Quantcast
Channel: Sezer Eser Perker
Viewing all 567 articles
Browse latest View live

BİR RESSAM, BİR RESİM (26)

$
0
0
     NIKOLAY BOGDANOV-BELSKY (1868-1945) - OKUL KAPISINDA

    Yaklaşık 1.5 yıl aradan sonra bugün okullar açıldı. Çocukların, gençlerin ileride karmaşık duygularla hatırlayacağı günler, aylar yaşadık. Çok zorlandılar. Dilerim bugün yaşanan heyecan sağlıkla, keyifle devam etsin ve kesintisiz bir eğitim yılı olsun. 
    Salgın, okul, ulaşılamayan eğitim derken bugün "Bir Ressam, Bir Resim" serisi için çok sevdiğim bir tablodan bahsetmeye karar verdim. 2010 yılının son günlerinde Pera Müzesi'nde düzenlenen, bir Rus romanı tadında akan "Çarlık Rusyası'ndan Sahneler" isimli muhteşem sergide görüp, önünden bir süre ayrılamadığım: "Okul Kapısında"
    Arka planda bir köy okulundan bir sınıf görüntüsü var bu resimde. Çocuklar çoktan sıralara yerleşmiş, yazmaya dalmışlar bile. Sınıfın kapısında bir başka çocuk durmakta. Yamalı giysiler, elde değnek, sırtında bir çıkın, omuzunda bir bez çanta. Sanırım bu çocuk bir çoban. Sınıfın içine, diğer çocuklara bakıyor. Bizden uzakta olsalar da onların kıyafetlerindeki, saçlarındaki farklılığı anlayabiliyoruz. Evet onlar da köy çocukları, evet Rusya'da 1800'lerde bazı kesimler için hayat zor ama dışarıdaki çocuk içeridekilerden daha da yoksul sanki. Gıptayla bakıyor onlara. Bedeni dışarıda fakat sınıfın içine kayan değneği onun orada olmak istediğini kanıtlar nitelikte. 
O gün, bu resme bakarken aklımdan bunları geçirmiştim. Kimileri ilk başta bu çocuğun okula geç kalmış bir öğrenci olduğunu söyleyebilir fakat ben tersini düşünüp çok etkilendim, üzüldüm. Çünkü zaman 1800'lerin sonunu gösteriyordu. Mekân Rusya'da bir köydü. Rus nüfusunun neredeyse üçte birinin toprak sahiplerine tabi olduğu, yani bir anlamda köle sayıldığı sistem henüz 1861'de kaldırılmıştı. Yine de Rusya için toprak sorunları bitmemişti. Köylü ayaklanmaları devam ediyordu. Yoksulluk da aynı şekilde... 
    İşte böyle bir dönemde Rus köylüsünün çokça çileli, kimi zaman neşeli hayatını birebir yansıtmanın yolu resim sanatında Realizm'den yani Gerçekçilik'ten geçiyordu. Batı ülkelerinde 1840-1880 arasında en güçlü akım olan Realizm tarafsızlığa dayanıyordu. Kendisinden önceki Romantizm'in duygusallığından uzaktı, hâttâ buna tepkiliydi ve klasik sanatta olduğu gibi tarihi dönemleri ideal bir anlayışla yansıtmıyordu. Sadece gerçekler vardı. Realizm'in en görünür olduğu Fransa'da Courbet'nin resimlediği "Taş Kırıcıları" tablosu büyük bir tepkiyle karşılaşmıştı.* Çünkü sanatta akademik geleneğe alışkın gözler sıradan insanların ve konuların betimlenmesini kaba bulmuşlardı. Ancak gerçekler ortadaydı. Birileri bunları göstermeyi iş edinmişti. Örneğin yine Fransız sanatçı Daumier, burjuvayla, doktorlarla, avukatlarla alay etmiş; çocuklara, çalışan kadın ve erkeklere, kentte yaşayan sıradan ve yoksul insanlara karşı yakınlık duymuş, bunu eserlerinde aktarmıştı.** Rusya'da ise bu misyonu daha çok "İlerici Gezgin Ressamlar"üstlenmişlerdi. Çarlık Güzel Sanatlar Enstitüsü sergilerine katılmak için zorunlu tutulan konuların gerçeklerden uzak oluşuna tepki gösterip bu kurumdan ayrılmış ve kendi birliklerini kurmuşlardı. 
Daha sonra il il gezerek resimlerini sergilemişlerdi. Nikolay Bogdanov-Belsky de bu sergilere katılan ressamlardan biriydi. 
    Hayat sürprizlerle dolu. Nikolay Bogdanov-Belsky hakkında çok farklı bir şey söyleyeceğim. Ressamın yoksul bir köyde başlayan hayatı, yazının görseli olan Okul Kapısında'nın anlattıklarına ve bana eğitimden uzak kalan çocukları hatırlatışına ters bir şekilde yön değiştirmiş. Bir tarım işçisinin gayrı meşru çocuğu olarak annesi ve akrabalarıyla büyüyen Nikolay, kilise okulunda yeteneğiyle dikkat çekmiş. Kilise rahibinin ve bir zenginin gayretiyle farklı okullarda okumuş, akademik resim eğitimi almış. Çar ve ailesinin resimlerini yapmış, akademi üyesi olmuş. Onu fakir bir tarım işçisi olmaktan kurtaran, yeteneği ve karşısına çıkan insanların iyi niyeti. 
Ne mutlu, ne talihli bir olay! İşlerin her zaman tahmin edileceği gibi gitmeyeceğinin, hayatlarımızın sürprize açık oluşunun bir işareti gibi.  Ekim Devrimi'nden sonra ülkesinden ayrılmak zorunda kalan Nikolay, Riga'ya yerleşmiş. Uzun yıllar burada yaşamış, bir okul açmış. Eserleri Avrupa sergilerinde izleyiciyle buluşmuş. Tedavi amacıyla gittiği Berlin'de, savaşın tam da sonunda, bir görüşe göre hastanenin bombalanmasıyla 77 yaşında hayata veda etmiş. Şimdi ondan çocuk resimleri kaldı geriye. Çok sevdiği, onlar için cebinde daima şeker ve kuru yemiş taşıdığı, onların masumiyetini tuvallerine taşıdığı köy çocukları. Kimi okulda, kimi tarlada, kimi dua ederken, kimi yemek yerken, kimi piyano çalarken, kitap okurken, oyun oynarken... Rusya'da resim yapmak için bir süre yaşadığı köyün çocukları. Çocuklar... İyiliği, güzelliği en çok hak edenler...
    Realizm'e gelince... Bu hafta pek teknik bilgi yok. Zira her şey ortada, her şey gerçeğine uygun. Konusuyla, renkleriyle, bakış açısıyla bir fotoğraf karesi gerçekliğinde resimler. Gerçeği aktaran, iyisiyle kötüsüyle yaşamda bunlar da var diyen görüntüler...
   Çocuklarımızın gerçekliği bu yıl en güzeli, en umutlusu olsun sevgili dostlar!



*  Zeynep İnankur, 19.Yüzyıl Avrupası'nda Heykel ve Resim Sanatı
**Zeynep İnankur , a.g.e

 

BİR RESSAM, BİR RESİM (27)

$
0
0

 EDGAR DEGAS (1834 - 1917) - BALE SINIFI 


    Bir önceki paylaşımda, Rusya'da 1800'lü yıllarda eğitimden uzak kalan bir çocuğun betimlenmesi üzerine lâflamıştık. Henüz okuduğum "On Dört Yaşındaki Küçük Dansçı" kitabı bunun üzerine öyle bir denk geldi ve paylaşım isteği yarattı ki bu yazıya "O sırada Avrupa'da" başlığı atsam yeridir. Bu kez aynı yılların Avrupa'sında, Edgar Degas'nın tablolarındayız. Paris Operası'nda sahne alan balerinlerin ressamı o. Bu yazı için seçtiğim resme bir bakın! Küçük kızların zarif giysiler içinde bale çalıştığı bir stüdyoyu gösteriyor. Akıllara ilk anda sanatı, tazeliği, zarafeti getiriyor. Ancak işler pek öyle değil. Görünen güzelliğin ardında erken yaşta heba olmaya mahkûm hayatların izi var. 
    19.yy.'da Fransa'da alt sınıfa mensup erkek çocukları beden gücü gerektiren işlerde çalışırken, kız çocukları için en geçerli para kazanma yollarından biri Paris Operası'nda dansçı olmaktı. Opera, altı yaşından itibaren kızları işe alırdı. Altı ile on üç yaş arası çocuklar için ilköğretimi zorunlu kılan Ferry yasaları 1881-1882 tarihlerinde yürürlüğe girecekti ancak öyle olsa bile dansçı kızlar bundan muaftı. Onlar için ilk eğitim 1919'da zorunlu hale gelecekti. Çamaşırcılık, ütücülük, satıcılık gibi işlerle karınlarını doyurmaya çalışan anneler kızlarını erken yaşta Opera'ya dahil etmeye çalışırlardı. Kabul gören küçük kızlar oldukça az bir paraya yıllarca zorlu çalışma temposuna ayak uydurmaya çalışır ve ancak on üç, on dört yaşlarında sahne almaya başlarlardı. Bu küçük kızlara "Fare" denirdi. Sebebini tahmin edersiniz. Çünkü çok küçükler ve dans etmediklerinde oyun için koşuşturup duruyorlar. Bu kızlara lâyık görülen bir başka isim de "Yürüyüşçü"dür. Yürüyüşçü kelimesi onların sokaklara düşeceğini imâ eder. Gerçekten öyledir de. Kızların pek azı dansçılık kariyerinde ilerler. Belki eğitmen bile olur. Ancak hatırı sayılır bir kısmı sokaklara düşecektir, şanslıysa (!) bir zenginin metresi olabilir. Daha önce on bir olan cinsel erişkinlik yaşının, 1863'te on üç olarak belirlendiğini dikkate alırsak kız çocuklarının ne kadar erken yaşta zor durumlarla karşılaşmış olabileceğini düşünmek zor değil. Babalarının genelde ortalıkta olmadığı küçük kızlar anneleri eliyle yönlendirilirler bu yola. Geçinmek zorundadırlar, hayatta kalmak zorundadırlar. Hem az da olsa bir umut vardır. Belki kızları aradan sıyrılıp ünlü bir dansçı olacak ve sınıf atlayacaktır. Camille Laurens'ın "On Dört Yaşındaki Küçük Dansçı"da Theophile Gautier'den alıntıladığına göre "Bütün köle pazarları Osmanlı'da değildir ya". Annelerin kızları adına bugün bize oldukça dehşet verici görünen çabalarını tüm açıklığıyla anlatan Gautier, şunu da ekler: "'Bir gün mutlu olduğunda anneni unutmayacaksın' cümlesi, opera kulislerinde en çok duyulan cümledir". 
    Degas'nın bu yazıya görsel oluşturan tablosunda dansçı kızların çalıştığı bir sınıf görmekteyiz. Yaşları çok küçük değil gibi. Sahneye çıkma yaşına yaklaşmışlar sanırım. Durumun çarpıcılığını belirtmek açısından yazmak zorunda kaldığım için utanç duyuyorum ancak bu kızlar "yaşlı fareler". Koca koca insanların ne yazık ki 13 yaşına erişen dansçı kızlara taktıkları bir başka lâkap bu. Figürlerin dizilimiyle diyagonal şekilde ikiye bölünmüş resmin sol üst kısmındaki dansçılar bir ayna önünde çalışmayı sürdürürken, sağ kısımdaki dansçıların sıralarını beklediklerini görmekteyiz. Bekleyen kızların hemen önündeki dans eğitmeni dilerim çok sert değildir. Bana kalırsa bu resimde dikkatleri çekmesi istenen figür, ön planda gazete okurken gördüğümüz kadın. İlk anda sol üst köşedeki dansçılara uzanan bakışlar bir noktada ister istemez kadına kayıyor. Üstelik giysisi diğer figürlerin giysilerinden daha net fırça darbeleriyle oluşturulmuş. Giysinin deseni, kumaş kıvrımları, yakanın dantel dokusu, şapkanın tüyleri, kızların kıyafetlerinin uçucu çizgilerine zıt. Gençlerin dinamikliği ile yetişkin kadının ve eğitmenin statik duruşları da zıtlık oluşturmakta. Bu kadın kızlardan birinin annesi olsa gerek. Rahat davranan anneler olduğu gibi kızını asla yalnız bırakmayan anneler olduğu da biliniyor. Örneğin Degas'ya meşhur "On Dört Yaşındaki Küçük Dansçı" heykeli için modellik eden Marie Genevieve Van Goethem'in annesi de onu yalnız bırakmak istememiş. İlk günlerde yan odada beklemiş kızını. Ancak Degas'ya güvendikten sonra vazgeçmiş bu beklemeden. Marie de küçük farelerden biri. Hem dansçı, hem Degas'nın modeli. 
    Degas, Opera'nın her gösterisini izlermiş, hiçbir konseri kaçırmazmış. Bankacı babasının evde düzenlediği müzik geceleri sayesinde erken yaşta edindiği müzik zevkine sahipmiş. Müzisyen ve libretto yazarı arkadaşları sayesinde kulislere de girer olmuş. Dolayısıyla kızların çalışmalarını, sahne arkasındaki yaşamlarını, annelerin tutumlarını, kızlara alıcı gözle bakmak için operanın koridorlarını turlayan erkekleri, erkek hayranlar ile kızlarına gelecek çizmek isteyen anneler arasında arabuluculuk yapan ve neredeyse yarı resmi bir statüye sahip olan kadınları gözlemlemiş. Sahnedeki gösterileri zarafetle resimlediği gibi sahne arkasını da anlatmayı ihmâl etmemiş. Camille Laurens, Degas ve küçük modeli hakkında yazdığı kitabında sanatçının bu tutumunu sorgulamış. Evet, gösteri dünyası onun harekete duyduğu ilgiyi yansıtan; ışık, perspektif ve kompozisyon açısından çalışma imkânı sağlayan verimli bir alan. Ancak tüm bunların ötesinde o, küçük kızların karşılaştığı zorluklara da dikkat çekmek istiyor olabilir mi? Bu varsayım Empresyonist ressamlar (İzlenimciler) arasında sayılan ancak gözlerindeki rahatsızlık nedeniyle asla onlar gibi açık havada çalışmayan ve aslında pek de tercih etmeyen, onlar gibi kırlarda dolaşmak yerine başkentin bulvarlarında gezinen, akademik anlayışı kırmak isteyenlerden biri olarak "İzlenimciler" yerine "Uzlaşmazlar" tanımını öneren, özel hayatında da uzlaşmadan uzak bir huysuz olarak tanınan, alaycı, sanatı ve sanatçıyı üstün saymayan, "Ünlü ve tanınmış olmamayı tercih ederdim" diyen, asla maddi zorluk yaşamamış, hiç evlenmemiş Edgar Degas'yla bağdaşmayan bir durum gibi görünüyor sanki. Ancak hepimiz biliyoruz ki görünenin altında farklı gerçekler olabilir. Öyle ya da böyle onun bugün birçok müzede aslından dökülmüş haliyle yer alan 
On Dört Yaşındaki Dansçı Kız heykellerine ve sahne arkasındaki halleriyle de betimlediği balerinlere baktığımızda arkasındaki hikâyeleri düşünüyorsak ve sorguluyorsak, bu huysuz adama teşekkür etmemiz gerekir. 
    Bir önceki paylaşımda Asya'dan bir ressam, bu kez Avrupa'dan bir başkası. Nerede olursa olsun, hangi zamanda yaşanırsa yaşansın hayat bazıları için daha zor. Kırılamaz bir döngü içerisinde, yaşadığı zamanın şartlarına yenik düşüyor bazı çocuklar. Geçmişe bakıp küçümsediğimiz davranışlar şekil değiştirip günün hengâmesi içinde normalleşiyorlar. Bugün kanıksadığımız bazı davranışlar yıllar sonra ayıplanacak belki de. Bizim eskiye bakıp dehşet duyguları içinde anlam vermeye çalıştığımız gibi biz de yargılanacağız günü gelince. Genelinde insanlık sürekli yinelenen, şekil değiştiren ama özünde aynı olan bir döngüye dahil. Bari bireyselliğimizi kurtaralım. Akılla, mantıkla, vicdanla hareket edenlerden olalım. Belki böyle böyle değişir bir şeyler.  






   * Yazıya ilham ve bilgi kaynağı olan On Dört Yaşındaki Küçük Dansçı'yı ilgilisine tavsiye ederim. 
       Camille Laurens / YKY Yayınları
   * Degas İzlenimciler'in sergilerine katılmıştı. İzlenimcilerden sayılmıştı. Modernlik, anlık görüntülerin yakalanması gibi konularda benzer davranıyordu belki ama stüdyoda çalışması, gün ışığına bağlı kalmaması, desene önem vermesi gibi konularda ayrılıyordu. Burada tekrar İzlenimciler'i anlatmak istemedim. İzlenimciler için Bkz. Bir Ressam, Bir Resim (19) - Madam Monet ve Oğlu 
   * Bir önceki yazı: Bir Ressam, Bir Resim (26)
   




EYLÜL... YAZIN PEŞİNDEKİ KÜÇÜK KARDEŞ

$
0
0
    Şöyle demiş şair, Gövdemden sızan sular gibi /Akıp gitti bir yaz daha...  *
    Neyse ki yaz tam da çekilmeden tuttuk biz eteklerinden, geçtiğimiz günlerde Bodrum'a uzandık. Seneler önce Bodrum sakini olmuş teyzem, kuzenim ve ailemizin en küçük üyesi Parem'le malûm salgın yüzünden pek az görüşür olmuştuk. Gitmeler, gelmeler seyrekleşmişti. Çok kalabalık bir ailemiz olmadığı için hepimiz birbirimize düşkünüz, Parem bizleri çok özlüyor. Ortalık bir nebze sakinleşmişken güneşli günleri değerlendirdik ve güzel bir Eylül günü düştük yola. Böylece yazdan birkaç gün daha çaldık, hem özlem giderdik hem denizle buluştuk. 
Parem de sahil beldesinde yaşayan her çocuğun yapabileceği gibi okul çıkışı bizimle birlikte henüz ısısını kaybetmemiş denize attı kendini. 

    Akşamları o uyuyunca anneannesine emanet edip, biz kuzenler Bitez'de alıyorduk soluğu. Vamos'ta birer kadeh şarap eşliğinde, uzak kalınan zamanların biriktirdiği sohbetler ediliyordu. İsim veriyorum zira tavsiye olsun.  Hava o kadar iyiydi ki incecik bir şala dahi ihtiyaç duymadım. Öğlen saatlerinde plaja gitmeden önce, farklı farklı mekânlarda kahve eşliğinde devam ettirdik sohbetleri

    Fotoğraftaki kitabı götürmüştüm yanımda. O kadar hoş bir kitap ki... İngiltere'de Thames Nehri'nde gezintiye çıkan üç arkadaş keyfime keyif kattı. Ve İngiltere'yi görme isteğim onlar sayesinde bir kez daha alevlendi. Bir gün Thames kıyısındaki her kasabayı, her şehri onlar gibi nehir üzerinden olmasa da karadan gezsem fena mı olur?  

    Bazen plajda da devam ediyordu kahve keyfi. Gün batana kadar epeyi vaktimiz vardı ne de olsa. 
    
    Kimi zaman merkezde takıldık.

    Restorasyondan sonra henüz ziyaret etmediğim Bodrum Kalesi'yle uzaktan selamlaştık. Önümüzdeki bahar geleceğime söz verdim. 

   Ama Deniz Müzesi'ni ihmâl etmedik. Ben daha önce görmüştüm ve Bodrum'da denizciliğe dair her bilgiyi tek tek incelemiştim. Bu kez sevdiceğimle ziyaret ettik. "Görmelisin" dedim. Sağlığında babasının küçük bir teknesi vardı. Boş zamanlarında ve daha sonra emekli olduğunda balıkçılık yapardı. Dolayısıyla çocukları denizle haşır neşir büyümüştü. Yani bu müzeyi önermekte haklıyım. Hem ben de ikinci kez görmeye hayır demem. Her biri mücevher görünümündeki deniz kabukları için bile defalarca gezebilirim burayı. 

   Bodrum Deniz Müzesi'ni uzun uzun anlatmayayım. Daha önce hakkında yazmıştım, linki tam buraya ekliyorum: DENİZ KABUKLARINI SEVER MİSİNİZ? 
    İşte böyle! Yaz mevsimini uzun zamandır görmediğimiz sevdiklerimizle, sonbaharda Ege'de olmanın keyfiyle, ılık gün batımlarıyla, gün batımı renginde meyle, sohbetle, muhabbetle uğurladık. Yazın yeri gönlümde ayrıdır ama her mevsimi severim. Dört mevsimi yaşayabildiğimiz bir coğrafyanın insanı olmak beni mutlu eder. Renkli bir döngünün içinde her birine ayrı hazırlık, her birinde hissedilen farklı duygular... O halde hoş geldin sonbahar! 



    * Ataol Behramoğlu / Geçmiş Yaz



BİR RESSAM, BİR RESİM (28)

$
0
0
     VICTOR VASARELY (1906 - 1997) - İSİMSİZ

    Efendim "Bir Ressam, Bir Resim" serisinin son iki haftasında epeyi iç karartıcı şeylerden konuştuk. Gerçeklere fazlasıyla sadık kaldık. Ben derim ki bu kez somut gerçeklerden soyut dünyaya geçelim, renklerin ve biçimlerin arasına dalalım. O biçimler geometrik olabilir örneğin. Özellikle 20.yy. sanatçıları doğadaki her nesneyi özüne indirdiğimizde geometrik şekillere ulaştığımızı söylüyorlardı. Bu doğru! Yaşam devamlılığını sağlayan güneş yuvarlak değil mi? Şu bulut bir dikdörtgeni, şu böcek bir altıgeni andırmıyor mu? 
    Yazının özünü belirledim ancak devamında ne anlatsam, ne paylaşsam derken aklıma salgından önceki son yurt dışı seyahatlerimden birini gerçekleştirdiğim Budapeşte'deki rengârenk müze geldi. Çünkü bir öğleden sonramızı ayırdığımız Victor Vasarely Müzesi'nde geçirdiğimiz zaman, zihnimi ara sıra yoklayan keyifli bir hatıra bırakmıştı. 2 sene önce yine böyle güneşli bir ekim günü ziyaret etmiştik. Çok bilinen bir müze değil. Ulaşmak için epeyi bir uğraşmıştık. Yanlış tramvaya binip farklı bir yerde indik, otobüsle geri döndük, ardından doğru tramvay derken etrafa göz atarak, net bilmeseler bile yardımcı olmaya çalışan Macarlar'ı dinleyerek bulduk Obuda bölgesindeki müzeyi. Sonrası bizden başka sadece yaşlı bir Fransız çiftin bulunduğu mekânda renkler ve biçimler dünyasında geçirilen hoş zamanlar... Renkli geometrik biçimlerle oluşturduğu kompozisyonlarında yanılsama, derinlik ve hareketi sağlayan sanatçının amacı izleyiciyi görme eylemine odaklamak, görsel tepkiler yaratmaktı ve biz o gün buna fazlasıyla hevesliydik. Tenha müzede her bir eseri önünde bir ileri bir geri hareketlerle rahatça inceledik, sevdiklerimizin önünde daha fazla vakit geçirdik, hâttâ ne yalan söyleyeyim eserlerin yarattığı dinamizmin etkisindeki neşeyle biz iki arkadaş fotoğraf çekimini abarttık. En renklilerin sağında, solunda, önünde, bazen tek tek, bazen bir desteğe dayadığımız makinenin karşısında iki kişi koştura koştura neşeli pozlar verdik. Bence Vasarely görse mutlu olurdu. Sanatın demokratik yanını, her zaman her yerde ve herkesle olması gerektiğini savunan oydu. Ve sadece Budapeşte'de değil farklı ülkelerde de müzeler kurmuştu. Yazının görselini hem o günün anısına hem de internetteki sevdiğim örneklerin kalitesi düşük olduğundan kendi albümümden seçtiğimi belirtmek isterim. 
    Victor Vasarely 1906 yılında Macaristan'ın Peç kentinde doğdu. Sanatçıların hayat hikâyelerini duyduğumuzda genellikle onların çocuk yaştan itibaren sanatla ilgilendiğini görürüz. Vasarely'de durum biraz farklı. O daha çok bilimle ilgilenen bir çocuktu. Ancak uykuya yatmış sanat tutkusu bir noktada uyanmış ki Vasarely Budapeşte'de tıp okumaktayken, iki yılın sonunda üniversiteyi bıraktı ve sanata yöneldi. 1929'da Sandor Bortnyik'in kurduğu akademi Mühely'ye kayıt oldu. Bu okul Almanya merkezli Bauhaus akımının Macaristan'daki takipçisi. Dolayısıyla Victor Vasarely burada grafik tasarıma, yalın ve geometrik çizgilere yöneldi. Rus avangardı, konstrüktivist sanatçılar da etkilendikleri arasındaydı. Ancak yaratıcılığını ateşleyecek önemli etkiyi ilk aşkı bilimde buldu. 
Üçüncü boyutu yakalama gayretindeki çalışmalarında perspektif, ışık ve gölge üzerine denemeler yaparken, renk ve optiğin bilimsel ilkeleri, astrofizik, kuantum ve görelilik konularını da çalışmalarına taşıdı. 
    Budapeşte'deki Mühely'de hayat arkadaşını da bulmuştu Vasarely. Claire Spinner ile uzun bir evlilik hayatları oldu. Beraberliklerinin ilk yıllarında Almanya'ya gitmek istediler. Dönemin siyasi şartları nedeniyle bunu gerçekleştiremeyince Paris'e geçtiler. Böylece şekillenen kaderin gereği Victor Vasarely hayata Macar asıllı Fransa vatandaşı olarak veda etti. Fransa onun üne kavuştuğu yerdi. Grafik tasarım alanında isim yaparken deneysel çalışmalarına devam etti. Zamanla statik formlarla hareket yaratmaya, iki boyutlu geometrik biçimlerle optik yanılsamalar oluşturmaya odaklandı ve Op Art'ın yani Optik Sanat'ın kurucusu oldu. 1960'lı yıllar optik sanat için popüler kültüre eklemlendiği zirve yıllardı. 1965'te NewYork'taki "The Responsive Eye" sergisi Vasarely'nin ve 
Op Art'ın tanınırlığını katladı. Statik formların iç bükey-dış bükey, büyüklü küçüklü vb. şekillerde yerleştirilmesiyle, karşıt renklerin veya azalıp çoğalan renk değerlerinin gerektiği gibi kullanımıyla oluşturulan hareketin yarattığı halüsinasyon etkisi altmışlı yılların ruhuna denk düşüyordu. Bu yazının görselinde sanki arkadan bastırılmış gibi oluştuğunu gözlemlediğimiz yuvarlakların kazandığı üçüncü boyut ve hareket aslında birtakım düzenli yerleştirmenin sonucuydu. Yeniden üretimle tekrar tekrar basılabilen resimler günlük hayatta, dekorasyonda, tekstilde rahatlıkla kullanılıyordu. O gün Budapeşte'de müzede örneklerini gördüğümüz David Bowie'nin albüm kapağı, satranç seti gibi bir çok kullanım eşyası sanatla buluşmuş oluyordu. Ayrıca Vasarely heykeller, duvar halıları vb. üretimlerde de bulunmuştu. Bu noktada ilerleyen yaşlarında Renault markasıyla çalıştığını da eklemem gerek. 
    Geometrik biçimlerin birbirine eklenip tekrar tekrar kullanımıyla oluşan sonsuz sayıda kompozisyon oluşturmanın ve bunu herkesin yapabilmesinin bir yolunu da bulmuştu Vasarely. Renkli bir fon önünde farklı renklerdeki geometrik şekillerden oluşan bir dizi kareye "Alphabet Plastique" adını verdi. Güzel Sanatlar Alfabesi diyebileceğimiz bu alfabe belirli bir uyumla oluşturulmuştu ve her birinin büyüklü küçüklü farklı varyasyonlarla birleştirilmesi sonsuz sayıda ihtimale açılıyordu. En ufak eşyadan mimari projelere, şehir düzenlemelerine kadar kullanılabilen bir sistemdi. Bugün bilgisayarlar elimizin altındayken bu gibi tasarımları oluşturmak ilgilisine zor gelmeyen bir konu. Vasarely'nin tüm bunları elleriyle kesip biçerek, çizerek tasarladığını düşünmek gerek. O meydana getirdiği evrensel sözlüğün insanları birleştireceğine, dünyayı daha iyi bir yer yapacağına inanıyordu. Bilim yanlısı mantık temelli bir yanı olduğu kadar manevi yanı da kuvvetli biriydi. Paris metrosunun fayansları, duvarlardaki çatlaklar, sahil şeridinin doğal desenleri, tepeler, tepelerin eteğine yerleşmiş üçgen çatılı evler, su damlaları, zebraların çizgileri... Gözünün gördüğü her şey ona ilham oluyordu. Önce zihninde sonra ellerinde somuttan soyuta, sonsuzluğa ulaşıyordu. Aynı zamanda ileri görüşlüydü Vasarely. Kendinden sonrakilerin sanata yeni boyutlar, yeni ışık, ses ve hareket getireceğini söylemişti. 1997 yılında bu dünyadan ayrıldı. Eğer görme şansı olsaydı eminim bugünün dijitale kayan sanat anlayışı onu heyecanlandırırdı. 
    1954 yılında Venezuela'da merkez üniversitede yapmış olduğu mimari duvar düzenlemesi gibi ünlü örnekleri saymazsak Victor Vasarely ve onun temel tasarımlarıyla her an her yerde karşılaşabiliriz. Duvarları ya da zemini kaplamak için alınan karolarda, kumaş desenlerinde, dekoratif birçok eşyada onun tasarımları var. Öyleyse sanat ve bilim her yerde. Öyleyse izleyeni derin düşünceler içinde bırakan sadece figüratif sanat değil. Vasarely'nin anlatmak istediği gibi... Bir birim geometrik biçimin -farklı büyüklüklerde ve renklerde olsa da- birleştikçe bütünü oluşturması ve bunun sonsuzluğa uzanması insanı ve evreni düşündürmüyor mu? 



* Müzeden birkaç fotoğraf daha görmek isteyenler, görmüş olsa da hatırlamak isteyenler için Budapeşte seyahatinin yazısı : Burada :) 

EN İYİ DİLEKLER ONLAR İÇİN...

$
0
0
    

    Orhun bir süredir çalışıyor. Yaklaşık bir buçuk ay oldu. Çocuğunun büyüyüp profesyonel hayata adım attığını görmek çok acayip bir şey. Bir yandan gurur duyuyorsun bir yandan artık yetişkinler dünyasının bir parçası olduğu için hafif hüzünleniyorsun. O halinden memnun ama inanın ilk günler benim için duygudan duyguya sürüklendiğim ruhsal bir karmaşa içinde geçti. 
    Beni burada tanımış dostlarım bilirler. 12 yıl önce açmıştım bu hesabı. O zamanlar bol bol Orhun'un okul hayatından bahsederdim. Bazen enteresan Okul Aile Birliği toplantılarını anlattığım bile olurdu:) Gezdiğimiz müzelerden, gittiğimiz oyunlardan, filmlerden; Orhun için ayarladığım atölye çalışmalarından vb. birçok etkinlikten bahsederdim. Lise zamanı eskisi kadar anlatmadım. Sağlık konusunda çok zorlandığımız üzücü yıllardı. Liseden sonra Tallinn maceramız başladı. Ona o kadar düşkün olduğum halde nasıl olup uzaklara yollayabildiğimden bahsettim. Dertleştim. Özlem derindi ancak üniversite yılları hem onun için hem bizim için çok keyifli anıları da beraberinde getirmişti. İkinci evimiz saydığımız, çocuğumuzu emanet ettiğimiz Tallinn'e gidip geldikçe burada yazardım. Çok da güzel dönüşler alırdım. Buradan iletişim kurduğum iyi kalpli dostlar... İyi ki varsınız. 
Öyleydi böyleydi derken üniversite bitti. O arada çok şükür ki sağlık sorunlarının da sonu geldi. Burada ilk kez ilkokul yıllarında tanıdığınız Orhun genç bir adam oldu. Çocuklarımız hepimizin gözü önünde büyüdü. Yıllar su gibi akıp geçti. Biz yaşlandık demeyeceğim, onlar büyüdü:)
    Geçen gün iş yerine götürsün diye portakallı kurabiye yaptım. Yükselen burcum yengeç. Anaçlıksa sonuna kadar:) Çünkü sabahlayarak çalışıyorlar, yeri geliyor iş yerinde uyukluyorlar. Dizi-film sektörü... Sahneleri bekliyorlar, pür dikkat iş yetiştirmek için uğraşıyorlar. Ben de kıyamadım bol tükettikleri çay-kahve yanında yesinler diye kurabiye yolladım. Eylemlerim sürecek! Çoğu zaman işten gelene kadar uyumuyorum. Tabii ki gidip gelirken merak ediyorum ama çaktırmıyorum. İşiyle ilgili anlattıklarını keyifle dinliyorum. Bu ara yine Orhun'a endeksli yaşıyoruz. Yanlış anlaşılmak istemem, yeri gelince çocuğunu kendinden bağımsız düşünen, kendine vakit ayırmayı asla ihmâl etmeyen bir anneyim. Ancak o hayatının önemli bir döneminde ve tamamen kendi yolunu çizene kadar elimden gelen her türlü desteği vereceğim. Zaten malûm salgın yüzünden hâlâ kısıtlı sosyalleşiyoruz, Orhun'a sarmayayım da kime sarayım?:) 
    Aslında epeyi güzel bir duygusallıktayım da tam ifade edemiyorum. Bence siz anladınız ne demek istediğimi. 



NEDEN YARIM BIRAKTIM?

$
0
0
     

    Bir kitabı okurken yarıda bırakmışlığım nadirdir. Mümkün olduğunca diretirim. Ancak bugün Olga Tokarczuk'un Koşucular'ında okuduğum bir bölümü göz ardı edip kitaba devam edemedim. Yarısında bıraktım. Öykülerden, denemelerden, anılardan oluşan bu kitabın "Atatürk'ün Reformları" başlıklı bölümünde, Adile Alexsandra adlı arkadaşına o gün öğrendiği bir haberi yazdığını söylüyor ve şöyle devam ediyordu yazar:
    "... Atatürk, yirmili yıllarda, cesur reformlarını gerçekleştirirken İstanbul sahipsiz, yarı vahşi köpeklerin kentiymiş. Hatta özel bir cins oluşturmuş bunlar -orta uzunlukta tüyleri olan, beyaz ya da krem rengi veya bu iki rengin karışımı köpekler. Köpekler limanlarda, kafelerde ve restoranların arasında, sokaklarda, meydanlarda yaşıyorlarmış. Geceleri ava çıkıyorlar, ısırıyorlar ve çöpleri dağıtıyorlarmış. İster istemez doğalarına dönmüşler- sürüler halinde toplanıyor, kurt ve çakal sürüleri gibi bir çete reisi seçiyorlarmış.
    Atatürk için önemli olan şey Türkiye'yi uygar bir ülke haline getirmekmiş. Birkaç gün içinde binlerce köpek özel ekiplerce toplanmış ve insansız ve bitkisiz bir adaya götürülmüş. Orada serbest bırakılmış. Tatlı sudan ve yiyecekten yoksun olan hayvanlar iki üç hafta içinde birbirlerini yemişler; İstanbullular özellikle Boğaz kıyısındaki balkonlu evlerde yaşayanlar ya da kıyıdaki balıkçı restoranlarında yemek yiyenler, uluma seslerini duyarlarmış. Sonra dalgalar halinde gelen korkunç pis kokudan da çok rahatsız olmuşlar. 
    Gece aklıma pek çok suç kanıtı geldi, öyle ki terden sırılsıklam olmuştum. Örneğin ters döndürülen bir küvete kulübe olarak girdiği için donan bir enik gibi."
    Bu bölümü okurken yazarın aslında 1910 yılındaki olaydan, İstanbul'daki sokak köpeklerinin toplanıp Sivriada'ya götürülmesinden söz ettiğini anladım. Bahsettiği gibi feci bir olaydı ancak yazar tarihsel olarak hata yapıyordu. Kitabın çevirmeni de sayfa altında bir notla olayın doğrusunu açıklamıştı. Her şeye rağmen yine de internette biraz daha araştırma yaptım ki 20'lerde de böyle bir olay varsa atlamış olmayayım. Bulamadım. Türk çevirmen notunu düşmüş ancak diğer ülkelerde bu böyle olmayacak, olay aynen bu şekilde aktarılacak. 2018 yılında Nobel Edebiyat ödülünü kazanmış olan yazarın, yani tanınan, bilinen, takdir gören, okuyucusu olan bir yazarın gerçek bir olayı "bugün öğrendim" diyerek, araştırmadan konu etmesini yadırgadım. Üstelik konuyu yanlış tarihlendirişinin, yanlış kişiye mâl edişinin yanı sıra bir de "Atatürk için önemli olan şey Türkiye'yi uygar bir ülke haline getirmekmiş" diyerek üstü kapalı "Uygarlık bunun neresinde?" diyerek yorum yapıyordu. Başlıktan da bunu anlamak mümkün. Kitaplardaki her yanlışı bulamam, yeryüzündeki her bilgiye sahip olmam mümkün değil tabii ki. Ama güvenmek isterim. O yüzden önüme gelen her yazarı okumam, yayın evlerinde titizlenirim, kitabı duyduğum kaynağın kim veya neresi olduğuna dikkat ederim vs. Yanlış bir bilgiyle karşılaşmaktan hiç hoşlanmıyorum. Kurgu bir roman söz konusuysa belki tolere edebilirim. Diğer türler için aynı şekilde düşünemiyorum. Başka derdin mi kalmadı diyebilirsiniz fakat okumak benim için hafife alamadığım bir eylem. Skor için okumuyorum. Bir kitabı okurken elimde defter, kalem; olayların geçtiği yerleri, yeni öğrendiğim bir bitkiyi, tarihsel bir karakteri ve daha pek çoğunu not alarak, araştırarak okuyorum. Roman dahi olsa tarzım değişmiyor. Yani amacım hoş vakit geçirmekle birlikte yeni bilgiler öğrenmek, unuttuklarımı tekrar hatırlamak oluyor. O yüzden güvenmek istiyorum. Internet ortamında elmalarla armutların birbirine karıştığı, doğru bilgiye ulaşmak için bin türlü araştırma yaparak emin olmanın gerektiği böyle bir çağda kitaplara olan güvenimin sarsılmamasını istiyorum. Evet her zaman hatalar olmuştur ancak bu devirde az önce bahsettiğim yanlışın biraz araştırarak aslında yapılmayabileceği gibi bir gerçek var. Yazarlardan biraz özen beklemek okuyucunun hakkıdır diye düşünüyorum. Gerçi özensizlik de bu çağa ait. Anlaşılan ben ve benim gibi düşünenler didikleye didikleye okumaya, eğer bu hengâme içinde başarabilirsek doğru bilgiye ulaşmak için kılı kırk yarmaya devam edeceğiz. 



    

BİR RESSAM, BİR RESİM (29)

$
0
0
     MICHELANGELO MERISI DA CARAVAGGIO (1571-1610) - KART OYNAYANLAR


   John Berger "Portreler" kitabının Caravaggio'ya ait bölümüne oldukça romantik bir giriş yapar. Sevgilisine adadığı güzel cümlelerin ardından şöyle der: "Bir gece yatakta en beğendiğim ressamın kim olduğunu sormuştun. En keskin, en doğru cevabı verebilmek için ne diyeceğimi bilememiştim. Caravaggio demiştim. Kendi cevabım şaşırtmıştı beni. Daha soylu, ufku daha geniş ressamlar, daha çok hayranlık duyduğum ve duyulabilecek ressamlar vardı oysa. Ama yine de bundan şu sonuç çıkıyor ki -cevabın önceden hazırlıksız verilmesinin de katkısı var bu sonuçta- kendimi en yakın hissettiğim ressam Caravaggio". 
    John Berger kadar romantik sözlerle açıklamama gerek yok. İster birden cevap vermem gereksin ya da uzun uzun düşüneyim, fikrim değişmez, her zaman ve her şartta en sevdiğim ressam Caravaggio'dur. Onda beni çekenin ne olduğu sorusu zaman zaman aklımı kurcalamıştır. Öncelikle resimlerinden etkilenirim elbet. Fakat kavgacı, öfkeli, suça meyilli, tuhaf kişiliği de ilgimi çeker. Şiddete yatkın ruhunun, asla ölmeyecek bir sanatçı haline gelmesinde engel teşkil etmemesi etkiler beni. Sanatı ve sanatçıyı ayrı tutmak... Bu onun zamanında da geçerliymiş ki Caravaggio defalarca karıştığı kavgalarda, bir diğerinden kaçarak geldiği şehirlerde nüfuzlu dostları ve sanat hamileri tarafından daima kollanmış. 
    Ressamın bir diğer çekici özelliği resimlerindeki başkaldırı. Kendine özgü yöntemlerle dönemin otoritesini kararsız bırakmasını severim. Kuralları kesinkes belirlenmiş dini konulu resimlerde dini karakterleri kendi sefil çevresindeki gerçek kişileri model alarak çizmesi, tanık olduğu olaylara dayanarak nehirde boğulmuş bir fahişenin görüntüsünü veya Roma sokaklarında sık görülen infazlar sonucu kafası kesilmiş figürleri kullanması başkaldırı değil de nedir? Sokaktaki insanla kutsal olanı öyle iyi harmanlar ki kilise tepki gösterir, kimini geri çevirir ancak yine de aynı kilise bu resimleri dini mekânlarda sergilemekten vazgeçmez. Vazgeçilen de varlıklı sanatseverler tarafından elde edilmeye çalışılır. Çünkü Caravaggio iyi bir ressamdır. Barok sanatın duygulara hitap eden tarzını en iyi uygulayanlardandır.
    Barok sanat duygulara hitap eder. Rönesans sanatı daha çok aydın kesimi ilgilendirirken, ardından gelen Barok sanat halka yönelik olmuştur. Temelinde din vardır. Bir karşı-reform hareketidir. Orta Çağ'da güçlenen ve tek hakim olan Katolik kilisesinin yozlaşmış düzenine Rönesans döneminde başlayan tepkiler Reform hareketiyle sonuçlanır. Alman rahip Martin Luther'e göre kilise devletin üstüne çıkmıştır, özellikle para ile günah bağışlama (Endüljans) gibi uygulamalar değişmelidir. Rahibin 1517'de ortaya koyduğu "Doksan Beş Tez" Reform'u ve dolayısıyla Protestanlığı doğurur. İşin resim ve heykel sanatı açısından etkisine gelirsek... Dini görsel yolla anlatmayı benimseyen Katolik inancın tersine Protestanlar söze önem verir.  Protestanlar dini kurumlarda resim ve heykeli kullanmazlar. İş Katolik imgeleri yok etmeye kadar varır. Avrupa'da giderek güç kazanan Protestan inanca karşılık yeniden güçlenmenin yollarını arayan Katolik kilise Karşı-Reform hareketlerine girişir. Katolik inancı eski gücüne kavuşturmanın, derleyip toparlamanın yollarından biri yeniden sanata başvurmaktır. Bu kez resim ve heykeller, hâttâ dini mimari daha coşkulu olacaktır. Abartılı yöntemlerle duygulara hitap ederek etkileyeceklerdir inananları. Barok sanat böylece ortaya çıkar. Resim ve heykelde etki için güçlü ışık-gölge karşıtlığı, dramatik ifadeler, teatral kompozisyon, kıvrım kıvrım kumaşlar, hareket ve illüzyon kullanılır. 
    Roma'yı eski gücüne kavuşturmak isteyen Katolik Kilisesi imar ve sanat faaliyetlerine girişir. Milano doğumlu Caravaggio böyle bir dönemde, henüz gençken, Roma'ya gelir. Babası onun erken yaşında ölmüştür. Bir kız ve bir erkek kardeşinin olduğu kesindir. Annelerini de kaybettikten bir süre sonra aileye ait varlıklarını satarlar ve yollarını ayırırlar. Roma'da Caravaggio yeteneğinde bir sanatçı için yapacak iş çoktur. Dinle şekillenen sanat ortamında onun din ve ahlakla alâkasının olmayışı ise ironiktir. Aynı zamanda onu ölümsüz ressam Caravaggio yapan özelliktir de. Roma'yı sever. Hem resim yapabildiği için sever, hem bol miktarda düşkünü, serseriyi, kumarbazı, fahişeyi, kavgacıyı barındırdığı için sever. Onları resimlerine taşır. Berger'in dediği gibi "Arka sokak insanlarının, lümpen-proletaryanın ve daha aşağı sınıfların yaşadığı hayatı resmeden ilk ressamdır". Bu insanlar onun resimlerinde kutsal kişiliklere dönüşürler. Dini konulu resimlerde yer alan azizler, azizeler, İncil yazarları, hâttâ İsa ve Meryem figürleri için çevresindeki düşkünleri, suçluları model olarak kullanır. Bu insanlara tuvallerde bir nevi kutsallık kazandırırken idealize etmez. Öyle bir derdi yoktur. Ayaklarının kiriyle, kıyafetlerinin basitliğiyle gerçektir onlar. Modellerini en yakınlarından seçmesi doğaldır elbette. Ve bazen kendi yüzünü dahi kullanır. Kimine göre bunda şaşılacak bir yan yoktur. Ancak dini sapkın olarak görülüp ceza almanın çok kolay olduğu bir dönemde, herkesin rahatlıkla tanıyabileceği fahişeleri, hırsızları resimlere taşımak her hâlde cesaret gerektiren bir eylemdir. Hem kiliseden hem varlıklı kesimden öyle çok sipariş alan bir ressamdır ki neredeyse her resmini sipariş üzerine yapmıştır, müşteri beklemek onun lûgatında yoktur. 
    Onun resimlerine hakim olan gerçekçilik özellikle karakterlerin yüzünde doruğa ulaşır. Korkuyu, şaşkınlığı, acıyı, öfkeyi, hüznü, hayal kırıklığını, hoşnutsuzluğu, saflığı, sahtekârlığı ve daha birçok insani özelliği rahatlıkla okuruz. Duyguların başarılı ifadesi resmin konusunu daha da akılda kalıcı hale getirir. Duygusal etkiyi arttıran bir diğer etken de güçlü ışık-gölge karşıtlığıdır (Chiaroscuro). Chiaroscuro konusunda tartışmasız en başarılı ressamdır, ilk akla gelen isimdir. Hiç atölye kurmamıştır, öğrenci yetiştirmemiştir, sırrını açıklamamıştır ancak kendisinden sonraki ressamları etkilemiştir. Işık kadar karanlığın da önemini bilir. Karanlık, aydınlıkta olanı güçlendirir. 
    Bu yazı için hangi Caravaggio resmini kullanacağım konusunda kararsız kaldım. Sevdiğim çok örnek var. Düşündüm taşındım Kart Oynayanlar'da karar kıldım. Dini konulu bir resim değil, şiddet içeren çarpıcı örneklerden değil, ne erkek ne dişi genç meleklerinden biri değil, kendi portresini kullandığı örneklerden de değil. Sanat ortamı dışında, varlıklı mesenlerinin zaman zaman kaldığı ve çalıştığı saraylarından uzak, diğer hayatını -belkide asıl olanı- yaşadığı sokaklardan tanıdık kişileri konuk eden bir tablo bu. İki hilebazı ve onların kandırmaya çalıştığı genç bir adamı betimleyen "Kart Oynayanlar". 
    Sanat eleştirmeni Costantino D'Orazio, masada karşılıklı oturan iki gencin aynı kişi olduğunu, yani aynı modelden çalışıldığını söyler. Ne var ki kompozisyonda biri aldatılan diğeri aldatandır. Aldatılan saf ve naif, aldatan dikkatli ve gergindir. Aldatılanın yanında bir başka hilebaz daha yer alır. Daha rahat duruşuna ve yaşına bakarak elebaşının o olduğunu söyleyebiliriz. Aldatılan oyuncunun kağıtlarına göz atmakta ve gördüğü sayıları eliyle diğerine işaret etmektedir. Bu sırada diğer hilebaz kemerinden sahte bir kağıt çıkarmaktadır. İfadeler ve hareketler dışında figürlerin giysileri de bu üç figürün farklı sınıflardan olduğunu göstermektedir. Kurbanın ağırbaşlı ve koyu renk giysisi diğerlerinin renkli giyimiyle tezat oluşturur. Ayaktaki hilebazın eldivenindeki yırtıklar da aynı şekilde dikkat çekmektedir. Temiz ve saf bir yüzle sert hatlı ve kurnaz bakışlı bir yüz yan yana yerleştirilerek zıtlık vurgusu güçlendirilmiştir. Olay Caravaggio'nun hemen her resminde olduğu gibi kapalı bir mekânda gerçekleşmektedir. Sağ alt köşeye yakın bir kapı ya da pencereden gelen ışık, aydınlatması gereken yerleri aydınlatarak, kimi yerde gölgeler oluşturarak sol tarafa doğru giderek azalır. Erken bir örnek olduğu için ışık-gölge karşıtlığı yoğun değildir. İlerleyen yıllarda kontrast daha fazla artacak ve "Bu bir Caravaggio tablosu" dedirtecek üsluba ulaşacaktır. 
Kart Oynayanlar'da sanatçının bir tiyatro yönetmeni tavrıyla oluşturduğu kompozisyonlardan biri görülmektedir. Dünyanın bir tiyatro sahnesi olduğu anlayışı Barok sanatın özelliklerindir ve Caravaggio her zaman bunu başarıyla uygular. Eğlenceli bir resimdir Kart Oynayanlar. D'Orazio'nun deyimiyle "Ahlâki yargı açısından ağız tadını kaçırmaz". 
    Bu resim kardinal  Francesco Maria Bourbon del Monte tarafından satın alınır. Del Monte, Roma'nın etkili isimlerinden biri olup Caravaggio'nun hamisi olacaktır. Entelektüel kardinal, fikirleriyle tıpkı Caravaggio gibi sistem dışı bir insandır. Sanatseverdir, aynı zamanda bilime de meraklıdır. Sanatçı zaman zaman onun sarayında misafir olmaktadır. Anlaşıldığı üzere çok güçlü bir ismin himayesinde popüler bir ressam olan Caravaggio asla rahat durmaz. Aynı zamanda emniyet güçlerinin de yakından tanıdığı bir isimdir. Karıştığı kavgalar, kavgalar sonucu yaralanmalar derken onun ismi bol bol hastane ve emniyet kayıtlarında yer alır. Nihayetinde Roma'daki yaşamının sonunu getiren büyük bir çatışma olur. Ölümlü çatışmanın sonucunda, kendisi de ağır yaralandığı halde Roma'dan kaçmak zorunda kalır. Colonna Ailesi'nin ve nüfuzlu dostlarının yardımıyla şehirden şehre gezecektir. Önce Napoli'ye gider, sonra Malta'ya geçer. Napoli'de büyük bir ressam olarak coşkuyla karşılanmıştır. Papa'nın hakkında ölüm kararı vermesine rağmen çalışmaya, üretmeye devam eder. Ondan istenen budur. Malta'da şövalyelik ünvanı dahi alır. Şövalye olmak için soyluluk şartı vardır. Malta Şövalyelerinin üstadı, Caravaggio için Papa'dan özel izin alır. İzni kimin için istediğini söylememiştir ancak bunun kim olduğu bellidir. Papa'nın ölüm emri yürürlükteyken şövalyelik izni vermesi üstün yetenekli bir ressam söz konusu olsa da ilginçtir. Yetenek ve başarının yanında sanırım Caravaggio'da şeytan tüyü de mevcut. Peki bunca destekle şövalye ünvanı alan bu huzursuz insan işlerini biraz hâle yola koymuş mudur? Tabii ki hayır. Bir başka şövalyeyi yaraladığı için mahkûm edilir. Yine soylu dostlarının yardımıyla hapisten kaçar. Malta şövalyeliğinden çıkarılır. Bu karar Aziz Yahya Şapeli'nde henüz tamamladığı eserinin önünde okunmuştur ancak yaratıcısı suçlu olsa da yapıtı duvardan indirilmez. 
    Hayatının son iki yılını Malta ve Sicilya arasında kaçak yaşayan sanatçının en büyük isteği tekrar Roma'ya dönmektir. Bu amaçla 1610 yazında Napoli'den Roma'ya gitmek için bir tekneye biner. Bundan sonra yaşananlar hâlâ çözülmesi için uğraşılan bir muammadır. Aynı yılın temmuz ayında Toskana'da, Porto Ercole'de bir hastanede öldüğü ilan edilir. Neden öldüğü belirsizdir. Pek çok görüşe göre bir suikast sonucu ağır yaralanmıştır. Nitekim kollandığı kadar düşman da kazanmıştır. Tifüsten, sıtmadan, frengiden öldüğü gibi farklı görüşler de vardır. 
    Film gibi, roman gibi bir hayat... Yan yana düşünmekte zorlandığımız sanatsal yetenek ve şiddet dolu kişilik, destek ve düşmanlık, saraylar ve sokaklar, soylular ve düşmüşler, onlarca okumaya açık muazzam tablolar, gizemli bir son... Her biri ilgimi çekiyor. 400 yıldır hâlâ pek çok insanın ilgisini çektiği gibi. Fakat sanırım en çok belli kurallarla yapılması şart olan tablolara, son derece cesur davranarak, herkesin sırt çevirdiği insanları yerleştirmesini, onlara kutsallık ve ölümsüzlük kazandırmış olmasını seviyorum. Bu insanlar bir zamanlar Roma'nın arka sokaklarında kaybolmuşlardı, bugün Caravaggio sayesinde binlerce ziyaretçi onları görmek için müzeleri doldurmakta. 
    


Yazıda adı geçen kaynak kitaplar: Portreler, John Berger
                                                       Caravaggio'nun Sırrı /Sanatın Gücü , Costantino D'Orazio
Ayrıca Barok Sanat konusunda sevgili hocam Nilüfer Öndin'in "Barok Resim ve Heykel Sanatı" adlı kitabını tavsiye ederim. Sıkmadan, yormadan, örneklerle anlatır.
 

MÜZE GAZHANE...

$
0
0
    Bugün İstanbul yağmurlu ve serin. Dün tişörtle yürüyüş yapmıştık, bugün evden çıkmadık. Herkes kendi köşesine çekildi, yağmurlu ve soğuk bir günde evde olmanın tadını çıkarıyor. Madem öyle, gecikmiş bir güneşli gün yazısı yazayım, birkaç fotoğraf ekleyeyim diyorum. Bundan bir-iki hafta önce güneşli bir cumartesi öğleden sonrasını Kadıköy Müze Gazhane'de geçirmiştik. 

    Tarihi endüstriyel mekânların yaşam alanlarına çevrilmesi fikrine bayılıyorum. Tarih ve bugün kol kola girerek fantastik bir hava yaratıyorlar. Tallinn'de böyle iki yer vardı. Galerileri, müzeleri, kafe ve restoranları, antikacıları barındırırdı. Şehre her gittiğimizde bu mekânlarda vakit geçirmeden, bir şeyler içmeden dönmezdik. Bir de yıllar öncesinden Viyana'daki Gazometre'yi hatırlıyorum. Bizim Kadıköy'dekiyle aynı tarihlerde yapılmış ama bizimkinden çok daha büyük. Eşimin kuzeninin evine çok yakındı. Bugün öğrenci yurdu ve konut olmasının yanında bir de alışveriş ve eğlence merkezi olarak kullanıldığı için, Türk filmleri oradaki sinemada gösterildiği için kuzenler "Gazometre'de şöyle böyle" diye konuşurlarken dönüştürülmüş eski bir bina olduğu işine uyanmıştım ve beni götürmelerini rica etmiştim. Yanılmamışım, 1896'da yapılmış,  bugün konut ve eğlence merkezi olarak kullanılsa da Viyana'nın tarihi ve turistik mekânlarından sayılmaktaymış. İşte bizim Gazhanemiz onun küçüğü. 1891 yılında hizmet vermeye başlamış ve 101 yıl boyunca İstanbul'un aydınlatma ve yakıt ihtiyacını karşılamış. Atıl yıllardan sonra geçtiğimiz temmuz ayında kültür-sanat merkezli bir yaşam alanı olarak yeniden düzenlenmiş. İyi de olmuş.

    Müze Gazhane'nin şehrin modern yüzünü sergileyip umut verdiğini söylemeliyim. Çimenlere oturmuş sohbet eden gençler, belediyeye ait kafede yer bulabilmiş olanların çay-kahve eşliğinde sohbetleri, meydanda paten kayan çocuklar, sağda solda sokak heykelleri, oyun saatini bekleyen şehir tiyatrosu sahneleri, sergi alanları, 24 saat açık kütüphane, bir köşede her hafta değişen konularda yapılan açık hava konuşmaları, İstanbul Kitapçısı'nda kitaplar arasında dolaşanlar, konser alanında büyük bir araçtan malzemeleri indirerek akşam konserine hazırlık yapanlar... Herkes keyifli. Kulağıma çalınan konuşmalardan anladığıma göre herkes orada olmaktan memnun. 


    Gazhane'deki sokak heykelleri 7 heykeltraş tarafından Haliç Tersanesi'nde atık materyallerden üretilmiş. Ki üretim aşamasını İBB'nin Twitter hesabındaki bir paylaşımdan izlemiştim. 

    Ana bina, gazometre binası şehir tiyatrosunun sahnesi yapılmış. Önce fark etmedik, gezilecek bir alan zannedip içeri girdik ancak "Veba" oyununun provasının yapıldığını ve tiyatro sahnesi olduğu öğrenip çıktık. O zaman eğer tükenmeden ayarlayabilirsek bilet alıp geliriz. 

    Hal böyleyken yan tarafa Karikatür ve Mizah Müzesi'ndeki "Çizerini Yaşatan Çizgiler" sergisine geçiverdik. Özellikle bizim gibi mizah dergileriyle büyüyenler için şahane bir sergiydi. İlk günden bugüne karikatür hayatımızın önemli isimlerinin çizgileriyle Türkiye tarihi gözler önüne serilmişti. 


    Biz sergiyi gezerken, daha öncesinden atölye çalışmasına katılacağını belirtmiş kişiler bir köşede çalışıyorlardı. Müze Gazhane'de her yaşa hitap eden atölye çalışması çok. Sanatsal faaliyetlerin yanında spor çalışmaları da mevcut. 
    Hani sevdiğim örnek fazla ama karikatür sergisinden Suat Yalaz'ın şu çalışmasını eklemeden geçemeyeceğim. 

    Kompleksin farklı binaları, yani zamanında kullanılan teknik kısımlar ve mutfak, ofis binası gibi bölümler ayrı ayrı değerlendirilmiş. Her birinin işlevini ve tarihçesini okuduktan sonra merakla içine adım atıyorsun. Bu şekilde İklim Müzesi'ni ve Kente Doğru fotoğraf sergisini de gezdik. Çocuk Bilim Merkezi'ni çocuklara bıraktık:)

    İstanbul'un meşhur kedileri, köpekleri de bizler gibi Gazhane'nin keyfini çıkarıyorlardı:)

    Daha rahat bir zamanda buradaki Afife Batur Kütüphanesi'ni ziyaret edeceğim. O gün İstanbul Kitapçısı'na girmekle yetindim ve Selim İleri'nin "İstanbul'un Tramvayları Dan! Dan!" isimli kitabını satın aldım. O sırada herkese açık sohbetlerin olduğu köşede, günümüzün en dikkate alınması gereken konularından tarım hakkında konuşmalar devam ediyordu. Ara ara inceliyorum işinin uzmanı kişilerle farklı konularda söyleşiler tam gaz sürmekte.

     Müze Gazhane'de etkinlik çok. Değişen sergiler, atölye çalışmaları, konserler, film gösterimleri vs. derken sürekli bir hareket var. İlgilenenler "Tüh kaçırmışım!" dememek için sosyal medya hesaplarını takip etmeli. 

    Evime uzak bir noktada olsa da ben ara ara gideceğim. Çünkü Müze Gazhane bana çağdaş bir kentte yaşamanın keyfini tattıran yerlerden biri olmuş. Kolay ulaşılır, renkli, sanat ve bilimle harmanlanmış, nostaljiyle geleceği birleştirmiş enfes bir mekân. Yukarıdaki fotoğraflar benden. 2021'in Ekim günlerinden. Öyleyse son fotoğrafı geçmişten almalı ve böylece bitirmeli yazıyı.





OH BE! MAMUT ART PROJECT 2021...

$
0
0
     Önceki gün Yapı Kredi bomontiada'daydım. Acaba kültür sanat ortamlarına geri dönmüş olabilir miyim dostlar? Ne yazık ki buna kocaman bir "Evet!" cevabı veremiyorum. Soğuk deniz suyuna alışır gibi, henüz tam anlamıyla bitmemiş salgının gölgesinde ufak adımlarla ilerliyorum. Ama çok bunaldım. Halihazırda arkadaşım Pınar Bora'nın projesinin de yer alacağını bildiğim Mamut Art Project sergisi zamanıyken, dayanamadım, bomontiada'ya uzandım.  

    Mamut Art Project yıllardır genç sanatçıların çalışmalarını koleksiyonerler, galeriler, sanatseverlerle buluşturan bir kuruluş. Bu anlamda her yıl ilham ve fikir veren önemli sergiler düzenliyorlar. Güncel sanatın genç yeteneklerinin işleri bu sene Yapı Kredi bomontiada'da. Görmek isteyenler Ekim ayı bitmeden harekete geçmeli. Zira 19 Ekim'de başlayan sergi 31 Ekim'de sona erecek. Etkinlik ücretsiz. Önümüzde Cumhuriyet Bayramı tatiliyle birleşen uzun bir hafta sonu varken değerlendirmeye sunmak istedim. Henüz ziyaret etmemiş olanlar için şunu söyleyebilirim ki bomontiada'nın tarihle harmanlanmış modern ortamı, ilgilenenler için İstanbul'un keyifli köşelerinden biridir. Ve iki yazıdır bu tip mekânlara dikkat çektiğimin farkındayım.

    Efendim, gençlik iyidir, gençliğin yaratıcılığı gereklidir. Mamut Art Project 2021 sergisini bu duyguyla gezdim. Resimler, fotoğraf ve videolar, farklı yerleştirmeler... Her biri sınırsız okumaya açık, gelecek vadeden çalışmalar.

    

    Bakınız Ayris Alptekin "92'den beri hayatımı kurguluyorum"çalışmasında nasıl bir yol izlemiş. Ailesinin onun doğumundan ergenliğine kadar çektiği videoların kasetlerine yerleştirdiği QR kodları sayesinde, izleyicinin o yıllara erişmesini sağlamış. Şöyle diyor sanatçı: "Kamera karşısında görülme arzusu ile görülmeme isteği arasında, sosyal medyadan öncesi ama onun arketipi gibi duran 92'den beri Hayatımı Kurguluyorum". 
    
    Ve Sevgili Pınar'ın, Pınar Bora'nın çalışması "Bir Hayalim Var". İnce ince işlenmiş müthiş bir emeğin ürünü. 
   
     Sanatçı plastik ve metal alaşım yüzeyler üzerine mürekkep ve kuru boya ile çizdiği, boyadığı, fırınladığı çalışmalarla 20.yy.'ın dönüm noktalarında yaşanmış ikonik sahneleri, fotoğrafları üzerinden yeniden yorumlamış. Onun belleğinde yer etmiş bu sahneler aslında hepimizin belleğinde olanlar. Belgesel özelliğinin yanı sıra izleyiciyi kendi özelinde de bambaşka hayallere sürükleyen, izleyicinin kendine ait geçmişinin tozlu çekmecelerini karıştırmasını sağlayan bir çalışma bu. Önünden ayrılması zor. Her birini teker teker inceledim, hatırladım, sorguladım, hüzünlendim, keyiflendim, zamanda yolculuk yaptım.


    Her bir çalışmayı anlatmam mümkün değil. En beğendiklerim üzerinden küçük bir okuma bu. 31 Ekim'e kadar oradalar. Ve daha sonra kim bilir hangi çalışmalarıyla karşılaşacağız onlarla. Dilerim artık tam anlamıyla korkmadan, özgürce üretilen, izlenen zamanlar yakındır. Politika, sağlık, ekonomi, toplumsal yaşam vs.  Maddi ve manevi her anlamda zorlanmadan...
    Günümü güzelleştiren, gündemin ağırlığından uzaklaşmak için bana bir yol açan, ışık tutan sanatçılara ve onları ulaşılır kılanlara sevgilerimle...



BİR RESSAM, BİR RESİM (30)

$
0
0
     ARTEMISIA GENTILESCHI (1593-1653) - JUDITH HOLOFERNES'İN BAŞINI KESERKEN

    Serinin bir önceki yazısında Caravaggio'yu anlatınca ve ondan etkilenen çok sayıda ressamın bulunduğunu söyleyince, bir de üzerine sinemada henüz "Last Duel"i izlemiş olduğumdan, bugün Artemisia Gentileschi'den bahsetmek kaçınılmaz oldu. Bir kadın olarak kariyerinde isim yapmanın erkeklere oranla çok daha zor olduğu tartışılmaz bir gerçek. Bir de bunun yaklaşık 400 yıl öncesini düşünün. 1593 doğumlu Artemisia için erkek egemen sanat dünyasında tutunmak çok çok daha zordu. Fakat başardı. Genç yaşında karşılaştığı olumsuzluklara rağmen... Onun hayatının bir döneminde yaşadıkları, geçen hafta Last Duel'i izlerken birer birer aklıma üşüştü. Matt Damon ve Adam Driver beğenisiyle, konusu hakkında ön araştırma yapmadan gittiğim film tam bir kadın filmi çıkmıştı. Ortaçağ'ın karanlık ortamında bol savaş ve dövüş sahnesi göreceğimi zannederken tipik eril davranışlar ve kadınların bitmez mücadelesi üzerine düşündüren bir film izlemiştim. Gerçek bir olaya dayanan Last Duel'de asla yaşamak istemeyeceği nedenlerle düelloya özne edilen Marguerite gibi Artemisia da tecavüze uğramış ve aylar süren bir mahkeme süreci yaşamıştı. Her ikisi de olayı örtbas etmemişti. Marguerite için işin ucunda ölüm olabilecekken, Artemisia doğruyu söyleyip söylemediğinin anlaşılması için "kelebek vida" denen aletle işkence testinden geçirilmişti. Bu durumda, tabiidir ki ışık-gölge ve şiddetin ressamı Caravaggio, Artemisa'nın yaşadıklarının tuvale aktarımı konusunda örnek alabileceği ilk sanatçıydı. Üstelik dönem Barok dönemdi, dramatik etkisi yüksek eserler oluşturmak ön plandaydı ve bu da Artemisia'nın içini dökebileceği bir alan yaratıyordu. Artemisia hem güçlü karakterinin etkisi, hem de yaşadıklarının birikimiyle resimlerinin % 94'ünde (Roberto Longhi'nin araştırmasına göre) mitolojiden ve dini hikâyelerden aldığı kadınları kahraman olarak ya da erkeklerle eşit pozisyonda betimlemişti. 
    Roma doğumlu Artemisia Gentileschi, teknik anlamda -tıpkı onun ve birçoğunun gibi- Caravaggio'dan etkilenen ressam Orazio Gentileschi'nin kızıydı. Dolayısıyla babası sayesinde resimle ilgilendi. Erkek kardeşleri de ressamdı ancak kardeşler içinde en yeteneklisi oydu. Artemisia 18 yaşına geldiğinde babası, ressam Agostino Tassi'den resim dersleri almasını istedi. Ne yazık ki Artemisia Tassi tarafından tecavüze uğradı. Üstelik Tassi bu eylemde yalnız değildi. Evlenme sözü verdiği için Artemisia onunla ilişkisini bir süre devam ettirdi. Ancak adam sözünden cayınca, Orazio Gentileschi tarafından dava edildi. Uygulanıp uygulanmadığı net bilinmese de dava süreci sonunda Tassi'nin beş seneliğine Roma'dan uzaklaşmasına karar verilmişti. Artemisia yeni bir sayfa açarak ressam Pierantonio Stiattesi ile evlendi ve Floransa'ya geçti. Açıkçası bunda da babasının etkisi vardı. Floransa'da 6 yıl kaldılar. Bu sırada ünlü banker ve sanat hamisi Medici Ailesi'nin himayesine giren sanatçı, saray ortamında bulunmasının etkisiyle hem entelektüel anlamda gelişti, hem üretti. Üstelik Floransa Accademia di Arte del Disegno'ya kabul edilen ilk kadın ressamdı. Aranan bir isim oldu. Floransa'da 5 doğum yaptı. Sadece biri, kızı Prudentia yetişkin yaşlara erişebildi. O da bir ressamdı, eğitimini Artemisia vermişti. 
    Az önce de bahsettiğim gibi Artemisa mitolojiden ve kutsal hikâyelerden aldığı kadın karakterleri oldukça güçlü resmetti. Kadınlara atfedilen yumuşak özelliklerden kaçındı. Caravaggio etkisinin en çok görüldüğü resimlerinden biri, yazının da görseli olan "Judith Holofernes'in Başını Keserken"dir. Yüzyıllardır sanat tarihine konu olmuş bu olaya göre Asur komutanı Holofernes, Judith'in kenti Bethulia'yı kuşatır. Kent halkı teslim olsa da Judith bunu kabul etmez ve incelikli planı sayesinde Holofernes'in gönlüne girer. Bir gece bir ziyafet sırasında sarhoş olan adamın başını, yardımcısının da yardımıyla keser ve bir sepete koyar. Resimler genelde ya olayın gerçekleştiği anı gösterir ya da sonrasında yardımcı sepeti taşımaktadır. Artemisia bu olayı birçok kez resimlemiştir. Yazının görseli olan ve bugün Uffizi Galerisi'nde sergilenen çalışmasında olayın en şiddetli anını görmekteyiz. Judith, Holofernes'in başını komutana ait kılıçla kesmekteyken yardımcısı adamı tutmaktadır. Her ikisi de oldukça kararlıdır. Üzerine sıçrayan kan dahi Judith'i etkilememiştir. Güçlü ışık-gölge karşıtlığı Caravaggio etkisini gösterirken olayın dramatik yönünü arttırmaktadır. Sol alt köşeden gelen ışık karakterlerin yüzünü aydınlatırken ifadeyi güçlendirir. Figürlerin kıyafetleri üç ana rengin baskın tonlarıyla boyanmıştır. Kumaş kıvrımları barok resimlerde görüldüğü üzere yoğundur. Olayın iç mekânda gerçekleştiği anlaşılsa da mobilya, dekorasyon vs.adına dikkatimizi asıl konudan uzaklaştıracak hiçbir ayrıntıya yer verilmemiştir.
    Kimine göre Artemisia genç yaşta başına gelen tecavüz olayını sanatında kullanmış, bir nevi kaymağını yemiştir. Çoğunluğa göreyse güçlü kadınları resmetmesinin, şiddeti kullanmasının, Holofernes'in başını defalarca kesmesinin altında bu tecavüzün travması yatmaktadır. Ben ikinci seçeneğin doğru olduğunu düşünüyorum. Resimleriyle de olsa susmamış. Last Duel'de beni etkileyen bir sahne vardı. Tecavüz davası sürerken Marguerite anne olmuştu. Kadına söz hakkı bırakmayan iki ahmak erkeğin sürüklediği düello sonunda hem kendisinin hem kocasının ölme ihtimali olduğu için çocuğunun geleceği adına endişelendiğinde bir an süngüsünü düşürmüş ve "Çocuğum olacağını bilseydim susardım. Tıpkı benden önceki anneler gibi" demişti. Kadınları devamlı ikilemde bırakan doğal ve sosyal düzeni sevmiyorum. Bunu kırabilen kadınları seviyorum. Ve resimlerinde kadınları yalnızca naif hâllere hapsetmediği için Artemisia'yı da seviyorum. 



    * Tekrara düşmek istemedim. Artemisia Gentileschi'nin resimlerini Barok üslup ve Caravaggio üzerinden değerlendirmek için bkz. bir önceki yazı: Caravaggio / Kart Oynayanlar





   

BEYOĞLU'NDA DOĞUM GÜNÜ...

$
0
0
     Dün, artık ailem olmuş çocukluk arkadaşımın doğum günü şerefine Beyoğlu'na uzandık. Öncelikli amacımız İstanbul Sinema Müzesi'ni gezmekti. Ne de olsa bunca yıl birçok Türk filmini beraber izlemiştik. Aynı apartmanda altı üstlü dairelerde yaşardık, her gün ya ben onlardaydım, ya da o bizdeydi. Sonra Fındıkzade'de Nilgün Sineması vardı konu komşu beraber gidilen. Gençliğimizde ise başka semtlerde daha popüler sinemalara yine birlikte giderdik. Kendimizce en güzel anılar bizdeydi, o müzenin tadını en iyi biz çıkaracaktık. 
    Müzeye girmeden önce güneşli günden faydalanmak için Narmanlı Han'a, Viyana Kahvesi'ne uğradık. 
San Sebastian kekleri bahane edip bir kez daha doğum günü dileğinde bulunmasını istedim arkadaşımdan. Umarım gerçekleşsin.

   Epeyi bir tartışmadan sonra restore edilen Narmanlı Han'ın, Narmanlı Yurdu'nun eskiden olduğu gibi şairlere, yazarlara, ressamlara yuva olmasını, bir kültür-sanat merkezi haline getirilmesini isterdim. Olmadı. Her Beyoğlu'na gittiğimde uğrarım, bir kahve içerim. Ancak avludaki masa, sandalye kalabalığının mekânın tüm havasını aldığını, izlemeyi zorlaştırdığını düşünmeden edemem.
    Beyoğlu tarihinin bir başka önemli noktası Atlas Pasajı'dır. İstanbul Sinema Müzesi de burada yer almakta. 
Atlas Sineması faal, müze etkileyici. 19.yy.'da bir konut olarak hayata geçip, arkasındaki binalarla birleşerek genişleyen pasaj yapısı, zaman içinde farklı kullanımlara açılsa da asıl işlevini, asıl tanınırlığını eğlence ve sanat merkezi olarak kazanmıştır. Bugün de sinema ve müze olarak yerinde durduğunu bilmek güzel.

    İstanbul Sinema Müzesi'nde tarih ve teknoloji bir arada. Örneğin aşağıdaki fotoğrafta yer alan düzenek İstanbul Kapalı Çarşı'nın 3 boyutlu planı. Elindeki tableti plana yaklaştırdığında çarşıdan çeşitli noktalar öne çıkıyor, onlara tıkladığında Kapalı Çarşı'nın o kısmında çekilmiş filmleri öğreniyorsun ve o sahneleri izliyorsun. 

    Bunun gibi birkaç digital sergileme daha var ki müzede eğlenceli vakit geçirmeni sağlıyor. Artık hayatımızdan çıkmış olan eski model telefonlar mesela... Elin uzanıp da ahizeyi kaldırdığında filmlerdeki telefonlu sahnelere ulaşıyorsun.

    Bu çağdaş izlemelere ara verip başını yukarı kaldırdığında ise bambaşka bir dünyayla karşılaşıyorsun. Binanın konak olarak kullanıldığı zamanlardan kalma tavan süslemelerinden ve resimlerinden gözünü alamıyorsun. 

    Ermeni sarraf Agop Köçeyan'ın inşa ettirdiği evin tavan resimleri Fransız ressam Hippolyte Dominique Berteaux'ya ait. Özellikle büyük salonun dört köşesindeki dört figür bir Avrupa sarayında olduğun izlenimini yaratıyor. Bu dört figür su, hava, toprak ve ateşi, yani dört elementi simgeliyor. Söylenen o ki Sultan Abdülaziz Köçeyan'ın arkadaşı olduğu için bazen bu konağın misafiri olurmuş ve süslemelere bu yüzden önem verilmiş. 

    Ve gözler şimdi bambaşka bir yerde... Buyurunuz Gulyabani! "Eski bir  tanıdık gibi" dersem, bilmem abartmış olur muyum? :) Öyle bir his yarattı bende. Süt kardeşler'i izlediğimde çok küçüktüm. Gulyabani'den korkmakla korkmamak arasında kararsız kaldığımı hatırlarım:)

    

    Genel sinema tarihi, Yeşilçam, ödüllü filmlerimiz, afişler, filmlerde kullanılmış kostümler, teknik ekipman vs. Her biri incelemeye değer. En özel parçalardan biri ise Atatürk'ü Nutuk okurken çeken kamera.

    Dün İstiklal Caddesi çok kalabalıktı. Koca Sinema Müzesi'nde ise 4 ziyaretçiydik. İnanın dışarıda covid pozitif olma ihtimali daha fazlaydı. Bunu bir sonraki sergi ziyaretinde daha iyi anladık çünkü orada da sadece 3 kişiydik. Şu sıra müze, sergi mekânları en güvenli yerler olsa gerek. Sergi ve müzelerin boş olup AVM'lerde iğnenin düşecek yer bulamaması ise ayrı konu.

    Yapı Kredi Kültür Sanat'ın düzenlediği güzel bir sergi var. İsmi "Burası". Burası ile kastedilen İstanbul. Sadece coğrafi bir parça olarak İstanbul'u değil her anlamda bulunduğun yeri temsil eden bir isim. Füsun Onur'un bir eserinden esinlenilmiş ve içerikle örtüşmüş. Dün bu sergiyi de ziyaret ettik. Şansımıza küratör Kevser Güler de oradaydı ve bize tüm sergiyi gezdirdi, ayrıntılı bilgiler verdi. 

    Sergi İstanbul Büyükşehir Belediyesi koleksiyonunda bulunan parçalar ile çağdaş sanatçıların eserlerini bir arada bulunduran bir İstanbul yorumu. Daha çok çevrecilik üzerinden değerlendirildiğini söylemek mümkün. Eski haritalardan tutun yeni tablolara kadar ve birçok farklı çalışmanın yer almasıyla oluşmuş.

    Yerleşik düzene geçen ilk insanların görüldüğü Yarımburgaz Mağarası fotoğrafları ve tarihi, Haliç çamuruyla yapılmış günlük kullanım eşyası, İstanbul görünümlerinin resimlendiği yağlı boya tablolar, 3 boyutlu haritalar, eski park planları, videolar, kartpostallar vs. Bir bütünü oluşturan çok farklı çalışmalar. İstanbul gibi renkli bir sergi. 

    Sohbet ederek sergiyi gezerken fotoğraf çekmeyi unuttum. Elimde pek fotoğraf yok. Beyoğlu'na yolu düşenler, ilgilenenler için ziyaret edilmeyi bekliyor. Şubat ayına kadar sürecek. Rehberli turlara katılabilir, şahane bir sergi kataloguna sahip olabilirsiniz. Ayrıca İstanbul'un nesli tükenmekte olan endemik bitkilerini baskı üzerine geçirmiş Özlem Günyol ve Mustafa Kunt çalışmalarının kağıt üzerine basılmasını izlemeyi ve bunlardan seçtiğiniz herhangi birini hatıra olarak almayı unutmayın. Ben Boğaziçi Keteni'ni seçtim. Sergiyi gezmeden önce böyle bir bitkinin varlığından haberdar değildim. 
    Sergi çıkışı Yapı Kredi Yayıncılık'a uğramadan geçmedik tabii. Orhan Pamuk kitaplarında ekstra indirim vardı. Sessiz Ev'i okumadığım için onu aldım, yanına bir de Benguigui'den "Alman Koleksiyoncu"yu ekledim. 
    Arkasından güzel bir akşam yemeği.
    Arkadaşım, çocukluğumdan yadigâr dostum yeni yaşına böyle merhaba dedi. 
    
 

 

BİR RESSAM, BİR RESİM (31)

$
0
0

 HÜSEYİN AVNİ LİFİJ (1886-1927) - PİPOLU ADAM 
    Bu aralar şu resimdeki gibi gamsız olmak istiyorum. Özelde daima şükür modunda gezen ben, genelde memleket ahvaline kayıtsız kalamıyorum. Her birimizi sarıp sarmalayan sıkıntıdan, gerginlikten biraz olsun uzaklaşmak için Avni Lifij gibi alsam elime bardağı, fonda o muhteşem sesiyle Tanju Okan çalsa... "Öyle sarhoş olsam ki..." diye başlasa, ben devam etsem... 
    "Pipolu Adam" ismiyle anılan, hislerime tercüman bu resim aslında oto-portre. 1900'lerin başında yapıldığına, Hüseyin Avni'yi son halife Abdülmecid Efendi'yle tanıştırdığına, ömür boyu dostluklarının temelini atan resim olduğuna inanmak güç değil mi? Ancak o da öyle bir zaman. Osmanlı'nın Batılılaşma yolunda son sürat yol aldığı bir dönem. Tuvaldeki Hüseyin Avni genç bir delikanlı. Resim sonraki yıllarda Sanayi-i Nefise Mektebi kurucusu ve yöneticisi Osman Hamdi Bey'e ulaşıyor. Hüseyin Avni, resmi yaptığı sırada henüz çok genç olduğunu düşündüğünden olsa gerek, aslında birkaç yıl önce yapmış olmasına rağmen, eseri 1908-1909'a denk gelen hicri tarihle imzalıyor. Osman Hamdi Bey'e Akademi'ye girme istediğini de iletiyor. Osman Hamdi, onun yeteneğinin akademide sınırlanabileceğini belirterek, kendisinden haber beklemesini istiyor. Kendisi de ressam olan Abdülmecid Efendi o sırada biri sanatçı olmak üzere iki genci eğitim için Avrupa'ya gönderme planı yapmakta. Osman Hamdi Bey, Hüseyin Avni'nin bu tablosunu ona sunuyor ve karar alınıyor. Genelde Akademi'deki en başarılı öğrencilerin burslu olarak gönderildiği Paris'in yolu, kendi gayreti dışında bir eğitimden geçmeyen Hüseyin Avni'ye de açılmış oluyor. Ressam, Pipolu Adam'ı Abdülmecid Efendi'ye hediye ediyor. Böylece başlayan dostluk, halifeliğin kaldırılmasıyla yurt dışına çıkmış olan Aldülmecid'i yıllar sonra Fransa'nın Nice kentinde ziyaret edecek kadar muhabbetle sürüyor. İlahi gücün esiniyle mimlenmiş gerçek sanatçılar, onlara kimi zaman gönülden ya da mecburen hizmet etmek durumunda kalsalar da aslında tüm ideolojilerin üzerindedirler. Yöneticiler bunun bilincinde olmalıdır. Nitekim son halife ile dost Avni Lifij, Atatürk'ün davetiyle onun çevresinde de bulunmuş ve 1922'de dört ay boyunca Ankara'da kalmıştır. Amaç Cumhuriyet Türkiyesi'nde sanata ilgiyi arttırmak, daha geniş kitlelere ulaştırmaktır. Bunu daha çok sanat eleştirileriyle yapması gerektiğini söyler Atatürk'e. Aynı zamanda eleştiri yazıları yazmaktadır. Denen o ki yazılarında en yakın arkadaşlarını dahi kayırmaz. Verimli, faydalı bir eleştirmendir. 
    Yukarıdaki satırlarda sanatçının akademik eğitim almamış olduğunu belirttim. O, yeteneğiyle doğmuş insanlardan biriydi. Ve bunun da farkındaydı. Babası memurdu. Yani kıt kanaat geçinen bir aileye mensuptu. Ailesi 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Kafkasya'dan Anadolu'ya göç etmişti. Hüseyin Avni, Samsun'un Ladik ilçesinde doğdu. O henüz bebekken İstanbul'a geldiler. Verem hastası olduğu için okul hayatı kesintili devam etti. 15 yaşında Nafia Nezareti'nde (Bayındırlık Bakanlığı) çalışmaya başladı ancak onun aklı sanattaydı. Dediğim gibi ne olduğunun farkındaydı. Hüseyin Avni, kendini geliştirme yolunda gayretli insanların en güzel örneklerinden biridir. Kendi kısıtlı parasıyla Fransızca dersleri almış ve onunla aynı zamanda Paris'te olan Galatasaray Mekteb-i Sultanisi mezunu ressam arkadaşlarından bile iyi konuşur hale gelmiştir. Resim çalışmalarında anatomik açıdan ve boyalar konusunda yardımcı olması için tıp ve eczacılık okullarında derslere katılmıştır. Bu derslerde akademi mensubu olmadan misafir öğrenci olarak yer alması onun ne kadar becerikli bir insan olduğunu gösterir. Tüm gayretlerinin karşılığını alması da güzeldir. Doğru kişilerle buluşmuş ve ilerlemiştir. İlerleyen yıllarda birçok okulda resim öğretmenliği de yaparak ülkenin gençlerine yol göstermiştir. Hayatındaki doğru insanlardan biri de karısı Harika Lifij'dir. O da ressam. Öğretmen okulunda okudu, İnas Sanayi-i Nefise Mektebi'nde (Kadınlar için güzel sanatlar akademisi) misafir öğrenci olarak yer aldı, resim öğretmenliği yaptı. Hüseyin Avni'yi ressam olarak tanırdı, sergilerini kaçırmazdı, bir sergiden resmini satın almışlığı dahi vardı. Daha önce farklı ressamları anlatırken bahsi geçtiği üzere, yine bir kadın ressam olarak kendini geri plana atarak yalnızca eşine destek olanlardandı. Nasıl oluyor bilmiyorum ama bu bizde de böyle, diğer ülkelerde de böyle. Kimi zaman erkek baskısından kaynaklansa da kadının kendi yeteneğini göz ardı etmesi bazen bizzat kadının kendisinden kaynaklanıyor. Bir anne kuş gibi sarıp sarmalıyoruz hayatımızdaki erkekleri, her şeyimiz haline getiriyoruz. Yalnız Harika Hanım'ın Hüseyin Avni'nin eserlerine gözü gibi bakmasının Türk Resim Sanatı açısından önemi büyük. Öyle ki 41 yaşında kalp krizi sonucu hayata veda eden ressamın tabloları zarar görmesin diye evindeki perdeleri yıllarca kapalı tutmuş Harika Hanım. Onlarca çizimi, yazıyı muhafaza etmesi de cabası. Ve en güzeli "Pipolu Adam"ı Uffizi Galerisi'nin istemesine rağmen vermemiş olması. Bencilce düşünüyorum ve Uffizi'ye belki hayatımda bir kere gidebileceğimi hesaba katıyorum, İstanbul Resim Heykel Müzesi koleksiyonunda olması bir izleyici olarak işime geliyor. Hüseyin Avni Lifij aynı zamanda fotoğrafla da uğraşmış. Fotoğraflar dahil ardında bıraktığı her eser, çiftin çocukları olmadığı için, Harika Hanım'ın yeğenlerine miras kalmış ve onlar da aynı şekilde korumaktalar. Tam küresel salgın başlamadan ve her yer kapanmadan önce Sakıp Sabancı Müzesi'nde bu mirası ilgililere sunmuşlardı. 
    Hüseyin Avni Lifij'den yadigâr eserlerin en tanınanı işte bu oto-portre. "Pipolu Adam". Öyle ki bu resmi tanıyıp kime ait olduğunu bilmeyen çoktur. Resmi yaptığında henüz yolun başında Hüseyin Avni. Lifij soyadını almamış daha. Bu soyadını ileride öğretmenlik yaptığı yıllarda aynı isimli bir başka arkadaşıyla karışmamak için kullanmaya başlamış. Kafkasya'dan gelen bir kelime. Genç Hüseyin Avni, Pipolu Adam için kendince bir mizansen oluşturmuş. Ağzında dumanı tüten bir pipo, elinde içki olduğunu düşündüren bir bardak, kafada yan yatmış bir şapka, yakada kravat, omuzda yırtık bir çorap... Geçmiş aynanın karşısına. Gözler kısık, izleyiciye bakmakta. Acaba içkinin esrikliğine mi kapılmış? Ortalığı da biraz dağıtmış sanırım, o çorabın orada işi ne? Dışarıdan yeni mi gelmiş ki şapkası başında? O tarihte sadece gayrimüslimler şapka takardı demeyin. Hüseyin Avni farklı bir karakter. O dışarıda da şapka takarmış. Sağ alt köşeye dikkat ediniz. Resmi bitirmemiş. Sebebini bilmiyorum. Bu konuda fikir yürütebiliriz. Belki de hiçbir sebebi yoktur. Resimde Barok havası var. Karanlık fon, sağ alt köşeye yakın bir yerden gelen ışıkla aydınlanmış figür ve böylece güçlenen ifade. Tiyatral bir duruş. Hülyalı bakışlar, piponun dumanı, içkinin şeffaflığı, bardağın avuca düşen gölgesi... Güçlü renkler, mavi gömlekle zıtlık yaratarak dengeyi sağlayan kırmızı kravat ve omuzundaki parça... Kendini geliştirmeye çalışan eğitimsiz genç bir ressam adayı açısından ifade ve teknik anlamda güçlü bir resim. 
    Avni Lifij çokça kendine özgü. 1914 Kuşağı ressamları arasında yer aldığı için adı empresyonistler arasında geçiyor ancak onun her resmi farklı bir üslupta. Empresyonist resimleri de var, sembolik olanlar da... Alegorik figürleri de var, gerçekçi olanlar da... Bezen renkçi, bazen romantik... Kişiliği gibi zengin resimler... 
    Hüseyin Avni Lifij, döneminin her sanatçısı gibi İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş sürecini deneyimlemiş bir isim. Savaşlarla yoğrulmuş bir yüzyılda, değişmeye çalışan bir dünyanın insanı. 20.yüzyılın geleneklere karşı çıkarak kendini bulmaya çalışan Batılı ressamlarının paralelinde bizim sanatçılarımız daha temkinli gitmekte. Kişisel olarak sanatsal duruşlarını kazanma isteğinin yanında çağdaş kalkınma yolunda halk için üstlendikleri görevleri de var. İşleri kolay değil. Bu yüzden kıymetliler. Meşrutiyet Dönemi Ressamları, 1914 Kuşağı gibi isimler almışlar, Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği adı altında birleşmişler, Cumhuriyet Türkiyesi'nde Yurt Gezileri'ne çıkmışlar, öğretmenlik yapmışlar, sergiler açmışlar, D Grubu, 10'lar Grubu gibi oluşumlarda bulunmuşlar. Rejimler değişse de sanatın çekiciliğinin değişmediği böylesi enteresan bir dönemde çok daha fazla işler başaracak olan Hüseyin Avni Lifij ne yazık ki bu dünyaya erken veda etmiş. Sanatsal başarısı ve kendini var etme gayretiyle saygı duyuşum bir yana, kısacık bir yaşamın sahibi olacağını bilmeden "Her şey geçici, sen anın tadını çıkar" dercesine gülümseten bu oto-portresi nedeniyle de seviyorum onu.




BUGÜNLERDE...

$
0
0
     Güneşli pazar günü herkes dışarıdayken ben oturdum bloga yazı giriyorum. Şikayetçi miyim? Hayır! Çünkü bence İstanbul'da pazar günü dışarı çıkılmaz. Hele hava güzelse hiç olmaz. Öğlene kadar, herkes uyurken çıkıp dönersen ne alâ! Aksi halde dehşet kalabalığa kalırsın, trafikten çıldırırsın, bir yerde kahve içmeye masa bulamazsın. Zaten evin erkekleri bu ara pek yoğun. Biri sabah 9'da geldi, diğeri öğleden sonra 3'te. Haliyle uyuyorlar. Ben de sessiz sakin kitabımı okudum, şimdi buradayım. Birazdan akşam yemeği hazırlığına geçerim, derbi günü malûm, güzel bir masa hazırlarım. Eşim Galatasaraylı, ben Fenerbahçeli'yim. O yıllarca kendi sahalarındaki her maçı tribünde izledi. Son birkaç senedir, artık bu işler için yaşlandığını söyleyerek, ara ara gidiyor. Sıkı taraftardır. Ama ben de fena değilim:) Çocukluğumdan beri izlerim maçları. 80'leri, 90'ları sorun, takır takır anlatayım. Özellikle metrobüsten sonra bazen kardeşimle, bazen Orhun'la bazen de kendi başıma dahi olsa maçlara gitmişliğim çok. Bizim stadyum merkezi yerde olduğu için işler kolay yürüyor. Kadıköy'den metrobüse biniyorum, durağa yakınız, neredeyse evimin önünde iniyorum. Stadyumda ise kadın seyirci çok fazla. Bir kere bile sıkıntı yaşamadık. Velhasılıkelam bizim için derbi günleri önemli:) Orhun güya Fenarbahçeli bu arada. Ama sorsan bir tane futbolcu sayamaz. Küçüklüğünden birkaç isim kalmış aklında o kadar. Böylesi daha iyi. Lise yıllarında babası gibi evden kaçıp gece stadın önünde uyuyan bir genç olmasını istemezdik. Orhun maçlardaki coşkuyu, milletin tepkisini izlemeyi seviyor:) Bakalım bu akşam ne olacak? İki takımın da galibiyete ihtiyacı var:) 
    Geçen hafta okullar ara tatildeydi. Yeğenim Nisan lisede olduğu için hâlâ haberdarım okul işlerinden. Bir gün bizde kaldı. Teyze-yeğen sohbet etmeye bayılırız. Hamilton Müzikali'ni bilir misiniz? Onun hayranı kendisi. Döndüre döndüre şarkılarını dinletti. Müzikalden bir kadın karakteri bana çok benzetiyormuş. "Senin gibi eşitlikçi, akıllı ve dominant bir kadın" dedi. Bir liseliden bunları duymak önemli değildir de nedir dostlar? :) En yakınındaki büyüklerini küçümsemeye meyilli olunan yaşlarda yeğeninden bunları duymak çok güzel. Gerçi bu konuda mütevazı olamayacağım, gençlerle aram hep iyi olmuştur. Çocuklarla da öyle. Eski dostlarım bilirler, bir ara ortaokulda ücretli öğretmenlik yaptım. Resim derslerine girerdim. Okul çok kalabalıktı, yorucuydu ama keyifliydi. Orhun'un üniversite dönemi, sağlık sorunları derken tekrar öğretmenliğe başvurmadım. Açıkçası yaşla birlikte kafa gürültüyü de kaldırmamaya başlıyor. Çalıştığım okulda sabahçı yaklaşık 2000, öğlenci 2000 öğrenci vardı. Karmaşayı siz düşünün:) Fakat aklım devamlı surette çocuklarda ve gençlerde. Düşünüyorum, hayatımda ileriye dönük bir takım şeyleri düzene koymaya çalışıyorum, aslında ailecek bazı planlamalar yapmaya çalışıyoruz ve bunların içinde gençler için anlamlı ne yapabilirim sorusu da yer alıyor. 15 yıl kadar önce Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı'nda gönüllü çalışmıştım. Sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı ortaokul öğrencilerine İstanbul gezisi düzenleniyordu. Tarihi yerler tanıtılıyordu. O zaman her hafta sonu şehir içine gidip gelmek zorlamıyordu beni. Evim biraz şehir dışında kalıyor. Ve gittikçe kalabalıklaşan İstanbul'da yolculuk etmek, kendimi ne kadar genç hissetsem de biyolojik gerçekler diye bir şey var ki eskisi kadar kolay değil artık. Kendini bilmek, yeteneklerini, becerilerini, sınırlarını tanımak ve ona göre davranmak önemli. Başladığın işi yarım bırakmamak da önemli. Kendimi hırpalamadan, hangi alanda neler yapabileceğimi düşünüyorum. Bakacağız. 
    Yaş demişken... Doğum günüm yaklaşıyor. Kardeşime kitap aldırdım hediye olarak. Ekonomi berbat dostlar! Kitap almak bile lüks hale gelmeye başladı. Benim için bundan güzel hediye mi olur dedim, verdim listeyi. 
Her telden çalan, rengârenk bir liste! Okumak için sabırsızlanıyorum.

    Bu aralar İtalyanca çalışıyorum. İtalyanca'ya hep ilgi duydum. "Bir Ressam, Bir Resim" serisi için özellikle son zamanlarda yine sıkça İtalyanca'yla haşır neşir olunca, kelimeleri keyifle uzata uzata, ahenkli şekilde okumaya başlayınca "Neden öğrenmeye çalışmıyorum ki?" dedim. Şimdilik Duolingo'yla başladım. Vallahi iyi gidiyor. Euro'nun gidişatına bakmadan bir sonraki İtalya seyahatinde çat pat da olsa İtalyanca konuşacağımın hayalini kuruyorum. Hayalde kalmasa bari! Yani şu sıra hayal kurmak bile zorken hâlâ nasıl olup da bunları düşünebildiğime şaştım dostlar. Tam şu an idrak ettim. Eşref saatimdeyim sanırım. Enerjimi düşürmeden mutfağa geçeyim ben. Maç saatine az kaldı.
Herkese şahane bir hafta diliyorum. 





BİR RESSAM, BİR RESİM (32)

$
0
0

 JOHN DOS PASSOS (1896 - 1970) - MAĞARA 


    Bu yazının konuğunu bu kez farklı bir yolla belirledim. Geçtiğimiz günlerde, bu mecrada en sevdiğim blog dostlarımdan, daha doğrusu büyüklerimden biri olan Nurşen öğretmenim ( Leylak Dalı ), doğum günüm için bana iki güzel kitap gönderme inceliğinde bulundu. O kadar tatlı bir şekilde "Lütfen itiraz etme" diyerek aklımdaki kitaplardan seçmemi istedi ki bana yalnızca gönülden gelen bu hediyeyi kabul etme ve keyifle okuma işi kalmıştı. Kütüphanemde özel bir yeri olacak bu kitaplardan biri John Dos Passos'a ait olan Doğu Ekspresi. Bir süredir listemde beklemekteydi. Daha önce Passos'un hiçbir kitabını okumamıştım. Bir başka kitap referans olmuştu ve Doğu Ekspresi'ni aklıma yazmıştım. Yazarın Doğu'ya yaptığı seyahatin rotasında İstanbul da vardı. Kitabın ön sözünü okuduğumda yazarın hayatı ilgimi çekti. Aynı zamanda ressam olduğunu da öğrendim. Evet bilmiyordum. Zaten bu şekilde ün kazanmamıştı. Manhattan Transfer ve A.B.D Üçlemesi adlı kitaplarıyla biliniyordu. Bu eserler Amerikan hayatının başarılı bir panaroması sayılmıştı, çok seviliyorlardı. Ancak Passos'un yazarlık kariyeri de tıpkı resim kariyeri gibi -bu konudaki önemli isimlere göre- çağdaşlarının gerisinde kalmıştı. T.S Eliot, Steinbeck, Joyce gibi çağdaşı yazarlar edebiyat dünyasında ön plana çıkarken, Passos daha çok siyasi fikirleriyle tanınır olmuştu ve bu konuda görüşlerine değer verilen bir isimdi. Birinci Dünya Savaşı'na gönüllü olarak katılmış ve İtalya'da ambulans şoförlüğü yapmıştı. Bu sırada savaşa karşı tüm tavrı değişti, savaşın yıkıcılığına yoğunlaştı ve düşüncelerini romanlaştırdı. Sol görüşün ateşli destekleyicisiydi. Erken yaşta tanıdığı İspanya'ya bağlılığı, İspanya iç savaşındaki gayretleri hayatının önemli bir kısmını kapladı. Ancak onu bir noktada sol görüşten uzaklaştıran İspanya'da yaşadıkları oldu. Hemingway'le iç savaş hakkında bir belgesel çekimi için İspanya'da bulundukları sırada, yakın arkadaşı solcu aktivist yazar Jose Robles Pazos'un Rus gizli servisi tarafından öldürülmesi farklı düşünmesine yol açtı. Hemingway'le dostluğu da bu sırada bitti. Zamanla sağ görüşe yakınlaştı. 
    20.yüzyıl gibi aslında beklentinin fazla olduğu, yaklaşırken zihinlerde bambaşka bir dünyayı vaat eden bir zaman diliminde iki büyük savaşı yaşamış faal insanların hayatları ve görüşleri inanılmaz ilgimi çekiyor. Bana kalırsa biz bu yüzyılda fazla ah vah edip dram yaratıyoruz. Bir önceki yüzyıl çok daha kaotik. Modernizm heveslerinin yanı sıra ilerleyen savaşlar ve savaşlardan sonra hep bir toparlanma gayreti. Bu yazıyı bir kadeh şarabın eşliğinde, dışarıda deli bir fırtına varken sığındığım konforlu evimde yazıyorum; küresel salgına rağmen bana sunulanlarla korumaya çalıştığım zihnimle okuyup inceleyerek ve damıtarak yazdıklarımı internet aracılığıyla geniş bir evrene sunuyorum. Bugün olumsuzlukların yanında olumlu durumlar da var. Kısacası iki dünya savaşını yaşamak istemezdim. O zamanın insanının arayış içinde olması, bir ruh halinden diğerine sürüklenmesi günümüz insanına kıyasla bana daha makûl geliyor. Gerçi yüzyılın devamında ne olur bilemem. Ben şu 21 yıl için tespitte bulundum. Dilerim yöneticiler uslu durur. 
    Şimdi gelelim John Dos Passos'un hayatında en çok ilgilendiğim kısıma... Çok seyahat etmiş. Hem de çocukluğundan itibaren. Portekiz asıllı, Amerika Chicago doğumlu sanatçının babası varlıklı bir avukatmış. Bir başkasıyla evli olduğu için, Virginia'lı soylu annesiyle evlenmeleri ancak John 16 yaşındayken gerçekleşmiş. John çocukluğunda annesiyle birlikte ülke ülke gezmiş. Üniversite seçimi yapmak için bile tüm Avrupa'yı dolaşan şanslı çocuklardan biri o. Hayatının devamında da Meksika'dan Orta Doğu'ya görmediği yer kalmamış. Harvard Üniversitesi'nde okurken sanata eğilimi nedeniyle özel bir öğretmen eşliğinde bu konuda deneyim kazanmak için yine 6 aylık bir Avrupa seyahati ayarlanmış. Daha sonra sanat ve mimarlık okumak için İspanya'ya gitmiş. İspanya sevgisi böylece başlamış. Ambulans şoförlüğü yaptığı ilk dünya savaşı sırasında ve tüm seyahatlerinde devamlı yazmış ve resim yapmış. Sulu boya hızlı kuruduğu için, hızlı çalışmaya elverdiği için çalışmalarını bu teknikle oluşturmuş. Gözlemlerini aktardığı resimleri bir anlamda belgesel nitelik kazanmış. Gezi resimleri dışındakileri de dikkate alırsak, Matisse ve Picasso gibi sanatçılardan etkilendiğini, izlenimci, dışavurumcu, sürreal ve kübist eserler çalıştığını söyleyebiliriz. Önceki yazılarda zaman zaman bahsetmiş olduğum 20.yüzyılın ilk yarısındaki gelenekten kopuş ve yeni ifade arayışlarının oluşturduğu zengin ortamın sanatçısı olarak farklı üretimlerde bulunmuş. 
    Yazının görseli olan resim, sanatçının meşhur seyahatlerinden birinde gördüğü bir mağaraya ait. Passos, Bahamalar'daki bu ışıl ışıl deniz mağarasından çok etkilenmiş. Ve duygularının yoğunluğuyla oldukça renkli bir resim meydana getirmiş. Mağaranın içindeki kayığı ve iki yolcuyu resmin ortasına, ancak oldukça aşağı kısma yerleştirerek geri kalan alanı geniş tutmuş. Böylece renklerle rahatça oynamanın ve duygularını serbestçe yansıtmanın yöntemini bulmuş. Nesneden bağımsızlaştırılan renklerle, mağaranın sanatçıda yarattığı hislerin dinamik ve renkli dışa vurumuyla bunun ekpresyonist bir resim olduğunu söyleyebiliriz. Mağaranın tepesindeki açıklıktan yansıyan güneş ışığı, turkuaz rengi deniz, beyaz kayık, kayığın motoru, yazlık giysileriyle iki figür bize konu hakkında oldukça yeterli bilgi vermektedir ancak tüm bunların ifade tarzı tamamen sanatçıya özgüdür. Onun dünyası içinde yer almaktayızdır. Passos'un o gün o mağarada hissetmiş olduğu coşkuyu bu resimle anlamış olduğumu düşünüyorum. Ancak Passos mağaranın büyüsünü tam olarak yakalamadığı için hayalkırıklığı duyduğunu söylemiş. Belli ki tutkulu bir karakter. İçinde yaşadığı dünyada hakim kaosa kayıtsız kalamayacak kadar gözlemci ve katılımcı olup, aynı dünyanın insandan bağımsız doğal güzelliklerinin bilincinde ve etkisinde bir insan. Ve yolu İstanbul'dan da geçmiş. Hattâ Trabzon'da da bulunmuş. Doğu Ekspresi'nde İstanbul'u öyle canlı betimlemiş ki kendimi tarihi bir resmin içinde hissettim. Yıl 1921. Anadolu'da kurtuluş mücadelesi verilirken İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerin cirit attığı İstanbul sokakları... Kafası karışık bir seyyah... Bu vesileyle kitabı da tavsiye etmiş olayım. Yeni baskıları olmasa da Manhattan Transfer ve A.B.D Üçlemesi'ni de edinip okumak istiyorum. Passos'un tarzını sevdim. Hayranı olduğum, huyum olmamasına rağmen iki kere izlediğim "Mad Men"deki canım Don Draper karakterinin A.B.D Üçlemesi'ndeki bir karakterden esinlenerek yazıldığı söyleniyor. Biraz inceleyeyim dedim, bu konuda pek bilgi bulamadım ancak dizinin bir sahnesinde üçlemenin bir kitabının yer aldığını öğrendim. Fotoğrafı gördüğümde sahne hemen aklıma geldi. Bir buhran sonucu yollara düşen Don'un rastgele girdiği boş restoranda kadın garson bir kitap okumaktaydı. Don'u görünce kitabı önlüğünün ön cebine yerleştirdi. Sonrasında gelişen olaylar dizide:) Yani dizinin yazarlarının Don Draper'ı yaratırken Passos'tan etkilenmeleri olası görünüyor. İş Bankası tekrar basımını yapsa da A.B.D Üçlemesi'ni okusak.
    Daldan dala konduğum bir yazı oldu bu. Konumuz sadece resim değil, aynı zamanda ressamdı. Bir parça dünya halleri, biraz kitaplar, biraz dizi, çokça sanat. Ve en güzeli, dostluk! Doğum günüm için yapılan bir jestin güzel sonucudur bu yazı. Belli ki yeni yaşım çok iyi geçecek!



BİR RESSAM, BİR RESİM (33)

$
0
0
     PIETER CLAESZ (1597 - 1661) - VANITAS 

    Bir süredir aklımda resim sanatındaki Vanitas sembollerinden bahsetme fikri vardı. Güne doların tekrar yükseldiği haberleriyle merhaba deyince semboller gözümün önünde uçuşmaya başladı. Kendi sınırlarımız içinde sıkıntımız büyük malûm; dünya genelinde de ekonomi, salgın, iklim krizi, güç savaşları vs. derken nasıl ilerleyeceği belirsiz bir dönemdeyiz. Kaosta payı olan idarecilere haykırmak istiyorum! Memento Mori! 
Yani, "Ölümü hatırla!" 17.yy.'a ışınlansaydık ve ben Hollandalı bir ressam olsaydım bu uyarıyı, bu öğüdü resimlerimle yapardım. Şimdi, 21.yy.'da, bu resimlerden birini paylaşıyorum ve dünyadaki her bireyi birbirine bağlama gücüne sahip internet üzerinden sesleniyorum: Ölümü hatırla! Kalıcı değilsiniz. Bu hırs neden? Nasıl oluyor da sizin hırslarınıza çok uzak iyi niyetli insanları zora sokma hakkını kendinizde buluyorsunuz? 
Bugün huzursuzum dostlar. Vanitas sembolü kuru kafalar, erimiş mumlar, kullanılmış eşyalar ruh halime bir hayli uygun düşecek. En iyisi ben bir an önce konuya gireyim.
    17.yy.'da Hollanda'dayız. Hatta daha da özelleştirelim Kuzey Hollanda'dayız. 1609'da ülke kuzey ve güney olarak ikiye ayrılmış. Güney Hollanda İspanya'ya bağlılığı sürdürürken Kuzey Hollanda cumhuriyete yönelmiş ve Protestanlığın önemli ülkelerinden durumuna gelmiş. Ticaret gelişmiş, bilhassa deniz ticaretinde İngiltere'ye rakip olunmuş. Dolayısıyla ülke refah içinde. Ticaret yapan orta sınıf, her alanda olduğu gibi sanatın da şekillenmesinde etkili. Zenginlerin ulaşabildiği her türlü eşya artık resimlere girmeye başlamış. Kimi zaman uzak ülkelerden gelen egzotik mallar; kimi zaman müzik aletleri, mücevherler, çiçekler, silahlar ve daha birçoğu... Natürmort resmin, yani ölü doğa resminin zirve zamanları. Ancak parayla satın alınabilen her tür eşyanın arasında göze çarpan bazı nesneler var ki görünen anlamıyla değil, sembolik anlamlarıyla dikkat çekmekteler. Kum saati gibi, kelebek gibi, mum gibi... İşi biraz daha enteresan kılalım, kuru kafa gibi... İşte bunlar Latince bir deyiş olan "Memento Mori" düşüncesinde şekillenen, Eski Ahit'teki bir bölüme göre "Vanitas" olarak adlandırılan nesneler. Onca zenginliğin içinde ölümü hatırlatmak, her şeyin geçici olduğuna dikkat çekmek gibi bir görevleri var. Protestanlığın bir kolu olan Kalvinizm inancına uygun olarak ortaya çıkmışlar. Kalvinistler'e göre çalışmak en büyük erdem ve insanlar maddi başarılarına göre olumlu ve olumsuz anlamda ikiye ayrılırlar. Para kazanmak Tanrı'ya ulaşmanın yollarından biri olsa da israf ve gösteriş asla kabul edilemez. O halde yeni nesil zenginler ikilemdeler. En güzel eşyalara sahip olma isteği insanın doğasında var fakat bunlar aslında geçici. Ölüm kaçınılmaz, tek gerçek Tanrı. Bunu onlara hatırlatan bir şey olmalı. İşin sanat kısmında söz konusu görevi üstlenen işte bu Vanitas sembolleri... Kısa ömrüyle bilinen bir gül, kelebek, sönmüş ya da sönmekte olan bir mum, solan çiçekler, geçiciliği simgeleyen sabun köpükleri, kullanılmış eşyalar, devrilmiş kadehler, çürümüş meyveler, ömrün kısalığını anlatan saatler... Bunlar tablolarda kimi zaman değerli eşyalara tezat oluşturacak şekilde, onlarla birlikte yer alıyorlar. Kimi zaman sadece vanitas sembollerinden oluşan resimler yapılıyor. Bu yazıya konu olan natürmorttaki gibi... 
    Pieter Claesz natürmort çalışmalarıyla tanınan bir ressam. Cansız nesnelerin temsiliyle oluşturulan natürmort, akademik hiyerarşide resim konuları açısından alt sıralarda yer alsa da 17.yy. Hollandası'nda zengin kesim tarafından en çok sipariş edilenlerden. Çünkü, önceki satırlarda da belirttiğim gibi sahip olmayla ilişkili. Benim seçtiğim resim, sanatçının daha fazla nesneden oluşan kalabalık kompozisyonlarından biraz farklı. Daha sade ancak etkisi kuvvetli. Bir masanın üzerine yerleştirilmiş nesneler arasında, belli belirsiz tüten ince bir duman nedeniyle henüz sönmüş olduğunu anladığımız mum, ters dönmüş boş bir bardak, cep saati ve kuru kafa yer almakta. Bunlar hayatın sonlu oluşunu, zamanın geçiciliğini anlatan vanitas sembolleri. En büyük nesne olan kuru kafa her birinden daha yükseğe, daha dikkat çekici şekilde yerleştirilmiş. Kuru kafanın kime ait olduğunun bir önemi yok. Bu fakir bir insanın da, bir kralın ya da kraliçenin de olabilir. Artık önemsiz. Önemli olan Tanrı'nın sonsuz bilgeliği ki resimde bunu hatırlatan nesne kuru kafanın altında yer alan kitap. Cep saatinin altındaki anahtar ise diğer dünyaya, sonsuzluğa açılan kapının anahtarı. Anahtarın kurdelesinin mavi rengi, tüy kalemin beyazlığını saymazsak, resimdeki tek farklı renk. Kompozisyona kasvetli toprak tonları hakim. Nesneler sol üstten gelen ışığın doğrultusunda aydınlanmış. Sanatçı dokuyu göstermede başarılı. Camın, kemiğin, kumaşın, seramiğin, metalin dokusu ayrı ayrı hissedilmekte. Ölüm ve yaşam ikilemini başarıyla yansıtan bir kompozisyon. 
    Biliyorum ressamların hayatı çok ilgi çekiyor ancak bu kez elimde, hafızamda ve genel olarak sanat tarihi alanında Pieter Claesz'a ait pek fazla bilgi yok. Belçika'da doğmuş, hayatına Hollanda'da Haarlem'de devam etmiş. Birkaç loncaya kayıtlı olduğu biliniyor. İki kere evlenmiş. İlk evliliğinden olan oğlu Nicolaes Pietersoon Berchem de ünlü bir manzara ressamı. Oğlu dahil olmak üzere pek çok öğrenci yetiştirmiş. Claesz'ın eğitimci yanı da olan çalışkan bir ressam olduğunu söyleyebiliriz. Hakkında bilgi az ancak natürmortları bugün en büyük müzelerde yer almakta. 
    Vanitas sembolleri her zaman bu resimdeki gibi keskin şekilde yer almazlar. Örneğin bir resimde bir çocuğu sabun köpüğü şişirirken görürsünüz ve bunu oyun oynayan bir çocuk olarak düşünüp geçebilirsiniz. Ancak sanatçı muhtemelen genç bir figürle birleştirdiği sabun köpüklerini, o yılların çabuk geçtiğine gönderme olarak resimlemiş olacaktır. Bir güzel sanatlar müzesinde vakit geçirmek, eserleri etraflıca incelemek, fikir yürütmek tam da bu yüzden keyiflidir, ufuk açıcıdır. Keyifsiz başladığım yazıyı yine sanatın güzelliğine bağlayarak bitiriyorum. 
Demek ki güncel hakikâtler arasında nefes alabilmek için biz yine kişisel gayretlere devam arkadaşlar!
    



  Not : Vanitas konusunu tekrar düşününce, 31 numaralı Bir Ressam, Bir Resim yazısının konusu olan Avni Lifij portresindeki yırtık çorabın vanitas sembolü olduğu fikrini benimsedim. Lifij, elinde içki kadehiyle hoşça vakit geçiren figürün omuzuna kullanılmış, yırtık çorabı yerleştirerek hoş zamanların geçiciliğine gönderme yapmış olmalı. Neden daha önce aklıma gelmedi bu? 
   

     

BUGÜNLERDE...

$
0
0
     Yeni bir yılı karşılıyor olmanın coşkusu eksik bu sene, farkında mısınız? Kimsede heyecan göremiyorum. 
Geçen sene covid korkusu baskınken bile böyle değildik. Daha umutluyduk. Nedenlerine girmeyeceğim şimdi. Zaten herkes yeterince bunalmış hâlde. En son yayınladığım "Bir Ressam, Bir Resim (33)" yazısı sanırım tam da bu nedenlerle ilgi görmedi. Bence yine de okuyun arkadaşlar, ilk cümlelerden sonra güzel bilgiler var:) Keyifler kaçık diye daha da canınızı sıkacak şeylerden uzak durmak istiyor olabilirsiniz fakat takdir edersiniz ki gerçeklerden kaçılmıyor. Hem kaça kaça bu hallere düştüğümüzü düşünüyorum bazen. Neyse... Bugün yine kaçacağım. 
Biraz havadan sudan bahsedeceğim. 
    Eskiden yılbaşı ağacı süslerdim. Sonra bir tembellik geldi, kaldır topla işlerinden kurtulmak için ağaçtan vazgeçtim. Yine de sağı solu süslerim ama. Birkaç hafta önce yine bir ağaç hevesine kapıldım. Gel gör ki tembellik dorukta. Ben de şöyle bir şey yaptım. Farklı, sevimli ve daha pratik oldu. 

    Sevimli ve pratik demişken... Orhun Aralık doğumlu. Doğum gününde ona şöyle bir pasta yaptım. 

    Bayılır böyle işlere. Nitekim çok sevindi. İş açısından öyle yoğun bir dönemdeydi ki bir önceki gece geç geldiği için geç uyandı, pastasının mumlarını üfledi, alelacele bir dilim yedi ve yine işe gitti. Günün anlam ve önemini belirten bir konuşma yapmadan bırakamazdım onu. Konuyu "Bu pasta, içindeki çocuğu ihmâl etmediğin bir olgunlukla yoluna devam etmen için" diye bağladım:) Yakın aile çevresiyle kutlamayı bu hafta sonu yapacağız. Diğer özel günleri sevmem ama doğum günlerine bayılıyorum.
    Çocuğunun doğum gününde ister istemez duygusallaşıyorsun. Tam da o sıralar internette şu resme rastlamıştım.

    Hemen Orhun'a yolladım çünkü acayip bize benziyordu. O küçükken aynı bu şekilde kolumun altına alır ve kitap okurdum. O da tıpkı bu yavru tavşan gibi hem dinlerdi hem de ilgiyle kitabın resimlerine bakardı. Bir gün kitabın birini aldı eline ve kendisi okumaya başladı. İlk şaşkınlıkla okuyor zannettim. Çok sevdiği ve ara ara özellikle istediği bir kitaptı. Meğer noktasına virgülüne kadar aynen ezberlemiş:) 
    Tam bu satırları yazarken diğer dairelerin birinden doğum günü şarkısının farklı bir dilde söylendiğini duyuyorum. "Mutlu yıllar sana" değil, "Happy birthday to you" değil. Ya Arapça ya Farsça. Bu katta Afrikalı yok, onların dilinde olamaz. Evet, böyle karma bir sitede yaşıyoruz. Çevremiz değişiyordu ancak yakın zamana kadar bizimki böyle değildi. Daireler giderek el değiştirdi. Bunun nedenini tam anlamıyla açıklayamam ama bizim de kendimizi daha rahat hissedeceğimiz bir semte geçişimiz yakındır. Bu evi aldığımızda bambaşka bir ortam vardı. Yanlış anlaşılmasın, kimseye laf etmeye niyetim yok. Herkes daha iyi şartlarda yaşamak için yer değiştiriyor. Ortadoğulu daha iyi yaşamak için buraya geliyor, biz daha iyi yaşamak için Batı'yı hayal ediyoruz. Böylesi bir kayma. İş nerelere varacak bilemiyorum. 
    Bugünlerde okuduğum kitap tam da az önce bahsetmeye çalıştığım gibi dünyanın olası gidişatıyla ilgili. 
Hakan Günday'ın yeni romanı Zamir... Yazarın hep yaptığı şekilde dünyada siyasal açıdan olan bitene bir gönderme özelliği taşıyor. Daha neler olabileceğinin okuyana absürt gelen ancak hiç de gözardı edilmemesi gereken olasılıklarını sunuyor. Yine ağır gelen, yine düşündüren bir roman. Bu ara canı sıkkın olan, ben etkilenirim diyen kaçınsın. Ben okurum. Ben izlerim. Sanat eserleri benim canımı sıkmıyor. Zira onların bazı şeylere dikkat çekmesi gerekiyor. Araya eğlencelik olanlarından karıştırırım, ruh durumumu dengelemeye çalışırım, kendime düşünmek için zaman ayırırım ve devam ederim. Örneğin en son Blu TV'de "Estonia" belgeselini bitirdim. Tarihin en büyük deniz kazalarından birine ait can sıkıcı bir belgeseldi ama gerçekti. Beni uzun süredir tanıyan dostlarım bilirler, kuzey ülkelerini severim. Estonya'ya da özel bir sevgim vardır. Üzüle üzüle izledim ama birçok şey öğrenmiş oldum. Olaya karışmış devletlerin bir şeyler sakladığını düşünüyorum. Zaten hep böyle olmaz mı? Kendimi bazen verdiği oyun bile önemi olmayan bir piyon gibi hissediyorum. 
    Öf! Yine iyi başlamışken karamsarlığa döndüm. Kendime işkence eder gibi okuduğum kitapların, izlediğim suç dizilerinin ve tarihi belgesellerin arasına "Modern Family" gibi eğlenceli bir diziyi kattığımı itiraf edeyim. Tam canım sıkılmışken açıyorum bir bölüm. Ve bana müthiş iyi geliyor. 10 sezonluk upuzun diziyi bitireceğim diye ödüm kopuyor. 8.sezonun sonlarındayım. 
    Geçtiğimiz günlerde Taksim'de bir işim vardı. Gittim ve onu hallettim. İşim erken bitince güzel bir sergiyi gezdim. Ondan ayrıca bahsederim. Yoğun yağmurun olduğu bir gündü. Dolayısıyla dışarısı çok kalabalık değildi. Yağışa aldırmadım, İstiklal'de rahat rahat yürüdüm. Sergi çıkışında Viyana Kahvesi'ne uğradım, yanında koyu bir kahvenin eşlik ettiği enfes bir balkabaklı cheesecake yedim. Yağmuru izledim. Yakınlığından dolayı yan masada oturan liseli gençlerin konuşmalarını duyuyordum. O kadar tatlılar ki... Onlara bir gençlik borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Bu sinir harbinin içinde yaşamayı hak etmiyorlar. 
    Tamam... Sakin... Yazıyı güzel bir şekilde bitireyim. İtalyanca çalışmaya başladığımı söylemiştim ya hani? Vallahi devam ediyorum! Hevesle devam ediyorum hem de. Kelimelerin dişi ve erkek olarak ayrılması işin zor yanı fakat pratik yaparak çözüleceğini düşünüyorum. Fena değilim o konuda. Her yeni dili öğrenirken olduğu gibi bol bol kelime ezberlemek önemli. Özellikle yemek yaparken İtalyanca şarkılar dinliyorum:) Spotify'daki şu liste favorim. 

    Çocukluktan aşina olduğumuz şarkılar var. Meğer eskiden ne kadar farklı dillerde şarkılar dinlemişiz biz. Yukarıdaki fotoğrafı almak için Spotify'a girdim. Ve bana Gülçin'in albümünün önerilmiş olduğunu gördüm. Şimdiye kadar bir kere bile kendi isteğimle Gülçin şarkısı dinlemiş değilim. Önerinin sebebini anlıyorsunuz değil mi arkadaşlar? Çünkü kadın ne yazık ki büyük bir kaza geçirdi ve olumsuz anlamda izlenirliği arttı. Müzik platformu da hop öneriyi yapıştırdı. Reklama, satışa yönelik bu dünya hiç benlik değil. Gel de olumlu düşün. Olumlu düşüneyim dedikçe üstüme üstüme geliyorlar sanki.
    Tamam.. Sakin... 
    Bir süredir güncele dair yazılarımı "CoronaGünleri" olarak etiketlemediğimi fark ettim. Aklımızdan çıkmış gibi... Fakat aslında çıkmadı. Hattâ bu ara yine coştu. Kış mevsiminde olduğumuz için normaldir. Bu sıra tanıdıklardan bolca covid pozitif haberler alıyoruz. 3.aşı için randevumu aldım. Bari sağlığımızdan olmayalım. Ve aslında en önemlisi o. Her şey gelir, geçer. Düzenler değişir. İyisiyle kötüsüyle bu dünyayı özümseyebilmek için sağlıklı olmak gerekir. 
    Karmakarışık bir yazı oldu bu. Bu günlerde böyle işte...
   




BEN, SEN, ONLAR...

$
0
0
    Geçtiğimiz hafta yolumun Beyoğlu'na düştüğünden ve işimden arta kalan zamanda şahane bir sergiyi ziyaret ettiğimden bahsetmiştim. Mehşer'in güncel sergisi "Ben, Sen, Onlar" söz konusu olan... 

    1850-1950 yılları arasında Türkiye'de yaşamış ve yaratmış 117 kadın sanatçının 232 eseri var bu sergide. Serginin tanıtımındaki ifadeyle "Çoğunluğu 'ben'leşememiş ve dolayısıyla sanat tarihi tarafından kaydedilememiş kadınları tek tek fark etmenin yanı sıra, kolektif bir 'biz'in oluşabilme koşullarını da araştıran" bir düzenleme bu. "Bir Ressam, Bir Resim" serisinde zaman zaman bahsettiğim ve yorumlarda tartıştığımız, kadın sanatçının arka planda kalışı sorununun görselleşmiş hali gibi. Avni Lifij'in eşi Harika Lifij'in, Eren Eyüboğlu'nun, Jackson Pollock ile evli olan Lee Krasner'in, eşlerinin gölgesinde kalışlarına dair düşüncelerim yer almıştı bu yazılarda. Edebiyatta, resimde, heykelde, sanat dünyasının genelinde defalarca karşılaşılan bir durum. İşte "Ben, Sen, Onlar" sergisi bu konuya ışık tutuyor ve kadın sanatçıları görünür kılıyor. Bu sanatçı kadınlara kendilerinin kahraman oldukları bir "yüzyıl" armağan ediyor.*

     Sergiyi gezen birçok kişi Nasip İyem'i tanımaz örneğin. Onun heykellerini görüp sanatçısının Nasip İyem olduğunu öğrenince akıllara ilk anda Nuri İyem ve onun köylü kadınları gelir. Bu böyledir.  Erkek daha görünür ve bilinir olmuştur. Oysa ki Nasip İyem'in seramikleri de şahanedir.

    Üniversite son sınıfta Proje dersi için "Kadın Ressamlar ve Oto-Portreleri" konusunu çalışmıştım. Zorunlu olmayan tez gibi bir dersti. Dolayısıyla o sırada tam da sergide yer alan sanatçılar hakkında, dönemin şartları hakkında çok fazla okuma yapmıştım. Sergi bana eski tanıdıklarımla karşılaştığım duygusunu yaşattı. Zaten tek başıma gezmeyi severim, sakin galeride her eserin önünde uzun uzun vakit geçirerek onlarla sessiz bir sohbet gerçekleştirdim. Mihri Müşfik Hanım'ın resimlerine bir kez daha hayran oldum.**

    Söz konusu sadece resim sanatı değildi. Yıldız Moran'ın fotoğrafları, Halet Çambel'in not defterleri derken ilgiyle ve saygıyla andım her birini.

    Fotoğrafım az. Tabii ki kendime birkaç anı fotoğrafı çekiyorum ancak son yıllarda görüntüleri hafızama kaydetmek, o anı yaşamak artık benim için daha çok önem kazandı. Hem buraya fazla görsel eklersem, gidip görecekler için işin sürprizini kaçırmış olurum. 

    Sergi 22 Mart 2022'ye kadar sürecek. Pazartesi hariç her gün ücretsiz gezilebilir. Bana kalırsa soğuk bir havada sıcacık bir müzede yahut sanat galerisinde olmak gibisi yoktur. 

    Son olarak Meşher'den bahsetmek isterim. İstiklal Caddesi'nde 2019'a kadar Arter'in bulunduğu Meymenet Han binası, şu an Vehbi Koç Vakfı'na bağlı bir kültür ve sanat merkezi. Atölyelerin ve konferansların da gerçekleştirildiği bir kurum. "Meşher" kelimesi Osmanlı Türkçesi'nde "Sergi Mekânı" anlamına gelmekteymiş. Velhasılıkelam İstanbul'un güzelliklerinden biri. Gitmeli, görmeli, takip etmeli... 

    


      *Bu cümle serginin tanıtım broşüründen alınmıştır.
    ** Mihri Müşfik Hanım hakkında daha önce yazmış olduğum bir yazı: Cesur Kadınların Anısına Saygıyla...
    
    

    

BİR RESSAM, BİR RESİM (34)

$
0
0
     PAUL KLEE (1879 - 1940) - WINTERBILD

    Yılın son birkaç günü ortama rehavet hakim olur. Belki de bu, ufuktaki yeni yılı yüksek enerjiyle karşılamak için gereklidir. O yüzden bugün bu seri için de tatil günü. Bugün ders yok:) Minik bir seyahat için hazırlık yapıyorum. Fakat bir resim paylaşmadan geçmeyeceğim. "Önce yaşama sanatı..." diyen Paul Klee'den bir kış manzarasıyla yeni yılınızı kutlarım. 
Dilerim 2022 böyle farklı, renkli, hayallerimizin gerçek olduğu, mutlu sürprizlerle dolu bir yıl olsun. 
    Sevgilerimle...



2021'DE HANGİ KİTAPLARI OKUDUM?

$
0
0
   Son birkaç yıldır gelenek haline getirdiğim yazı nihayet burada. Bir önceki yılda neler okuduğumun listesini yapmaya, uzun uzun yazmaya bayılıyorum. Yıllardır okuduğum her kitap hakkında notlar alırım. Defterlerim vardır, konularını yazarım. Şimdi bu iş için hazır defterler çıktı ama ne de olsa elimizdeki imkânları değerlendirmeye alışmış bir nesildenim:) Ben yine kendi belirlediğim defterlere yazmaya devam. Blogda yeni yılın ilk yazısını kitaplara ayırmaya da devam. Geri dönüp bakmak, notları incelemek, sonra burada anlatıp tekar yorumlamak o kadar keyif veriyor ki bana. Yazmaktan kollarım ağrıyor. İyi ki senede 100 kitap okumuyorum:) Şaka bir yana, geçen sene listeyi yazıp Twitter'da paylaştığımın üzerinden birkaç saat geçtiğinde takipçi bir arkadaş kendi sayfasında "Yılda 100 kitap okumayanları okumuş saymıyorum"şeklinde bir tweet atmıştı:) Merak edilmesin, buradan bir arkadaşım değil. Lâfın gelişi öyle yazdım zaten, arkadaş bile değil aslında. Zamanında kitap konulu bir tweet atmıştım, o da altına bir şey yazıp beni takibe almıştı. Ben de ayıp olmasın diye onu takibe aldım. Twitter'da epeyi faal. Yani o tweeti benim blog paylaşımım üzerine attığına eminim, görmemesine imkân yok. Bazen oluyor, burada söylenemeyen şey Twitter'da dile getiriliyor:) Bir acayip işler! Her neyse... Yine lâfı uzattım. Listemde hayâl edilen sayılar yok. Ama her birinden çok şey öğrendiğim şahane kitaplar var. 
O halde buyurunuz benim dünyama! Keyili okumalar!

    1- ONAYLANMAMIŞ OTOBİYOGRAFİ - JULIAN ASSANGE

    2021 okumalarıma Julian Assange'la başlamıştım. Bu adamı çok ilginç buluyorum. Kitabı okuyunca haklı olduğumu anladım. Bitirdiğimde baya baya Julian Asange taraftarıydım. Assange otobiyografiyi yazmış, fakat yayınlamaktan vazgeçmiş.  Anlaşmayı çoktan yaptığı için yayınevi kitabı çıkarmak istemiş ve ismi bu nedenle "Onaylanmamış Otobiyografi" olmuş.
    Biliyorsunuz Assange, Wikileaks'in kurucusu. Bilgisayar programcısı ve hacker. Fizik okumuş bir dahi. Çok ama çok zeki. Tam bir kitap kurdu. Avustralyalı. Sanatçı, gezgin ve aktivist bir anne-babanın çocuğu. Babası onları küçükken terk ettiğinde annesi ile birlikte tam bir göçebe hayatı sürüyorlar. İlk çocukluğunu geçirdiği Mıknatıs Adası için şunları söylüyor:
    "Burası özgürlüğün egemenliğinde, bin kadar sakini için güzelim bir cennetti; başka hiç bir yere uyum sağlayamayan insanların yaşamak için geldiği bir yer. Unutulmuş bir hippi cumhuriyetiydi belki de." 
    Yani Assange'ın gerçekleri ortaya çıkarma dürtüsünde, otoriteye boyun eğmeyi sevmeyişinde, hak ve adalet kavramlarına takıntı derecesinde bağlı olmasında zekâsının yanı sıra genlerinin ve yetişme tarzının etkisi büyük. Genç yaşından itibaren otoritenin gizli saklı işlerini açığa çıkarmayı amaç edinmiş. Wikileaks'i ve başına gelenleri duymayan yoktur. Kitapta tüm bu süreç yer alıyor. Okumayı sevdiği için yazmayı da beceren biri Assange. Otobiyografisinde kimi zaman edebi bir tat yakaladım. İlgiyle okunduğunu söyleyebilirim. Yıllar sonra ortaya çıkan ve aradaki kayıp zamanı kapatmak istercesine oğlunu mahkumiyeti sırasında yılmadan destekleyen babasının evine ilk gidişinde neler hissettiğini şöyle anlatıyor örneğin. Ve bu da beni en çok etkileyen satırlar oluyor:
    "Ve orada tuhaf bir deneyim yaşadım. Akşam, evde dolanırken kitaplığına bakınıyordum. Bunu yaparken birden öfkeye kapıldığımı hissettim çünkü birbiri ardına raflara baktıkça, kendi satın alıp okuduğum kitapları görüyordum. Ansızın anladım ki en alt basamaktan başlamış ve kendimi bir sürü deneme yanılmalarla ve acılarla inşa etmiştim. Oysa bütün bu süre boyunca onu tanıyor olsaydım, bu kitapları gidip raftan alabilirdim."

    2- GURUR VE ÖNYARGI - JANE AUSTEN

    Ya da "Aşk ve Gurur":) Benim okuduğum İş Bankası Yayınları'ndan çıkan "Gurur ve Önyargı" isimli basımdı. Bu kitabı daha önce tabii ki okumuştum. Ancak o zaman çocuk yaşlardaydım. Bir arkadaşım elindeki iki kitaptan birini isteyip istemediğimi sorunca seve seve kabul ettim. Zira ara ara yıllar önce okuduğum klasiklere yeniden dönmek istiyorum. Alınan lezzet kesinlikle çok farklı oluyor. İlk okuyuşunu hatırlamak da keyif veriyor. 
    Gurur ve Önyargı'yı anlatmama gerek yok sanırım. Elizabeth Bennet ve Fitzwilliam Darcy arasındaki ilişki etrafında şekillen bir İngiliz dönem romanı olduğunu herkes bilir. Kimilerince sadece bir aşk romanı olarak okunup geçilse de zamanın sosyal yaşamı üzerine, karakterler üzerine düşünülesi bir yönü var. Ki bunun için Deniz Yüce Başarır'ın "Ben Okurum" podcast serisindeki bölümü tavsiye ederim. Gurur ve Önyargı üzerine Aslı Perker'le gerçekleştirdikleri enfes bir söyleşi. Spotify'da mevcut. Bence bu bölümü dinleyince kitabı bir daha okumak isteyeceksiniz.

    3- ALTI BARDAKTA DÜNYA TARİHİ - TOM STANDAGE

    Yılın en keyifli kitaplarından. Bira, şarap, damıtılmış içkiler, kahve, çay ve kola üzerinden, bunların icatlarını ve toplumsal etkilerini ön plana alarak şekillenen dünya tarihi anlatımı. İlk alkollü içkinin bira olduğu, yerleşik düzene geçince üretilen tahılın ıslanmasıyla tadının değiştiğinin anlaşılması ve böylece tesadüfen ortaya çıkışı, biranın ilk zamanlarda sadece besin değeri nedeniyle içilişi, dünyanın en eski tarifinin Sümer tabletlerindeki bira tarifi oluşu, Antik Yunan'da şiirde ve retorikte birbirlerini alt etmeye çalışanların toplandıkları Symposion'larda şarap içildiği ve böylece kendilerini Yunanca konuşmayan diğer halklardan ayırdıkları, Kos Adası'nda bir zamanlar deniz suyu aromalı şarapların yapıldığı, romun bir çeşidi olan grog'un içindeki limon nedeniyle İngiliz denizcileri iskorbüt olmaktan koruduğu ve Trafalgar Savaşı'nın bu nedenle kazanıldığının söylenmesi, zinde tutan kahvenin Aydınlanma Çağı'nın içeceği olduğu, önceleri çiğneyerek tüketilen kahve tanelerinden içecek yapma pratiğinin Yemen'de Sufiler arasında ortaya çıkışı, 17.yüzyıl boyunca Londra'da yüzlerce kahve açılması ve insanların burada toplanıp posta adreslerini bile bu kahveler olarak belirlemesi, Sanayi Devrimi'ni başlatan İngiltere'de Çin kaynaklı çayı ilk kucaklayanların fabrika işçileri oluşu, İngiltere'deki Twining'in 1787'den beri çay satması ve dünyanın en eskisi olarak marka logosunun halâ kullanılması, kolanın ilk zamanlar eczanelerde satılıyor oluşu bilgisi ve daha pek çoğu bu kitapta. Savaşlar, devrimler, ticaret, bilim, sosyal hayat... Toplumları etkileyen her olayda içeceklerin rolü... Okudum, hem öğrendim hem eğlendim.

    4- NORMAL OLMAK VARKEN NEDEN MUTLU OLASIN - JEANETTE WİNTERSON

    Jeanette Winterson, geç tanıştığıma üzüldüğüm, çok sevdiğim bir yazar. Bu kitap onun otobiyografik eserlerinden biri. Evlatlık Jeanette, hayatını ve yetişme koşullarını irdeleyerek, çevresindeki insanları mercek altına yatırarak, doğduğu coğrafyayı ve bu coğrafyanın tarihini de hesaba katarak kendini anlamlandırmaya çalışmış. Samimi bir dille anlatmış her şeyi. Yaşadığı zorlukları dramatize etmeden ortaya koyuşu, onu çok zorlayan üvey annesini ve yıllar sonra bulduğu öz annesini anlamaya çalışması, 16 yaşında evden ayrılıp bin bir zorlukla Oxford'da okuması, Kraliçe'den nişan alan başarılı bir yazar olması, yani olumsuzluklar içinde kaybolmadan kendini var etmesi beni çok ama çok etkiledi. Bu kitapla kendi psikanalizini yapar gibi Jeanette. Hatırlıyor, düşünüyor, anlamlandırmaya çalışıyor. Örneğin parça parça yazıyor oluşunu annesinin bir gün kitaplarını bulup yakmış olmasına bağlıyor. Çünkü o sabah uyandığında avlunun ve ara geçidin her yerinde kâğıt parçaları gördüğünü unutamamış. Yalnızca kıyameti bekleyen anne, evde İncil'den başka bir şey okunmasına izin vermezmiş. Jeanette ise farklı kitaplarla tanıştığından beri onlara tutkun. Gizli gizli okumuş. Yakalanmış.
    "...Yanmış parçacıklardan oluşan yapboz parçacıkları. Kırpıntıların bazılarını topladım. Yazma biçimimin böyle olmasının nedeni de muhtemelen şu: Parçaları, kırpıntıları biriktirmek, sürüp giden bir anlatı tarzından bir türlü emin olamamak. Eliot ne diyor? 'Bu parçacıkları payanda olsun diye enkazın kenarına yığdım!'"
    Doğduğu ve üniversite hayatına başlayana kadar yaşadığı Accrington hakkında da çok hoş bilgiler veriyor yazar. Dediğim gibi, yaşadığı yerin atmosferinin onun üzerindeki etkisini dahi inceliyor. Accrington'ın toprağındaki yoğun kilde demir olduğu için burada üretilen tuğlalar çok sağlammış. New York'taki kırmızı binalar İngiltere'nin bu bölgesinden giden Nori marka tuğlalarla yapılmış. Empire State binasının temelinde de kullanılmış bu tuğlalar. King Kong'un elinde tuttuğu tuğla Nori'ymiş. Accrington ahalisi bununla o kadar gurur duyarmış ki kasabanın sinemasında King Kong'un özel gösterimleri olurmuş. Seviyorum böyle ayrıntıları:)

    5- KASSANDRA - CHRISTA WOLF

   " Kassandra Kompleksi" denen bir durum vardır ki kişinin gelecekteki olumsuz durumları gördüğü ancak buna kimseyi inandıramadığı hissiyatına dair psikolojik bir rahatsızlıktır. Sanırım daha basit şekliyle günlük hayat içerisinde de kullanılmakta. Yani bir şeyin olacağını bilmek ve bunun için muhatabını uyaramamak ya da inandıramak anlamında. Bu sendromun ismi psikolojideki birçok tanım gibi mitolojik hikâyelerden kaynaklanmakta. Antik Yunan mitolojisinde Kassandra, Troya'nın son kralı Priamos ile Hekabe'nin kızı. Rahibe olmak istiyor, geleceği görme yetisine sahip olmak istiyor. Bunu öğrenen Apollo, Kassandra kendisiyle beraber olursa söz konusu yetileri ona vereceğini söylüyor ve anlaşıyorlar. Ancak istediğini elde eden Kassandra, iş Apollo'yla olmaya gelince sözünden cayıyor. Böylece Apollo'nun lanetine uğruyor. Gelecekteki felaketleri görmeye ancak kimseyi buna inandıramamaya mahkûm ediliyor. Üstelik rahibe de olamayacak ve bir kadın olarak sürekli aşağılanacak. İşin en dramatik kısmı Troya Savaşı'nın sonunu, ailesinin mahvını görmesi ancak uyarılarına rağmen kimseyi savaştan döndürememesiyle şekilleniyor. Romanda tüm olan biteni Kassandra'dan dinliyoruz. Ataerkilliğin yıkıcı yönlerine göndermelerin olduğu bir kitap. Yer yer sert, yer yer şiirsel bir anlatım. Efsaneler üzerinden insanı okuma eylemi. 

    6- BUDALA - ELİF BATUMAN 
    Keşke Elif Batuman daha çok kitap yazsa. Ecinniler'e bayılmıştım, Budala'yı da hayranlıkla okudum. Budala'nın, 2018 Pulitzer Ödülleri "Kurgu" dalında finalist olduğunu belirtmeliyim. 
    Harvard Üniversitesi'nde okumaya başlayan Selin'in büyüme hikâyesi bu. Yer yer otobiyografik özellikler taşıyor. Selin de Elif Batuman gibi Amerika doğumlu bir Türk. Kitap 90'lı yılları anlatıyor. Harvard ortamı, farklı kültürden öğrenciler, oda arkadaşı Sırp Svetlana, Selin'in yakınlaşmaya çekindiği Macar Ivan, yaz tatilinde Macaristan köylerinde gerçekleşen öğrenci etkinliği, ardından bir süre Türkiye günleri ve bu sırada kuzenler üzerinden Harvard öğrencileriyle Türk öğrencileri karşılaştırma imkânı vb. Ayrıca bol bol bilgi... Eee malûm Harvard Üniversitesi'ndeyiz. Herkes fikir üretmekle, öğrenmekle, gelişmekle meşgûl. Kitabı okurken Selin'in hayatına dahil olup bir yandan da ilk kez karşılaştığın konuları ya da hatırlamak istediklerini araştıra araştıra ilerliyorsun. Dolu dolu bir roman anlayacağınız. Daha önce okumayanlar için yazarın "Ecinniler" kitabını da öneririm. 
    Budala'dan tadımlık bir bölüm ekleyeyim. Svetlana ile tanışmalarına dair:
    "...Numarasını elime yazdım, o benimkini ajandasına yazdı. Şimdiden arkadaşlığımızdaki daha düşüncesiz kişi bendim -gelenekleri ve kişisel güvenliği daha az önemseyen, her durumu sanki ilk defa ortaya çıkmışçasına en baştan değerlendiren kişi. Svetlana ise kurallara ve sisteme katkıda bulunan, şeyleri belirlenmiş yerlere yazan, kendini insanlık tarihi ve insan sorumluluklarının mirasçısı olarak gören kişiydi. Şimdiden hangimizin bir şeyleri yapma yönteminin daha iyi olduğunu görmek için karşılaştırma yapıyorduk. Fakat bu bir rekabetten ziyade bir deneydi; çünkü ikimiz de farklı davranamazdık ve ikimiz de birbirimizi acıma hissinden farksız bir hayranlıkla inceliyorduk."

    7- KIŞ UYKUSU - GOLI TARAGHI
    Daha önce İranlı bir yazarın kitabını okumadığım için almak ve tanışmak istedim. Ne düşüneceğimi bilemediğim bir eser oldu bu. Şiirsel bir anlatım. Gerçeküstü bir atmosfer, gerçeküstü insanlar. Bir grup arkadaş. Birbirlerine çok bağlılar. Enveri Bey ve Mehdevi Bey'in hikâyeleri etkileyici. Celili, Haydari, Haşimi Beyler ve sonradan bu erkek grubuna katılan Talat Hanım, Şirin Hanım... Biraz hüzün, biraz neşe... Etkisini sonradan hissettiren karakterler... Benim için okurken "Bu ne yahu?" deyip de sonra sonra aklıma düşen, karakterlerini unutmayacağım bir roman. Aslında bu bir başarı göstergesi değil midir? Kış Uykusu'nu okuyanlar düşüncelerini paylaşırsa çok memnun olurum.

    8- FATİH ve BELLINI - AHMED REFİK
    Efendim "Bir Ressam, Bir Resim" serisi için faydalandığım bir kitap. Daha önce yazdığım için tekrar etmeyeyim. İlgilisini şu sayfaya beklerim: Gentile Bellini-Fatih Sultan Mehmet 

    9- AMERİKA'DA BİR İYİMSER - ITALO CALVINO
    İtalyan yazar Calvino'nun 1959 Kasım'ıyla 1960 Mayıs ayı arasında Amerika'ya yaptığı seyahate dair bir kitap. Bol bol not almışım. New York'tan, Las Vegas'tan, New Orleans'tan bahsetmiş. Etnik grupların kültürel özelliklerini kaybettiğine değinmiş. Amerikan taşrasını sevmemiş, New York'a bayılmış. New York kadınlarını özgür bulmuş ve yarının dünyasını nitelediklerini belirtmiş. New York'ta meşhur Beatnik mekânı Greenwich Village'da kalmış ve bol bol bu kuşağı anlatmış. Kendini Greenwich Village mensubu saymış ancak bohemlikle uzaktan yakından ilgisi olmadığını eklemeyi unutmamış. Bol bol müze gezmiş. Hoş bir kitap, ilginç izlenimler...

    10- AMERİKA - FRANZ KAFKA
    Arka arkaya Amerika:) Amerika'yı anlatan kitapların ilgimi çektiğini itiraf ediyorum. Amerikan yazarları da severim. Amerika'da yaşayıp ya da sık sık ziyaret edip yine de gömenlerden değilim. Bir eyaletinde bulunma fırsatım oldu. Yaşamak için değil ama tatil için yine olsa yine giderim. Başka bir alem Amerika. Amerika'ya karşı kafalar karışık. 
    Canımız Kafka, 16 yaşındaki Alman Karl Rossman'ın ailesi tarafından yanına bir miktar para verilerek Amerika'ya gönderilme hikâyesini anlatmış. Çünkü Karl, köyünde bir kızı hamile bırakmış. Hâl böyleyken bir gemiye konduğu gibi uzaklaştırlmış yaşadığı yerden. Kaderine terk edilmiş. Sonrası olaylar, olaylar... Başa gelen talihsizlikler, haksızlıklar... Kafkaesk durumlar... Bir ara şişmanlık nedeniyle yerinden kımıldayamayan Brunelda'nın evinde mahkûm olma durumu var ki aman aman! Amerika, Şato ve Dava kitaplarıyla bir üçleme oluşturuyormuş. Bu roman diğer ikisine göre daha umutlu. Karl genç ve akıllı. Bence başaracak:)

    11- ALMA MAHLER VEYA SEVİLME SANATI - FRANCOİSE GIROUD

    2021 listesinin en ilgi çekici kitaplarından biri. Alma Mahler ışıltılı, güçlü bir kadın. "Bir Ressam, Bir Resim" serisinin Oscar Kokoschka'ya ait bölümünde bu kitaptan fazlasıyla faydalanmıştım. Ve çok sevilen bir yazı olmuştu. Tekrar etmek yersiz olacak. Daha önce okumayanları veya hatırlamak isteyenleri şu sayfada beklerim efendim: Oscar Kokoschka-Rüzgârın Gelini 

    12- POLONYA'DA BİR KUŞ VAR - ROMAIN GRAY
    Romain Gary'den yine Fransız direnişçilere ait bir 2.Dünya Savaşı romanı. Savaş nedeniyle ailesiz kalmış iyi eğitimli gençlerin ve çocukların birbirlerine destek olarak, ormanlarda saklanarak partizanlık yapmalarının hikâyesi. 15 yaşındaki Janek'in doktor babası tarafından, onu bir süre idare edecek yiyecekle birlikte ormanda bir sığınağa bırakılmasıyla başlıyor. Anne ve baba için son çare bu. Bari oğulları kurtulsun derdindeler. Baba her gün oğlunu ziyaret ediyor ancak artık gelemediği bir gün oluyor. Böylece ortaya çıkan Janek diğer gençleri buluyor. Her birinin hikâyesi ayrı. Bambaşka bir hayat yaşaması gereken gençlerin, çocukların Almanlar'a karşı direnişle geçen günlerini anlatan hüzünlü bir kitap bu. Çok sevdiğim "Uçurtmalar"a göre biraz daha karamsar.


    13- GÖLGEYE ÖVGÜ - TANİZAKİ

    Geleneksel Japon estetiğine dair usul usul saran, dingin bir kitap. Hem gerçek hem mecazi anlamda ışıltıya yergi, gölgelere övgü. Estetik değerler üzerinden eski-yeni, Doğu-Batı karşılaştırması. Günlük alışkanlıklar ve sıkıntılar içinde sislenen zihnimize farklı bakış açılarıyla yeni yollar açan, zamandan soyutlayan bir anlatı. Ben böyle hissettim. Şöyle bir Japonya'ya götürüp getiriyor:) 

    "Bildiğim kadarıyla kâğıdı Çinliler icat etti; Batı kâğıdı bize kullanımdan fazlasını sunmazken Çin ve Japon kâğıdının dokusu bize bir sıcaklık hissi, sükûnet ve huzur veriyor. Hatta ikisi de beyaz olmasına rağmen Batı kâğıtlarındaki beyazlık ile Japon kâğıtlarındaki beyazlık farklıdır. Batı kâğıdı ışığı yansıtırken bizimki usulca onu kaplasın diye içine çekiyor gibi gözüküyor, tıpkı ilk kar yağışının yüzeyi gibi".


    14- DENİZ VE SARDİNYA ADASI - D.H LAWRENCE
    Sardinya Adası'nı görmeyi o kadar çok istiyorum ki. Arada açıp açıp fotoğraflarına bakarım, orada olduğumu hayâl ederim:) Belki bilirsiniz, en uzun ömürlü insanların yaşadığı yerlerden biridir Sardinya. Konu hakkında Netflix belgeseli "Down To Earth With Zac Efron"un bu adayı anlatan bölümünü tavsiye ederim. Ya da her bölümü tavsiye edebilirim. Hepsi çok iyi.
    Her neyse... Sardinya  hayranı Sezer, meşhur İngiliz yazar D.H Lawrence'ın bu ada hakkındaki kitabını görünce durur mu? Hemen almış, okumuş. Lawrence 1920'lerde İtalya'da yaşamış. Bu sırada Sardinya Adası'na da seyahat etmiş. Kraliçe Arı dediği karısıyla birlikte...

    "Öyleyse nereye? İspanya ya da Sardinya olsun. Evet. Sardinya başka hiçbir yere benzemez. Onun geçmişi, bugünü, milleti yoktur; teklifsizdir. O halde Sardinya olsun. Ne Romalılar, ne Fenikeliler, ne Yunanlar, ne de Araplar bugüne kadar Sardinya'ya boyun eğdirebildiler. O dışarıdadır, medeniyetin dışında, etraflarında dolanıp durur; aynı İspanya'nın Bask bölgesi gibi.
    Önümüzdeki çarşamba; yani üç gün sonra, Palermo'dan iki haftada bir kalkan bir gemi var. Gidelim öyleyse. Sinir bozucu Etna'dan, İyon Denizi'nden, sudaki muhteşem yıldızlardan, tomurcuklanmış badem ağaçlarından, dalları kızarmış meyvelerle ağırlaşmış portakal ağaçlarından; insanı deli eden, çileden çıkaran, çekilmez, hiçbir şeyin doğrusunu bilmeyen ve insanlığını kaybedeli çok olmuş Sicilyalılar'dan uzağa gidelim."

    Birinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasındaki yıllar olduğu için, konunun sıcaklığıyla İtalyanlar İngiltere'ye kızıyorlar ve bunu belli ediyorlar. "Amerika'nın ve sizin paranız değerli kaldı, bizden istediklerinizi yok pahasına alıyorsunuz. Biz sizden kömür alamıyoruz çünkü çok pahalı. Üstelik savaşı kazananlardanız" deyip duruyorlar. Lawrence dayanamıyor ve beni güldüren şu satırları yazıyor:
    "Buna alıştım, hatta bıkkınlık vermeye başladı. Durumun tersine dönüşü kafama kakılmadan bir adım bile yürüyemez oldum. Bu ateşli kincilik karşısında kan beynime sıçrıyor. Onları temin ederim ki İtalya'da ne alırsam parasını veriyorum. Ayrıca ben İngiltere ya da ayaklı Britanya adaları değilim ki!" 

    15- MÜZİK UĞRUNA - KETIL BJORNSTAD
    Cismen hacimli, içerik açısından hafif bir roman. Kuzey edebiyatı olması nedeniyle ilgimi çekmişti. Hayatına o 15 yaşındayken girdiğimiz Aksel ve müzisyen arkadaşları sayesinde Norveç'in sokaklarına, operaya, üniversiteye epeyi bir aşina oluyoruz. Aksel'in hikâyesi biraz hüzünlü. Annesi gözlerinin önünde boğulmuş, ablası ve babasıyla birlikte yaşıyor. O hazin olaydan sonra toparlanamıyorlar. Babanın sıkıntısı ayrı, abla ayrı bir dünyada. Yorucu olsa da Aksel'in müzik sayesinde hayata tutunduğunu görüyoruz. Piyano çalıyor. Hayatına müzisyen olarak yön vermek istiyor. Kendisi gibi piyanist olan kız arkadaşının hikâyesi de hüzünlü. Okuyacak olanlar için bu ilişki hakkında açık vermemem gerekir. Kısaca, gençlik dizisi tadında ilerleyen bir roman olduğunu söyleyebilirim.

   16- 29 NUMARALI KOLTUĞUN HİKÂYESİ - AMIN MAALOUF

    Çok sıkı bir kitap. O kadar severek okudum ki... Hâlbuki bana ne bu zamana kadar Fransız Akademisi'nin 29 numaralı koltuğuna kimlerin oturduğundan değil mi? :) İşte yazarın ustalığı tam bu noktada devreye giriyor. Şahane anlatmış Maalouf. Kendisi de Fransız Akademisi üyesi. 29 numaralı koltuğa seçilmiş. Seçilen kişinin Akademi hakkında çalışma şartı olduğu için aynı koltuğa daha önce oturmuş olan yazarların, şairlerin, kardinallerin, avukatların, düşünürlerin hayatlarını anlatan bir kitap yazmış. Böylece Fransa'nın entelektüel tarihine ışık tutan harika bir eser çıkmış ortaya. Her kitabı gibi bu da ilgiyle okunuyor.
    Kitaptan çok fazla not almışım. Her birini paylaşmam mümkün değil, zira hem epeyi bir sürer, hem de hangisini seçeceğimi bilemiyorum. Fakat nasıl anlatasım var bir bilseniz. Her bir üyenin hayatından ilginç anekdotlar ve dönemin olayları... İlgilisine kesinlikle tavsiye ederim. 

    17- ÜVEY KARDEŞ - LARS SAABYE CHRISTENSEN

    Yine bir Norveç romanı. Birkaç blog arkadaşımın tavsiyesiyle okumaya karar verdim ve ben de onlar gibi çok sevdim. Temelinde Barnum üzerinden ilerleyen, ancak üvey abisi Fred'i, anneleri Vera'yı, baba Arnold Nilsen'i, Vera'nın annesi ve anneannesini de kapsayan; tam dört kuşağın hikâyesini barındıran dolu dolu bir anlatı. Fred'in bitmeyen öfkesi, Arnold'un sırları, ailenin kadınlarının zaman değişse de değişmeyen çilesi ve tüm bunların ortasında sessiz sakin Barnum. Tasasız insanların yaşadığını zannettiğimiz bir başka coğrafyada, aslında hiç değişmeyen insanlık hâlleri... Karakterlerini unutturmayan romanlardan biri Üvey Kardeş.

    18- BİRAND... BİR ÖMÜR ARDINA BAKMADAN - CAN DÜNDAR
    Mehmet Ali Birand biyografisi. Kurt bir gazeteciydi Birand. Başarılı olma hırsını bu kitapta da görmek mümkün. Hırsının arkasında, çok küçük yaşta kaynar su dökülen bacakları nedeniyle çektiği sıkıntı var. Fiziksel durumunun yarattığını düşündüğü dezavantajı, kazanacağı başarılarla dengelemek istemiş. Sabretmeyi öğrenmiş. Her düştüğünde ayağa kalkmayı, tekrar başlamayı bilmiş. Erken yaşta babasını kaybetmiş, maddi sıkıntı da çekmişler ancak çevreleri geniş olduğu için rahatlıkla okuyabilmiş. Bir bacağındaki kısalığın düzelmesi için her şeyi göze almış, genç yaşında İngiltere'de bir hastanede aylarca yatağa bağlı kalmış. Tedavinin masraflarını bir şekilde buluştuğu Vehbi Koç karşılamış. Önce işi düşünen, duyguları arka planda tutan yapısı gazetecilik hayatında faydalı olmuş. Bir ara zimmetine para geçirmekle suçlansa da aklandığını biliyoruz. Ancak bu hep gölgede kalan bir konu. Yalnız edinilmiş malı mülkü yok. Parayı daha iyi yaşamak, iyi yerlerde yemek, iyi giyinmek, medya dünyasında en iyi olmak için gerekli ortamlara girmek ve çok insan tanımak için kullanmış. Medyacılar zaten enteresan insanlar, seversiniz ya da sevmezsiniz Mehmet Ali Birand da bu dünyanın zirvesinde yer almış, kendinden söz ettirmeyi bilmiş bir isim. 
    Ne kadar çok biyografi o kadar çok insanlık hali. Biyografi türü kitapları seviyorum.

    19- VEBA GECELERİ - ORHAN PAMUK

   
   Öncelikle kitabın konusuyla kitabı okuduğum mekânın uyumsuzluğuna ve dolayısıyla bunun fotoğrafa yansımış haline dikkat çekmek isterim. Tatile giderken hafif kitaplar seçilir değil mi? Ben tersini yaptım. Yeni çıkan 
Veba Geceleri'ni bir an önce okumak istemiştim. Salgın zamanı korka korka çıktığımız tatilde vebaya mahkûm Minger adasının hikâyesini okumanın biraz sinir bozucu olduğunu kabul ediyorum:) Olsun, arada bir farklı davranmak iyidir deyip geçelim.
 Orhan Pamuk bu romanda bir ada, bir ülke yaratmış. Bunu öylesine başarıyla yapmış ki Minger Cumhuriyeti'nin gerçekten var olduğuna inanmamak elde değil. Minger'e ince ince siyasi bir tarih yazmış. Osmanlı'ya bağlı, Türkler'in, Rumlar'ın ve yerlilerin bir arada yaşadığı güzel bir ada olan Minger'in veba tehlikesiyle karşılaşmasını, ana kara tarafından yalnız bırakılmasını, için için kaynamasını, karışmasını, istenen ve istenmeyen bir takım olaylar sonucunda bağımsızlığını ilan etmesini bir tarihçi olan anlatıcıdan dinliyoruz. Günümüzde Minger tarihinin kitaplarda nasıl yazdığını da öğreniyoruz. Kitabi bilgiler yaşanan kargaşanın ayrıntılarından uzak tabii. Hep öyle olur. Bu noktada Orhan Pamuk'un "Acaba tarih kitaplarında gerçeklerin ne kadarı mevcut?" sorusunu akla getirme gayretinde olduğunu görüyoruz. Neticede Orhan Pamuk hayali bir ülkeye dört dörtlük bir tarih yazmış. İnce ince hazırlamış. Çok ama çok akıllı bir adam bu. Ve öyle bir şey daha yaptı ki yine kendinden konuşturmayı başardı. Romandaki Kolağası Kâmil karakterinin Atatürk'le kıyaslanmasını sağladı. Aslen Mingerli olan, Abdülhamid'in yeğeni Pakize Sultan ve devlet görevlisi eşinin yanında oluşu nedeniyle, yani olayların kontrolü sırasında adada bulunan ve ayrılamayan Kolağası Kâmil, bir takım olaylar sonrasında, planlarında yokken kahraman haline gelmişti. Ancak devrimle cumhurbaşkanı olması, yeni ülkeyi şekillendirmesi, milliyetçiliği, halkın kalbinde sonsuz sevgi uyandırması, "Minger Mingerliler'indir" gibi sözleri ister istemez bu kıyaslamaya neden oldu. Orhan Pamuk bunun olacağını bal gibi biliyordu. Önce ben de bir huzursuz oldum, kızdım. Fakat kitabı okumaya devam ettikçe, hasbelkader kahraman olan, yer yer karikatürize edilmiş durumlar içinde kalan Kâmil'i Atatürk'le kıyaslamanın hem Atatürk'e, hem zekâma haksızlık olacağını düşündüm. Yani böyle hayali bir roman kahramanını ne benzeyen ne benzemeyen özelliklerle Atatürk'le bir tutmak olacak iş değildi. İşte burada yazar bizimle oynuyordu. "Kâmil'i Atatürk'e benzetiyorsan o senin sorunun? Atatürk Kolağası Kâmil gibi bir lider mi? Bunu ben söylemiyorum, sen söylüyorsun" dese haklıydı. Anlatabiliyor muyum? Aslında Atatürk'ün çakma kahraman Kâmil'le bir benzerliği olamaz. Dediğim gibi Orhan Pamuk çok ama çok akıllı bir insan. Yayınevi Orhan Pamuk adına Kolağası Kâmil karakteriyle Atatürk'ün kastedilmediğine dair bir açıklama yaptı. Yazarın şu sözlerine de yer verildi: "Veba Geceleri'nde imparatorlukların küllerinden kurulan milli devletlerin kahraman kurucularına ve Atatürk'e hiçbir saygısızlık yoktur. Tam tersi, roman bu özgürlükçü ve kahraman önderlere saygı ve hayranlıkla yazılmıştır. Kitabı okuyanların göreceği gibi Kolağası Kâmil halkın sevdiği, her şeyiyle olumlu bir kahramandır". Hayranlık mı? Bak sen! Yahu tamam, Kâmil ülkesini çok seviyor ama aklında olmayan sebepler sonucunda, hattâ aşk yüzünden milli kahraman oldu:) Öyle arada derede bırakan sözler ki bunlar. Kitapta da öyle dokunup dokunup geri çekildiği benzetmeler var ki. Bunların konuşulacağını, hattâ dava edileceğini tahmin etmemesi imkânsız. Bu yüzden, olası üstüne gelmelerde kullanmak üzere kitapta şu satırlara yer verdiğini düşünüyorum: "Eğer büyük komutan olmasaydı, bugün Yunanların, Türkler'in ve belki de İtalyanlar'ın esiri olacaktık". (Minger yerlisi farklı bir halk) "Komutan, Minger'in istiklâlini ve hürriyetini ilan etti ve bizi medeni milletlerin seviyesine çıkardı". Buyur buradan yak. "Ben bunları da söyledim" sözleri bunlar. Ve hani olur da okuyucu bu sefer olumlu olan sözleri Atatürk'e yakıştırırsa, önceki sayfalarda Kâmil'in başa gelişiyle ilgili olumsuz durumları da kabul etmek zorunda olur gibi bir cinlik:) Vallahi kızmıyorum. Atatürk benim kahramanım. Özellikle bir kadın olarak ona minnettarım. Atatürk'e yönelen her kötü söz, yapılan her haksız itham beni üzer, kızdırır. Ancak Orhan Pamuk'a kızmıyorum. Çünkü Kâmil ile Atatürk'ü kastettiğini düşünmüyorum. O sadece bunun illüzyonunu yarattı. Yine hakkında konuşulsun istedi ve konuşuluyor da. Zeki adam. Ben olsam yapmam, bu nedenle kendisini tutmuyorum. İyi bir yazar olduğu halde, Nobel'i almak için kendisinden beklenen sözleri sarf ettiğini de düşünüyorum. Ancak kitaplarını seviyorum, okurum. Her şey bir yana Veba Geceleri'nde "Bakın ben de tarih yazdım! Her yazılan doğru olabilir mi?" göndermesini takdir ettiğimi de belirtmek isterim.

    20- VİŞNENİN CİNSİYETİ - JEANETTE WINTERSON

    Çok farklı, çok hoş bir roman bu. Mekân İngiltere, tarih 1700'ler. Ancak ortam fantastik. Kadın kahramanımız devasa görünümüyle dikkat çekiyor. Güçlü, korkusuz. Köpek dövüştürüyor. Şiddete yatkın. Onun yüreğini ısıtan şey oğlu Jordan. Thames Nehri kıyısında bulduğu, büyüttüğü Jordan. Jordan, hayâl dünyası geniş, hep uzakların, gitmenin, maceranın peşinde bir oğlan. Nitekim gidiyor da. Bir gemiye binip uzaklaşıyor annesinden. Kadın dile dökemese de çok seviyor oğlunu ve onu çok özleyeceğini bilerek, gitmesine, hayallerini gerçekleştirmesine engel olmuyor. Bir annenin, bir oğlunun kafasından geçenleri okuyoruz. Jordan masal gibi şeyler anlatıyor. Kendi dünyasına ait bir balerini arayıp duruyor. Kadın ise hayatına, geçmişine, hislerine davet ediyor bizi. Bütünlük oluşturan ancak ayrı ayrı da okunabilecek metinler halinde ilerliyor kitap. Bir sona bağlanıyor. Şu satırları yazarken tekrar dönüp okumak istedim. O kadar sevdim Jordan ve annesinin hikâyesini. Winterson'ın tarzını seviyorum. Bu kitap "Dans Eden On İki Prenses" masalını değiştirdiği, masallara aykırı şiddetli bir yorum getirdiği bölüm için dahi okunur. 
    Jordan, bildiğiniz gibi Ürdün Nehri'nin İngilizcesi. Thames'de bulduğu oğluna yine bir nehrin ismini vermesi konusunda şunları söylüyor kahramanımız:
    "Akışı olmayan bir su birikintisinin adını vermeliydim ona. O zaman onu elimde tutabilirdim. Ama ona bir ırmağın adını verdim ve sel geldiğinde beni bırakıp gitti." 
    Annesi ve babası üzerine söylediği sözler de çok etkileyici. İstisnaları ayrı tutarım ancak annelik ve babalık davranışları üzerine tespit gibi tespitler:
    "İnsanların benden korktuklarını biliyorum. Ya köpeklerimin havlamalarından ya da boyumun hepsinden uzun olmasından çekiniyorlar. Çocukken bir keresinde babam beni kucağına almaya kalktı, iki bacağı birden kırıldı. O günden sonra bana hiç dokunmadı, köpekleri terbiye etmek için kullandığı kamçının ucuyla dürtüklerdi, o kadar. Ama annem ( ki çok yaşamadı), rüzgârlı havada sokağa çıkamayacak kadar hafif, naif olmasına karşın, beni sırtına vurduğu gibi kilometrelerce taşırdı. Büyücülüğüyle ilgili birtakım dedikodular çıkmıştı ama sevgiden daha güçlü ne olabilir?"

    21- KLARA VE GÜNEŞ - KAZUO ISHIGURO
    Bu romanla Ishıguro geleceğe götürüyor bizi. Hani teknolojinin geldiği nokta doğrultusunda konuşulmaya başlanan bazı konular var ya... İnsanın genetik müdahalelerle geliştirilmesi gibi, ölen sevdiğinden ayrılmamak için onun sanal görünümünü ya da robotunu yapmak gibi rahatsız edici ancak olasılık dahilindeki konular... İşte bu gibi fikirlerden yola çıkarak bir hikâye oluşturmuş yazar. Klara bir YA. Yani Yapay Arkadaş. Ergenlik çağındaki çocukların sağlıklı gelişimi için satın alınan robot arkadaşlardan biri. Josie tarafından seçiliyor. Josie daha iyi okullarda okumak, daha gözde meslekler edinmek için genetik müdahale yapılırken hastalanmış, yorgun bir çocuk. Bir de Rick var. Josie'nin en yakın arkadaşı Rick ailesinin doğallık tarafında olması nedeniyle müdahale edilmemiş bir çocuk. Yani yeni dünyanın insanları ile geleneksel kalanlar bir arada. Klara ise mekanik bir varlık. Enerjisini güneşten alıyor. Tanrı fikrini bilmese de Güneş onun için -okuyucunun değerlendirmesiyle- Tanrı gibi bir şey. Klara Josie'nin iyileşmesi için Güneş'le bir anlaşma yapıyor. Josie iyileşecek mi? Rick, Josie ve Klara'nın hayatları nasıl ilerleyecek? Bunların cevabı kitapta. Çok katmanlı, üzerine düşünülesi bir roman Klara ve Güneş. 

    22- PAULO COELHO/BİR SAVAŞÇININ YAŞAMI - FERNANDO MORAIS
    Paulo Coelho hayranı değilim ama gençlik zamanımdan beri birkaç kitabını okudum. Hayatına dair pek bir fikrim yoktu. Mistik altyapılı romanlar yazdığı için huyunun suyunun hep o yönde olduğunu sanırdım. Değilmiş:) Adam bildiğin satanizmden, bambaşka bir hayattan dönüp bu noktalara gelmiş. İlgimi çeken bir hayat hikâyesi var. Bence asi, farklı, hayâl gücü geniş bir çocuk ve genç iken ailesi tarafından baskı altına alınması, potansiyelinin yanlış yönlendirilmesi onun daha da farklı yollara sapmasına sebep olmuş. Oğullarını defalarca akıl hastanesinde yatıran aileyi suçladım doğrusu. Halâ normal olduğu söylenemez (kime göre, neye göre normal konusu bir yana) ancak kendi gayretiyle kendini bulması, başarılı bir kariyer yaratması takdire şayan. Anladığım kadarıyla seri katil bile olabilirmiş:) Zira çocukluğunda ve gençliğinde düşündüğü, kalkıştığı karanlık işler bu konuda ipucu gibi. Kaç kişinin aklına çocuk denecek kadar genç bir yaşta intihara kalkışıp başaramayınca ölüm meleğini çağırmış bulunduğu ve bunun için kan dökmesi gerektiği fikri gelir de gider koyun keser? Gibi... Bu kitabı ilgiyle okudum anlayacağınız. Ünlü bir yazar olmayı daha çocukken kafasına taktığını, bunun için çok uğraştığını öğrendim. Enteresan tanıtım çalışmaları dahil. Rusya'da en çok okunan yazarmış. Mısır'da hep korsan kitapları satıldığı için kalitenin düşmemesi adına oradan telif hakkı almamaya başlamış. Cimriymiş. Ailesinin durumu iyi olmasına rağmen hiç lüks tüketimde bulunmamış. Takıntıya varan huylara sahipmiş. Bazı kelimeleri negatif enerji verdiği için söylemezmiş ki bunların önemli bir kısmını siyasilerin isimleri oluştururmuş. Onun yanında bu isimler söylenirse üç kere tahtaya vururmuş. Çocukken günlük tutmaya başlamış ve hiç aksatmamış. Kitap da bu sayede rahat yazılmış. Gereksiz ama enteresan bir bilgi: Otomatik vitesi amcası keşfetmiş:) 

    23- AY VE ALTI PENİ - SOMERSET MAUGHAN

    Paul Gauguin'in hayatından esinlenerek yazılmış bir roman. Ressamın hayatı hakkında çok fazla ayrıntı yok aslında. Yazar Maughan boşlukları kafasında çok iyi doldurmuş ve yazıya dökmüş. Gauguin'den bağımsız baktığımızda, sanata tutkun bir ressamın maddi yoksunluk tehlikesine rağmen tutkusundan vazgeçmemesi üzerine, kadın-erkek ilişkileri üzerine, toplumsal normlar üzerine iyi düşünülmüş bir roman. Kitabın anlatıcısı bir yazar. Gauguin olduğu söylenen ressam Charles Strikland'in arkadaşı. Borsacı Charles yolunda giden aile hayatını bırakıp eşini terk edince, yazarımız onunla konuşmakla görevlendiriliyor. Yazar arkadaşı anlıyor ki Charles'ın aklında, gönlünde resimden başka hiçbir şey yok. Çok farklı resimler yapıyor. Bin bir zorlukla yaşadıktan sonra peşinde olan birinden uzaklaşmak için bindiği gemi Tahiti'ye uğradığında, onun yerinin burası olduğunu anlıyor. Hayatının geri kalanını burada geçiriyor. Her zaman olduğu gibi resimleri o öldükten sonra değer kazanıyor. Olay kısaca bu fakat birçok güzel ayrıntı var tabii. 

    24- TANPINAR'IN İZİNDE BEŞ ŞEHİR - ALBERTO MANGUEL
    Arjantinli yazar Alberto Manguel, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın meşhur kitabındaki beş şehrimizi gezmiş, yazmış. Yeni bir kitap bu. Bir miktar siyasi okumaların eşliğinde ilerlemiş. Diplomat babasının Atatürk hayranlığı nedeniyle Türkiye'ye ilgi duyan bir yazar Manguel. Burada pek çok tanıdığı, dostu var. 
    "Şehirler mecazi kimlikler edinirler: Oyunbaz ve çocuk gibi olan şehirler vardır (Sidney, Salzburg, San Francisco), bir babalık (Hamburg, Torino, Madrid) ya da annelik hissi yaratanlar (Venedik, Lima, Krakow)... Kimileri ise hiçbir aşina imaj uyandırmaz (Taipei, Los Angeles, Tokyo). Ankara baba gibi bir şehirdir, ama belli bir otoriter mesafe koyar. Babamın, benim aksime Ankara'da daha rahat edeceğini hissediyorum."
    İstanbul'un da diğer büyük şehirler gibi kalabalık olduğunu ama bu kalabalığın farkının insanların meraklı gözlerinde yattığını söylüyor yazar. Şöyle ekliyor: "...altta yatan açıklanmamış bir eğlenme duygusu, kaygısız bir merak niteliği varmış gibi. Herkes başka birinin ne yaptığına dalmış, herkes görebildiği ve anlayabildiğiyle ilgili." Bu tespite o kadar katılıyorum ki. Bizdeki herkesi inceleme , bir başkasına gözünü dikme durumundan oldum olası şikâyetçiyimdir. Yolda karşıdan gelen insan sana baka baka yaklaşır mesela. Müthiş rahatsız edici. Manguel yumuşak benzetmeler yapmış bu durum için, benimse daha katı fikirlerim var bu konuda. 

    25- BİR KAYIKTA ÜÇ KAFADAR - JEROME K. JEROME

    2021 listesinin en neşeli kitaplarından biri. Okumak için geç kalmış olduklarımdan. Aslında bu bir klasik. Defalarca sinemaya ve tiyatroya uyarlanmış. 
    1800'lü yıllarda Thames nehri üzerinde, tekneyle gezintiye çıkan üç arkadaşın ve bir köpeğin hikâyesini anlatıyor. Okurken çok güldüm, çok eğlendim. Thames üzerinde olup da bahsettikleri kentleri ve kasabaları internetten inceleye inceleye ilerledim. Onlarla birlikte gezdim. Biraz ciddiyet, biraz mizah şeklinde akıyor roman. Örneğin anlatıcı, Kraliçe 1.Elizabeth'in hanların müdavimi olduğunu, Londra'nın 10 mil civarında uğramadığı han bulmanın zor olduğunu, Sezar'ın da bu civarda ayak basmadık yer bırakmadığını ancak onun bakire kraliçe Bess'ten daha saygın olduğu için hanlarda konaklamaya tenezzül etmediğini söylüyor:)

    26- ON DÖRT YAŞINDAKİ KÜÇÜK DANSÇI - CAMILLE LAURENS
    Edgar Degas'nın "On Dört Yaşındaki Küçük Dansçı" heykelinin modelliğini yapan Marie Genevieve Van Goethem hakkında, dönemin şartlarına da ışık tutarak ilerleyen bir araştırma kitabı. "Bir Ressam, Bir Resim" serisinin Edgar Degas bölümünde bu kitaptan faydalanmıştım. Tekrar olmaması adına, daha önce okumamış olanlar için yazının linkini şuraya iliştiriyorum: Edgar Degas - Bale Sınıfı 

    27- HAYATIN İKİNCİ YARISI - SERYAL DİNÇER

    Astrolojiye inanır mısınız? Ben inanıyorum. Dünyayı oluşturan elementler insan vücudunda da olduğu için evrenin bir parçası olduğumuzu ve dolayısıyla yer, gök, sular, gezegenler vb. evreni oluşturan her şeyin bizi etkilediğini düşünüyorum. Bunu herhangi birinden dinleyip ikna olmuş değilim, kendimi bildim bileli böyle hissediyorum. Yani son yıllarda ortaya çıkan astroloji furyasından etkilenerek söylemiyorum bunları. Gezegen döngülerinin dünyaya, bireye etkisi olduğuna inanıyorum. Yalnız bu etki sadece burçlar bazında değerlendirilecek, günlük burç yorumlarını okuyarak sonuç çıkarılacak bir durum değil. Fal hiç değil. Olayın bütününe bakma ve yorumlama işi. "Şu tarihte şunlar olacak" gibi bir kesinlik içermez astroloji. Hayatımızın hangi döneminde, hangi alanlarda ne gibi kolaylıklar ya da zorluk riski var, amacımız ne olmalı, hangi yönlerimizi törpülemeliyiz ya da yüceltmeliyiz gibi daha pek çok konu hakkında ipuçları veren bir sistem. Ve herkesin gökyüzü haritası kendine özel. Kafayı takmadan, abartmadan ufak ufak ilgilenmeyi seviyorum. Birkaç astrolog takip ediyorum. Seryal Dinçer de onlardan biri. Onun "Hayatın İkinci Yarısı" isimli kitabı 30'lu yaşların sonundan itibaren yaşanan değişiklikleri astrolojik açıdan bakarak anlamlandırma üzerine kurulu. Ayrıntı verirsem astrolojiye ilgi duymayanlar için sıkıcı olacaktır. O yüzden ben ilgilisine kitabı tavsiye edeyim.
    Yalnız tişörtümün üzerine yerleştirdiğim kitaplı fotoğrafa ne diyorsunuz? Bu sene listede fotoğraf az. Hem Instagram'ı bıraktığım için, hem de salgın nedeniyle evden fazla çıkmadığımızdan. Kafe okumaları az, seyahat az. Evde de ne kadar fotoğraf çekebilirim artık? O kadar büyük bir ev de değil, çekilecek nokta kalmadı:) 
    

    28- BETON BAHÇE - IAN MC EWAN
    Yaşları 4 ile 17 arasında değişen dört kardeş, anneleri ölünce yetimhaneye gitmemek için bir plan yaparlar. Annelerini bodrumdaki bir sandık içine yerleştirip üzerine beton dökerler ve olan biteni kimselere belli etmeden hayata tutunmaya çalışırlar. Gerisi Ian McEwan okurlarının bildiği tarzda ilerler. Hüzünlü, karanlık, gerilimli bir hikâye. 

    29- ADANMIŞLIK - PATTI SMITH
    Yine Patti Smith'in anıları. Yalnız bu kez bir farklılık var. İşin içinde bir öykü de var. Smith bir iş seyahati için Fransa'ya gidecektir. Bu seyahate hazırlanırken, sonrasında yolda ve en sonunda Fransa'da karşılaştığı bir takım ufak tefek olayların ona ilham vermesiyle "Adanmışlık" isimli öykü çıkar ortaya. Yolculuk için internetten bir araştırma yaparken Risttuules isimli bir Eston filmine rastlıyor örneğin. Paris'te otelde dinlenirken televizyondan buz pateni yarışması izliyor. Bu ve bunun gibi rastlantıların algı kırıntıları birleşiyor kafasında, öyküsünün parçası oluyorlar. Tam evden çıkarken uçakta okumak için kütüphaneden çektiği Simone Weil biyografisini uçakta okuyor. Weil'in mezarını bulmak için bir ara Paris'ten Londra'ya geçiyor. Simone Weil de ona ilham oluyor. Kısacası, hem bir seyahatin notlarını okuyoruz, hem de bir yazarın eserini oluştururken nelerden ilham alabiliceğine tanık oluyoruz. Müthiş bir kurgu, enteresan bir fikir. Patti Smith'i boşuna sevmiyoruz. 

    30- UZAK ÜLKE / BİR KIBRIS ÇOCUKLUĞU - TANER BARLAS
    Normalde bilmediğim, sahafta görüp aldığım bir anı kitabı. Kıbrıs'a dair. Taner Baybars kütüphaneci ve şair. Aslında hukuk eğitimi almış ancak edebiyata düşkün. Kıbrıs'tan sonra İngiltere ve Fransa'da yaşamış. Kitapta 1940'lı yılları, 11 yaşına kadar olan çocukluk dönemini anlatıyor. Okul müdürü babasının görev yaptığı Vavilya köyünü ve Minareli Köy'ü dinliyoruz ondan. Yazları Lefkoşa'da, bol akrabalı evlerde geçiriyorlar. Türkiye'den gelen maddi manevi her şey çok kıymetli. Milliyetçilik var ancak Rumlar'la aralarında sorun yok. Kıbrıs'ta üst sınıfta eğitim önemli. Çok kitap okunuyor, iyi okullar hedefleniyor. Bir roman tadında yazmış Taner Barlas. 
Keyifle okudum. Bir şehrin, bir ülkenin geçmiş dönemlerini gerçek hayat hikâyeleriyle öğrenmeyi seviyorum. 

    31- İÇERDEKİ KEDİ - WILLIAM S.BURROUGHS

    Son zamanlarda sayısı gözle görünür şekilde artan kedili kitaplardan biri. Beat kuşağı yazarlarından Burroughus'un kedi sevgisini merak ettim. Tatlı tatlı anlatmış. "Kedilerimle aramdaki ilişki beni ölümcül ve her şeye nüfuz eden bir cehaletten kurtardı" diyor. Kediler yaşlılığında ona iyi arkadaş olmuşlar belli ki. Kitapta değişik bir şey yok aslında. Kedi dostlarının bildik fikirleri ve onlarla yaşadıklarından ibaret tanıdık anekdotlar. Fotoğraftaki arkadaş da Orhun'un iş yerinden:) İsmi Fluffy:)

    32- GURMENİN SON AKŞAM YEMEĞİ - MURIEL BARBERY
    Bir Fransız gurmemiz var. Alanında tek. Eleştirilerinde son derece acımasız, ukalâ, piyasayı yönlendirebilen biri. Bu adam birkaç gün ömrü kaldığını öğreniyor ve hasta yatağında onda izi kalmış olan tadın hangisi olduğunu düşünmeye başlıyor. Kitap bir onun, bir de yakın çevresinin anlatımıyla ilerliyor. Örneğin çocuklarının... Arası iyi değil onlarla. Bu aksi adam hayatındaki en iyi tadı bulmak için geçmişini yokluyor. Annesinin kökleri Rabat'ta olduğu için çocukluğunda her sene gittikleri Fas'ı ve oradaki kebapçıyı anıyor. Bretonya'da kalabalık aile sofrasında yedikleri ızgara sardalyaları hatırlıyor. Büyükbabası sabahları balık haline gidip özenle seçiyor sardalyaları.
    "Et erkeksi ve güçlüdür, balıksa hayret verici ve acımasızdır. Asla teslim alınamayacak olan gizemli bir denizden, bir başka dünyadan gelir".
    Muhteşem bir bahçesi olan teyzesinin domateslerine uzun uzun övgüler düzüyor. Ustasından yediği ve unutamadığı suşiler geliyor aklına. Rafine zevklere sahip amcasının sakin sakin hazırladığı yemeklerin kokusunu hissediyor. Plajdan koşarak geldiğinde yediği ekmeklerin tadını düşünüyor sonra. Rastgele davet edildiği bir masada sohbet eşliğinde yenen yemekler düşüyor aklına. Sabahları mutfağı saran iyi kızarmış kruvasanların kokusunun köpeğinin başına nasıl sindiğini hatırlıyor. Fakat aradığı tat ve koku bunların arasında değil. Acaba nerede? Acaba hangisi? Cevabı kitapta:) 

    33- MEDICI AİLESİ - TIM PARKS
    Üniversite hayatım boyunca Avrupa sanatına dair derslerde adını sık sık duyduğumuz, bol bol andığımız sanat hamisi aile. Floransa'yı Floransa yapan, papalar, krallar çıkaran güçlü Medici Ailesi. Kentte bir turist olarak gezdiğimizde hayran kaldığımız Rönesans eserlerinin yapılmasına vesile olanlar. Tim Parks bu aileyi beş kuşak üzerinden anlatmış. Türkçe'ye çevrildiğini duyar duymaz aldım ve okudum. Öncelikle banker aile olarak bilindikleri için konu sanattan çok ekonomi ve siyaset üzerine yoğunlaşsa da sanat koruyuculuğunun es geçilemeyeceği bir anlatı. O kadar çok not almışım ki. İşin sanatsal kısmını biliyordum ancak bankerliğin de tarihini çözdüm diyebilirim:) Kitap ilginizi çekmiyorsa, ancak aileyi merak ediyorsanız bir dizi önerebilirim. Gerçi ben henüz seyretmedim. "Medici: Masters of Florance" nasıl acaba? iyi gibi duruyor. İzleyen varsa görüş alabilirim. 

    34- SESSİZ EV - ORHAN PAMUK
    Daha önce okumadığım Orhan Pamuk romanlarından biriydi, buna da tik atmış oldum. Yazarın diğer romanlarına göre daha basit bulsam da sevmediğimi söyleyemem. Tarih: 1980. Mekân: Bir sahil kasabası olan Cennethisar. 
Eski bir evde yaşayan babaanne, onu ziyarete gelen torunları, babaannenin günlük işlerini gören cüce Recep ve yeğeninin hikâyeleriyle hatırlatılan birtakım ülke hâlleri. Her dönemin getirisi ve kurbanları ayrı. 

    35- BALIKÇI VE OĞLU - ZÜLFÜ LİVANELİ
    Canım, ciğerim, hümanistim, iyi niyetli müzisyenim, derdi olan yazarım Zülfü Livaneli yine gündemi hatırlatan bir roman yazmış. Mülteci sorununa ama en çok da bu hengâmede yitip giden çocuklara odaklanmak istemiş. 
İyi niyetli insanları anmayı unutmamış. Okuyup da "Edebi yönden zayıf" vs. şeklinde yorum yapanları görüyorum. Adam, dünya meseleleri bari akıcı bir roman olup okunsun, öğrenilsin, kayda geçsin diye yazıyor. Yüksek edebiyat ürünü eserler değiller belki ama kusura bakmayın baştan savma da değiller. Net, sade ve akıcı konuşuyor, konuştuğu gibi de yazıyor. Romanın özündeki konuya odaklanılsın istiyor. Ben bu gözle bakılması gerektiğini düşünüyorum. 
    Balıkçı ve Oğlu, çocuğu olmayan balıkçı Mustafa'nın denizde bir bebek bulması ve onu evine götürmesi, karısı Mesude'yi ikna ederek gizli saklı büyütmeye çalışmalarını anlatıyor. Son derece insanı bir hareket ancak sürdürmesi zor. Devamı kitapta...

    36- GÜLERYÜZLÜ SOHBETLER - MEHMET GÜLERYÜZ
    Ressam Mehmet Güleryüz'ün sanat çevresinden dostlarıyla yaptığı küçük söyleşilerin kitabı. Birkaç isim vermek gerekirse: Abidin Dino, Aziz Nesin, Şakir Eczacıbaşı, Nilüfer Göle, Neş'e Erdok, Buket Uzuner, Ali Ulvi, Avni Arbaş, Behiç Ak... 

    37- TAŞ OLSA ÇATLAR - MARK FREEMAN
    Günümüz insanının kaygılı, endişeli bir hali var ya hani? İşte bu kitap endişelerle, takıntılarla dolu zihnimizi nasıl susturmak gerektiğiyle ilgili birtakım egzersizler sunuyor. Olaya metafizik açıdan yaklaşmaması; uygulanabilir, yoklanabilir teknikler önermesi açısından ilgimi çekti. Kendimi ve başkalarını daha iyi anlamak için okudum. Hepimizin hissettiği, endişe ettiği, ulaşmak istediği şeyler aynı aslında.

    38- MARİFETLER - URSULA K.LE GUIN 

    Ursula K.Le Guin'in eserlerinin bana göre fazla fantastik olduğunu düşünür ve kaçınırdım. Yaz tatilinde, Kaş'ta bir kitapçıda Marifetler'i görünce artık okuma zamanının geldiği hissettim ve aldım. İyi ki almışım. Hiç de benim korktuğum gibi değilmiş. Bu demektir ki yazarın diğer kitaplarını da okuyacağım. 
    Efendim yine farklı bir alemdeyiz. Dağlılar var, Ovalılar var. Ovalılar, yani kentliler... Dağlılar rekabet halinde klanlara ayrılmışlar. Her klanın ayrı marifeti mevcut. Öyle fazla uçmalı kaçmalı şeyler değil ama etkili özellikler. Çözme yeteneğine, yani baktığı her şeyin içten un ufak olmasına sebep olan bir yeteneğe sahip genç Orrec'le, hayvanları çağırma özelliğine sahip Gry'ın arkadaşlığını (belki de aşkını), aileleriyle olan ilişkilerini, klanlar arasındaki rekabeti okuyoruz. Orrec ve Gry, marifetlerini kullanmak istemiyorlar. Bir gün Ovalılar arasından kaçan ve bir şekilde Orrec'in klanında birkaç gün saklanan bir hırsız, bu iki gencin kafalarının karışmasına sebep oluyor. Ovalı hırsız onları tanımaya, anlamaya çalışırken kendi geldiği yerleri de anlatıyor. Orrec'in annesi de Ovalı'ydı ve oğlu ile Gry'a okuma-yazmayı öğretmişti. Madem akıllı ve eğitimlilerdi, dağlardaki rekabetten hoşlanmıyorlardı, o zaman onları kente inmek için tutan neydi? Devamı diğer iki kitapta imiş. "Sesler" ve "Güçler". İlk fırsatta onları da okumalı.


    39- ALMAN KOLEKSİYONCU - MANUEL BENGUIGUI
    Alman Ludwig resim sanatına tutkun. Yenilerini görmek, daha önce gördüklerini tekrar izlemek için yaşıyor. İlk Dünya savaşına katıldığı gibi ikincisinden de kaçamıyor ve göreve çağrılıyor. Kendisini bir şekilde ERR'ye, yani kültürel nesnelerin Naziler adına el konduğu birime atıyor. Tablolara yakın olmak için yapıyor bunu. Zamanının çoğunu Louvre'da geçiriyor. Deli gözüyle bakılıyor ona, ancak en iyi eserleri belirlemede o kadar usta ki kimse yerini değiştiremiyor. Müzede, Fransa'nın kültürel mirasını korumayı iş edinmiş, gizlice bunun için çalışan genç bir kadınla tanışıyor. Anlıyorlar birbirlerini. Sonrası onlar adına ve korumaya çalıştıkları eserler adına bol heyecan, bol gerilim... İçindeki boşluğu sanatla dolduran, savaştan nefret eden Ludwig'in hüzünlü hikâyesi bu.
    Savaş romanları okuduğumda, filmler izlediğimde, evine kısa süreli izinlerle gelmiş askerlerin günlük hayatlarını bırakıp tekrar cepheye dönmelerine üzülürüm hep. "Nasıl dönebiliyorlar?" diye düşünürüm. Kitapta bunun hakkında kısa bir bölüm var ki beni bir parça aydınlattı.
    "Ve zaman zaman eve dönme fırsatı çıktığında, cephenin gürültüsü, sanki Fransız topçu ateşi gümbürtüyle yandaki odaya düşmüşçesine halâ kulaklarında çınlıyor, bu bir saplantı haline geliyor ve insan şu bitsin, şu ya da bu şekilde sesler kesilsin diye, gerçekten oraya dönmekten başka bir şey düşünmüyor". 
Bir an önce döneyim de şu savaş bitsin artık düşüncesi. Korkunç değil mi?
    
    "Ludwig başka ressamların karakterlerini sıralamada uzun zamandır usta: Memling'in iri ve düz burunlarını, Botticelli'nin bombeli ve hafifçe kıvrık burun kanatlarının altındaki ince uzun burun deliklerini, Dürer'de göz bebeklerinin asimetrik konumunu, Rogier'nin belli belirsiz altı çizilmiş göz kapaklarını, Bellini'nin sıcak renklerini, Piero della Francesca'nın ve Mantegna'nın soluk renklerini, Altdorfer'in yaprak öbeklerini ve Patinir'in manzaralarını..."

    40- DOĞU EKSPRESİ - JOHN DOS PASSOS
    Yazar John Dos Passos'un Doğu'ya yaptığı seyahatin kitabı ve onun ressamlığı hakkında daha önce yazmıştım. Okumak isteyenleri şuraya beklerim: John Dos Passos - Mağara
    Yine de tadımlık bir bölüm ekleyeyim. İstanbul'un hep güzelliklerinden bahsedilecek değil ya, işgâl altındaki İstanbul hakkında şöyle bir gözlemde de bulunmuş Passos:
    "...yukarıda parlak mavi gökyüzü, zihnimde İstanbul, sokaklarda kasılarak yürüyen itilaf inzibatları, Pera Palas'ın tahtakuruları, uzun vize ve pasaport kuyruklarındaki hırpani insanlar, çökmüş, sararmış yüzlerinde gök mavisi gözleriyle Ruslar; her köşe başında kâğıtlar, bebekler, sigaralar, halkalı şekerler, kartpostallar, kuklalar, takılar satan Ruslar; saray yıkıntılarının avlularında hasırlara çökmüş uzun burunlu Ermeniler, İstanbul camilerinin etrafındaki ağaçların altında sessizce oturan Makedonyalı Türkler, Yunan sığınmacılar, Yahudi sığınmacılar, yanmış çarşıların kömüre dönmüş yolları; bir gece geç vakitte, kenetlenmiş ellerini yüzüne bastırıp hıçkırıklara boğulan tek bacaklı adam."
    
    41- PARİS BİR YALNIZLIKTIR - FERİDUN ANDAÇ


    Feridun Andaç'ın mail kutuma düşen "Edebiyat Haberleri" sayfasındaki yazılarını okuyorum. Aşinalığım var yani. Fakat tarzını sevip sevmediğim konusunda hep kararsız kaldım. Bu kararsızlığı belki sonlandırırım fikriyle Paris Bir Yalnızlıktır'ı okudum. Yazarın Paris sevgisini biliyordum, belki henüz gidip görmediğim bu şehir hakkında farklı bilgiler edinirdim. Olmadı. Kararsızlığım devam ediyor. Andaç, Paris'teki yazma serüvenine, kendi içindekilere odaklanmış. Yazacağı kitapların çatısını oluşturmuş. Paris baş rolde değil. Fakat "Kafede oturup yazdım" vurgusu bol. Herhangi biri Paris'in kafelerinden başka bir şeylerden de bahsetse mesela. Neyse... 
Feridun Andaç'ın kitapta yer verdiği, Nazım Hikmet'in Paris dizelerine bırakayım sözü:
    "Hangi şehir şaraba benzer?
     Paris.
     İlk bardağı içersin
     buruktur,
     ikincide dumanı vurur başına, 
     üçüncüde mümkünü yok masadan kalkmanın,
     garson, bir şişe daha getir!
     Ve artık nerede olsan, nereye gitsen 
     Paris'in ayyaşısın
     iki gözüm."

    42- ZAMİR - HAKAN GÜNDAY
    Hakan Günday sevgimden defalarca bahsetmiştim. Yeni romanı çıkar çıkmaz okudum."Daha", "Az" ya da "Kinyas ve Kayra" kadar etkilemedi beni. Siyasetin nasıl şekillendiği, tüm dünyada aynı anda neler olup bittiği, neler olabileceği konusunda düşünme imkânı yaratan bir roman olduğunu söyleyebilirim. Aslında Günday'ın kitapları hep öyle ama bunda bir bombardıman var. Tüm görüşlerini biriktirip adeta kusmuş yazar. Bunu romanın kahramanı Zamir üzerinden yapmış. Zamir, doğar doğmaz kendini mülteci kampında bulan ve aynı anda bir patlamada yüzünü kaybeden bir çocuk. Yüzü olmayan haliyle yardım kuruluşlarının yüzü oluyor. Ülke ülke geziyor. Bir noktada kendine biçilen görevi bırakıp Barış Vakfı'nda çalışmaya başlıyor. Amaçları, ne olursa olsun barışı inşa etmek. Bunun için tavizler vermek gerekiyorsa veriliyor. İşler kimi zaman gizli kapaklı yürüyor. Daha çok kişinin ölmesindense örneğin, daha az kişi feda edilerek anlaşma sağlanıyor. Bu sırada dünya üzerinde devam eden şiddete, Zamir'in iç sesine tanık oluyoruz. Hakan Günday tarzında ilerleyen bir roman."Dünya başıma yıkılmış gibi yazdım" diyor Günday. "Ne yazarsan yaz, gerçekten daha şiddetli değil" diyor. "Zamir'in konusu herkesin herkese saldırdığı bir dünya resmi" diyor. Daha ne desin? (Gazete Duvar, 21 Ekim 2021 tarihli röportaj)


    42- BİR DİNAZORUN GEZİLERİ - MİNA URGAN

    Seneler önce Bir Dinazor'un Anıları'nın okumuştum. Tabii ki çok sevmiştim ve faydalanmıştım ancak Geziler bölümünü ihmâl etmişim. Yine bir sahafta görünce okumadığım aklıma geldi ve 2021'in benim için son kitabı bu oldu. Planlamamıştım ama Uludağ gezisi sırasında bitirdim. Uludağ'ın en eski otellerinden Fahri Otel'de konaklamıştık. Otelin duvarlarında yer alan eski fotoğrafları incelerken Mina Urgan'ın da olduğunu gördüm:) 
Zaten yolda onun Uludağ anılarına ait bölümü de okumuştum. Şahane bir tesadüf oldu. Bir Dinazorun Anılarını ve Gezilerini, bu iki kitabı okuyan çoktur. O yüzden ayrıntıya girmeyeyim. Hem yazmaktan yoruldum artık:) 
Bir dönemi anlamak için faydalı ve hoş kitaplar. 
    Mina Urgan'ın seyahatleriyle yılı bitirdiğime göre totem sayabilirim ve 2022 için güzel seyahatler dileyebilirim. Bol bol okuyayım, öğreneyim yine bu sene. Yazının sonuna kadar benimle olan herkese teşekkür ediyorum. 
Keyifli okumalarınız olsun!


    Önceki listeler için bkz:  2020
                                                                   2019
                                                                   2018
                                             2017          
                                             2016
   

BİR RESSAM, BİR RESİM (35)

$
0
0
    MİHRİ MÜŞFİK (1886 - 1950) - OTO-PORTRE

    Aklımdan çok ressam geçti ancak bu hafta bir türlü vakit bulup da yeni bir yazı yazamadım. Madem öyle, serinin 35.bölümünü çok sevdiğim Mihri Müşfik'e ayırarak, ona ait eski bir yazımı sonuna bir parça ekleme yaparak tekrar paylaşmak istiyorum. Daha önce bahsetmiş olduğum kadın ressamlarımızın akademik eğitim almalarının yolunu açan önemli bir isim Mihri Müşfik. Zaten bu seri onsuz eksik kalacaktı. Kısacası, vakit bu vakittir!
   Askeri Tıbbiye'nin ünlü hocalarından Dr. Mehmet Rasim Paşa'nın kızı olan Mihri Hanım,1886 yılında İstanbul'da doğar. Batılılaşma hareketleriyle oluşan alafranga yaşamın sürdüğü konaklardan birinin kızı olarak özel hocalardan yabancı dil, resim, edebiyat ve müzik dersleri alır. Ev içindeki alafranga ortamın ve kendi cesur yaradılışının uzantısı olarak Meşrutiyet döneminin özgür, Batılı kadın tipinin temsilcilerinden biri olur. Öyle ki henüz genç kızlık döneminde belki resim eğitimi için, belki de bir gönül ilişkisinden dolayı Roma'ya gider. Roma'dan sonra Paris'e geçen Mihri Hanım, resim eğitimini bu şehirde de sürdürür. Paris'te Montparnasse Bulvarı'nda kiraladığı evini atölye gibi kullanır ve portreler yaparak geçimini sağlar. Geçinmenin bir yolu da evinin odalarını kiraya vermektir. İşte bu sırada kiracısı olan Siyasi Bilimler öğrencisi Müşfik Selami ile evlenir ve "Mihri Müşfik Hanım" olur. Eşiyle birlikte Paris'te sürdürdüğü bohem yaşantı daha sonra Türkiye'de de devam eder. Paris'te tanıştığı maliye Nazırı Cavit Bey'in önerisiyle 1913 yılında İstanbul Darü'l-Muallimatı'na resim öğretmeni olarak atanan Mihri Müşfik, bir yıl sonra devrin eğitim bakanının huzuruna çıkarak kızların da yüksek öğrenim düzeyinde sanat eğitimi alabilmesi gerektiğini belirtir. Böylece 1914 yılı sonbaharında onun önerisiyle İnas Sanayi-i Nefise Mektebi (Kadın Güzel Sanatlar Okulu) açılır. Osman Hamdi Bey tarafından kurulan Sanayi-i Nefise Mektebi, yani bugünün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, bu girişime kadar sadece erkek öğrencileri kabul etmiştir. Bu deli dolu, yerinde duramayan genç kadın, Meşrutiyet döneminin özgürlükçü ortamını çok iyi değerlendirerek, Türk kadınının eğitimi açısından önemi büyük olan bir işe imzasını atmıştır. İnas Sanayi-i Nefise'nin ilk müdürlerinden biri olan Mihri Müşfik, aynı zamanda akademide hocalık da yaparak, daha sonra ressamlığı meslek edinecek olan kadın sanatçılarımızın eğitimine katkıda bulunmuştur. 1919 yılında İtalya'ya gidişine kadar özgür düşünce tarzıyla, pratik zekasıyla İnas Akademisi'nde bambaşka bir hava estirir.
    Yaşamını Türkiye, Roma, Paris ve Amerika'da geçiren sanatçımızın hangi tarihlerde bu ülkelerde olduğu çok net olmamakla birlikte, 1919 yılında İtalya'da bulunduğu kesindir. Bu kaçar gibi gidişin ardında İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleriyle yakın dostluğunun olduğu söylenmektedir. Bir yıl sonra geri gelen Mihri Hanım, Akademi'de hocalık yapmaya devam eder. 1922 yılında tekrar İtalya'ya gider. Bu tarihlerden sonraki yaşamı hakkında pek az bilgi mevcuttur. Kesin olan bilgiler, bu sırada eşi Müşfik Selami ile yollarını ayırdığı, İtalyan şair Gabriele d'Annunzio ile beraber olduğu ve onun aracılığıyla Papa'nın bir portresini yapmış olduğudur. Bir ara tekrar Türkiye'ye gelerek Atatürk'ün tam boy portresini yaptığı da bilinmektedir. Yaşamının çoğunu yurt dışında geçiren sanatçının ölüm tarihi kesin olarak bilinmemektedir. II.Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika'da yoksulluk içinde hayata veda eder ve kimsesizler mezarlığına gömülür. Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e geçiş aşamasında ülkemizde özgür kadın tipinin temsilcilerinden biri olan, sanat eğitimi görmek isteyen Türk kızları için akademik eğitim olanağı sağlayan Mihri Müşfik Hanım'ın yurt dışında yokluk içinde hayata veda etmiş olması üzücüdür. Fırtınalı hayatı içerisinde resim sanatı her zaman önemini korumuştur. Ancak onca çalışmasına rağmen eline hiçbir şeyin geçmediğinden yakınan sanatçı, bir tanıdığına yazdığı mektubunda "Senelerce çalıştım. Ne başardım? Hiç. Sağlığımdan oldum. Parasızım" diyerek sıkıntılarını belli eder. Ona göre ressamlık fedakarlık isteyen zor bir meslektir. 
    İlk resim eğitimini Fausto Zonaro'dan alan Mihri Hanım, güçlü desen anlayışına dayalı, titiz bir gözlem sonucu oluşturulmuş eserler üretmiştir. Çalışmaları arasında daha fazla yer tutan portrelerinde modelinin fiziksel özelliklerinin yanı sıra, iç dünyasını da başarıyla yansıttığı görülür. Bu yazının görselini oluşturan resim, 
1920 tarihli bir oto-portredir. Bir aile dostlarına "Sevgili Vecih'ciğime İstanbul Hatırası" cümlesiyle imzalanmıştır. Sanatçı kendisini açık ve güneşli bir mekânda betimlemiştir. Arka planda ağaç grupları olduğu düşünülen görünüm, yatay ve dikey düz fırça sürüşleriyle belirlenmiştir. Başlığın formu arka plan içinde erimiş ve ince ferace altındaki yüzün üst kısmı gölgeler içinde kalmışsa da figürün genç ve güzel bir kadın olduğu görünmektedir. Evet yüzünde peçe vardır ancak kendine güvenen ve alafranga yaşam tarzını benimsemiş bir kadın olduğu bellidir. Bu özellik Mihri Hanım'ın diğer kadın portrelerinde de göze çarpar. Kağıt üzerine sulu boya tekniğiyle yapılmış olan bu resim, oldukça küçük boyutlu olmasına rağmen ayrıntıların belirginliğiyle dikkat çeker. Özellikle figürün yüzü -ince bir tül altında olduğu hâlde- açıkça seçilir. Koyu renkli giysiyle zeminin boyanmadan bırakılmış hâli kontrast yaratarak denge oluşturur. Resmin genelinde ağırbaşlı renkler kullanılmıştır. Sanatçı, resmin sol tarafında boş bırakılmış yeri imzasıyla doldurmuştur. Aslında onun en önemli imzası, sanat okumak isteyen kadınlara akademinin yolunu açmasındaki gayretleridir. 

  



Viewing all 567 articles
Browse latest View live