğunu fark etti bir anda:Yabancı kentler gerçekmiş, ünlü sanat eserleri de, metro sistemleri de, Berlin Duvarı'nın kalıntıları da. Adı paraymış bunun; dünyayı gerçek kılan madde."
   

    40 - YETİŞKİNLERİN YALAN HAYATI - ELENA FERRANTE 

    Bir büyüme hikâyesinden bir başkasına... İrlanda'dan İtalya'ya geçiyoruz. Hâttâ Napoli'ye... Çünkü Elena Ferrante söz konusu. Yazarın Napoli Romanları'ndan sonra okuduğum ilk kitabı bu. Sanırım diğerleri benim için asla Napoli Romanları'nın yerini tutamayacak. 
    Neden Yetişkinlerin Yalan Hayatı? Çünkü Giovanna'nın çok düzenli zannettiği aile hayatı, anne ve babasının sırlarının açığa çıkmasıyla alt üst oluyor. Ergenlik çağındaki Giovanna'nın kafası iyice karışıyor tabii. Ona dayatılan değerlerin gerçekliğini sorguluyor. Duygusal açıdan düşe kalka, olan bitenin içinde yol almaya çalışıyor. Elena Ferrante yine İtalyan ailelerin nefis portrelerini çizmiş. Bazı açılardan bize oldukça benzediklerini düşünüyorum. Aşk, meşk, miras, kavga, gürültü, gelenek, görenek... Napoli Romanları'nda da bunu hissetmiştim. 


    41 - EDUARD RODİTİ VE İSTANBUL AVANGARDI - CLIFFORD ENDRES
    Selçuk Altun'un tarzına epeyi bir lâf söyledim ama yalan yok, onun satırlarında Eduard Roditi'ye rastlayınca, kütüphanemde bu kitabın olduğu aklıma geldi. Hafızamı tazelemek için tekrar okudum.
    Ebat olarak küçük fakat içerik olarak dopdolu bir kitap bu. Eduard Roditi, bir dönemin Türk sanatı ve sanatçıları için çok önemli bir isim. Kendisi de bir şair. Babası İstanbul doğumlu fakat Fransa'ya yerleştiklerinden dolayı Eduard Paris'te doğmuş. 2.Dünya Savaşı sırasında Amerika'ya geçmiş. Daha sonra Yaşar Kemal'in İnce Memed çevirisini yapmak için İstanbul'a gelmiş ve 50'lerin, 60'ların sanat ortamına rüzgâr gibi girmiş. En yakın arkadaşları D Grubu ressamları. Toplanma yerleri Narmanlı Han'da sanat sohbetleriyle dolu günler yaşanmış. Eduard Roditi Türk sanatçıları yurt dışında tanıtmak için elinden ne geliyorsa yapmış. Bu anlamda Paris ve İstanbul arasında bir köprü gibiymiş. Türk sanatı hakkında yabancı kaynaklarda yazılar yazmış, gerekli kişileri birbirleriyle tanıştırmış, Türkçe eserlerin Fransızca çevirilerini yapmış. İstanbul Film Festivali'nin kuruluşunda bile onun izi var desek yalan olmaz. Şakir Eczacıbaşı onun için "Eduard sanat dünyasında o kadar çok kişiyi birbiriyle tanıştırmıştır ki, onsuz bir Türk kültür hayatı çok daha yoksul olur" demiştir. İstanbul onun için bir ilham kaynağıdır. Şöyle söyler yazar Clifford Endres: "Şurası tartışmasız bir gerçek ki, genç Eduard Paris'te yetişirken bile hem kendi ailesinden hem de uzaktan akraba oldukları Kamondo Ailesi'yle yaşadığı tecrübelerden süzülmüş bir İstanbulluluk kültürünü fazlasıyla özümseyerek yansıtacaktır tüm yaşantısına." 
    Eduard Roditi ve ailesinin İstanbul'la ilişkisi ayrı bir yazı konusu olacak kadar uzun. Lisans yıllarımdaki sanat tarihi okumalarımdan bilirdim kendisini. Bir kez daha anmış oldum. 


    42 - ROMANTİK BİR VİYANA YAZI - ADALET AĞAOĞLU 

    Farklı bir roman bu. Adalat Ağaoğlu da aynen böyle söylüyor. Kitabın ilk sayfasında şunlar yazıyor: "Bu sayfalardaki bütün kişi, yer, kitap adlarının, tarihlerin, coğrafyaların 'gerçektekilerle' her türlü ilişkisi vardır. Sadece, kitabın okunup üflenmiş roman kategorilerinden hiçbiriyle ilişkisi yoktur. Yazarın özlemi bu romanın kafalarda önden hazır herhangi bir kalıba sokulmadan okunmasıdır". Öyle okuyorum ben de. Ve çok seviyorum. Tarih öğretmeni Kâmil Kaya'ya bayılıyorum. Herhangi bir savaşın nasıl bittiğiyle değil, o sırada askerlerin neler hissettiğiyle ilgilenmesi hoşuma gidiyor. Ya da siyaset gereği yapılan bir düğünde ne yendi ne içildi diye düşünmesi örneğin. Anlatılana değil, anlatılmayana olan merakıyla yakınlık kuruyorum. Bir de hep Viyana'yı görme isteği var. Yüreğimi ısıtıyor. Peki bir gün Viyana'ya gidebiliyor mu? Evet, gidiyor. Gerisi kitabın sayfalarında efendim. Rüya gibi, hâyâl gibi bir roman bu. Bir gün tekrar Viyana'ya gidersem, aklımda Kâmil Kaya'nın olacağına eminim.


    43- KÖŞEYE KISTIRMAK - PAUL AUSTER
    Yazarın ilk romanlarından biri bu. Tarzının dışında bir polisiye. Güç bela, takma isimle yayımlatmış. Bana kalırsa polisiye romanda da hiç fena olmadığını kanıtlamış.
    Ünlü beysbol oyuncusu George Chapman, bir kaza sonucu spor kariyerine veda etmek zorunda kalır. İlerleyen zamanda politikaya atılır. Bir gün bir tehdit mektubu alır ve olayı aydınlatması için özel dedektif Max Klein'den yardım ister. Max Klein, sistemin dayatmalarına dayanamayıp istifa etmiş eski polistir. Paul Auster'in klasik polisiye romanlardaki gibi bir dedektif portresi çizmeye çalıştığını gözlemleriz. Düzen karşıtı, korkusuz, umursamaz, evliliği henüz bitmiş, esprili bir dile sahip dedektif Max. Bunu bir seri haline getirse olurmuş. 
    Max işi alıp araştırmaya başladıktan iki gün sonra George Chapman evinde ölü bulunur. Cinayet zanlısı Chapman'ın karısıdır. İşler farklı bir yola girmeye başlar. Acaba George'u kim öldürmüştür? 


    44 - ÇİLİNGİR SOFRASINDA RAKI - DENİZ GÜRSOY 

    2020'yi şöyle keyifli bir kitapla bitirmek istedim. Neşeyle oturduğumuz sofraları özledik. Eskilerin "Adab-ı işret" dedikleri rakı içme terbiyesi bize özeldir. Dünyanın başka bir yerinde görülmez. Sevdiklerinle paylaştığın sofraların tadı başkadır, hatırası unutulmaz. Tüm bunlardan ve daha birçok bilgiden bahsediyor bu kitap. Örneğin, 9.yy.'da Arapların Sicilya'yı fethettiklerinde, üzümü sıkarak şırasını damıtıp elde ettikleri alkolü lamba yakmakta ve yaraları dezenfekte etmekte kullandıklarını; Sicilyalılar'ın da buna anason ekleyip "Tutone" adı verdikleri içkiyi yaptıklarını ve bunun bugün içilen rakının atası olduğunu söylüyor yazar. Güzel bir derleme olmuş. Sofraların sohbetine genel kültürü katmak için birebir:) 

    İşte benim listem böyle! Dilerim 2021 gönül rahatlığıyla okuduğumuz, endişeden uzak bir yıl olsun.


    Not: Özellikle Portreler bölümündeki paragraf karmaşası için kusuruma bakılmasın. Defalarca denedim fakat düzeltemiyorum. 

    Diğer listeler için: 2019'da HANGİ KİTAPLARI OKUDUM? 
                                  2018'DE HANGİ KİTAPLARI OKUDUM? 
                                  2017'DE HANGİ KİTAPLARI OKUDUM?
                                  2016'DA HANGİ KİTAPLARI OKUDUM? 
                              



Viewing all 567 articles
Browse latest View live