İsmi defalarca değişen, en son ne dendiğini hatırlamak için internete başvurduğum üniversite sınavı, yani YKS henüz atlatıldı. Çevremde bu sene ilk defa sınava girmiş olanlar var. Hepsinin yolu açık olsun. Dilerim hepsi sevdikleri bölümü okuyup, sevdikleri mesleklere adım atarlar. Ancak bu çetrefilli bir konu. Öğrencilerin kimi zaman aileleriyle çatıştıklarına şahit oluyorum. Örneğin çocuk sanatla uğraşmak isterken veya mimarlığı yazmak isterken, aileler düzenli gelir getiren mesleklerde ısrarcı oluyorlar. Fen puanları boşa gitmesin diye doktorluk, mühendislik alanlarına yöneltiyorlar. Her iki tarafa da hak versem de daha çok sevilen mesleğin edinilmesi kısmında yer alıyorum. Hayatın neler getireceği önceden bilinmez. Kimi insan sevmediği bir mesleği edinip şikâyet ede ede ömrünü tüketirken, bazen de su yolunu buluyor ve kimisi tam şu an aklıma gelen Nuri Bilge Ceylan gibi önce elektrik-elektronik mühendisliği okuyup ardından sanata yönelebiliyor ve eserleriyle önemli ödüller alabiliyor. Leyla Gamsız Sarptürk de önce farklı bir alanda eğitim alıp daha sonra aslında hiç vazgeçmediği sanata yönelen ressamlarımızdan biri. Ancak onu engelleyen aile baskısı değil. İkinci Dünya Savaşı'nın başlamış olması. 1921 doğumlu Leyla Gamsız erken yaşlardan itibaren resme ilgi duymuş. Doktor babasının görevi nedeniyle bulundukları Sivas'ta okuduğu lisenin resim öğretmeni Eşref Üren olunca ondan destek de görmüş. O yıllarda Güzel Sanatlar Akademisi yüksek okul seviyesinde olmadığı için, Leyla Gamsız'ın ailesi burada eğitim almasını istememiş. Sanatın kalbi Paris'e göndermekmiş asıl amaçları. Ancak savaş patlak verince Paris yolculuğu hâyâl olmuş. Ne yapacağını bilemeyen Leyla, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin Coğrafya bölümüne kaydolmuş ve tamamlamış. Bu arada resmi bırakmamış, çizmiş, boyamış. Akademi'de Yüksek Resim Bölümü açılınca soluğu burada almış. Ve Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinin öğrencisi olmuş. Türk resim sanatının Cumhuriyet'in ilanından sonraki ortamı içinde peş peşe beliren gruplardan biri olan "10'lar Grubu'na" dahilmiş.
Bu grup, Akademi'de Bedri Rahmi'nin öğrencisi olan 10 genç tarafından 1947'de kurulan bir grup. Yani Mustafa Esirkuş, Nedim Günsür, Leyla Gamsız, Hulusi Sarptürk, Fahrünisa Sönmez, Ivy Stangali, Turan Erol, Orhan Peker, Mehmet Pesen ve Fikret Otyam tarafından... 10'lar Grubu'nun amacı evrensel değerlerle yerel geleneklerin kaynaştığı eserler üretmek. Cumhuriyet döneminin sanat ortamında süren "Yeni Sanat mı? Milli Sanat mı?" tartışmalarına taze bir bakış açısı getiren bu öğrenciler, Doğu sanatına da Batı sanatına da aynı oranda sahip çıkmak gerektiğine inanıyorlar. Bu düşüncelerin belirmesinde Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun etkisi olduğu kesin. Bedri Rahmi ve öğrencileri, Batı'nın soyut üslupları ile Anadolu folklorundan esinlenilmiş formlarla yakalanan biçim dilinin, özgün Türk resmini oluşturacağını savunuyorlar.
10'lar Grubu'nun kurucuları arasındaki Hulusi Sarptürk dikkatinizi çekmiş olsa gerek. Şu noktada iki genç ressamın evliliği ve sanatla sarmalanmış, uzun süren bir birliktelik söz konusu. Üstelik işin içinde daha önce gidilemeyen Paris şehri de var. Fransız Konsolosluğu'nda açılan kişisel sergileriyle Fransızların ilgisini çeken Leyla Gamsız Sarptürk'e bu ülke tarafından burs sağlanıyor ve genç çift Paris'e doğru yola çıkıyor. Paris'te Fernand Leger ve Andre Lhote gibi iki büyük ustanın öğrencisi oluyor Leyla. Boş zamanlarında diğer Avrupa ülkelerini de gezdikleri verimli bir öğrencilik hayatı yaşanıyor. Türkiye'ye dönüşlerinde Hulusi Sarptürk resim öğretmenliğini tercih ederken, Leyla Gamsız Sarptürk çalışmalarını kendi atölyesinde sürdürüyor. Öyle ki Taksim'de Gamsız Apartmanı'ndaki atölyesi ile "Özel atölyesi olan ilk kadın ressamımız" haberiyle gazetelerde yer alıyor. Çok üretiyor, faâl bir sanat hayatı sürüyor. Kurucusu ve katılımcısı olduğu Kadın Sanatçılar Klüpleri, düzenlediği sergiler, kazandığı ödüller birer nişan gibi takılıyor omuzuna. Sevdiği işi yapan her insan gibi mutlu oluyor.
4 yıl boyunca Bedri Rahmi atölyesi öğrencisi olan Leyla Gamsız, yalnızca Anadolu görünümlerini veya yöresel objeleri betimlememiş. Örneğin çok sayıda "Nü"çalışması da var. Portreye, natürmorta, peyzajlara, iç mekân resimlerine de aynı önemi veriyor. 50'li yıllarda resimlerinde Matisse'in etkisi izlenmekte. Zaten Türk halılarına, Doğu kumaşlarına meraklı olan ve bunların desenlerini resimlerinde kullanan Matisse'in 10'lar Grubu'nu etkilememesi imkânsıza yakın bir durum. Gamsız da tablolarında kumaşları, perdeleri, koltukları vb. eşyayı tıpkı Matisse gibi ayrıntılı bezemeleriyle betimlemiş. Ancak o, Matisse kadar renkçi değil. Özellikle 60'lardan sonraki resimleri sınırlı, hâttâ monokrom renkleriyle (açık-koyu tonlarıyla tek renk) dikkat çekiyor. Yazının görseli olarak seçtiğim oto-portrede de bu durum söz konusu. Yeşil ve sarının tonlarıyla oluşturulmuş sınırlı renk kullanımı mevcut. 1950'li yıllarda yapmış olduğu oto-portre onun yalın tarzını yansıtıyor. Resimde derinlik yok, sanatçı perspektif kullanmamış. Bahçeyi andıran çiçekli fon, figürün hemen arkasında belirmiş. Figürleri soyutlama yoluna giden ressam, bu amaçla deformasyona başvuruyor ve dikkat çeken boyun bölgesi tam da bu sebeple oldukça uzatılmış. Çizgisel üslupla biçim kazanan figürün sağ yanı, soldan gelen hafif ışık nedeniyle gölgeli. Doğrudan izleyiciye bakmıyor. Sanki uzaklara dalıp gitmiş gibi. Üçgen yüzünde ifadenin belirdiği tek yer iri gözleri. Geniş yakalı siyah elbisesi, uzun boynunu saran kolyesi ve yuvarlak küpeleriyle zarif, genç, modern bir kadın karşımızda duran. Papatyaların ve figürün zarifliği birbirini dengelemekte. Figür daha düz alanlar halinde boyanmışken, arka plandaki çiçekler nispeten serbest tuşlarla oluşturulmuş.
Kısacası ne yaptıysa iyi yapmış Leyla Gamsız Sarptürk. Hayalinin peşini bırakmamış. Ancak bunda ekonomik durumun önemini gözardı etmemek gerektiğinin farkındayım, farkındayız. Hayat yolunun başındaki her genç sapmak istediği yollara gönül rahatlığıyla adım atamıyor. Gençlere verilebilecek en güzel tavsiyelerden biri olan "hayalinin peşinden git" söyleminin kendisi hâyâl olmuş durumda. Özellikle son yıllarda bunu söylerken zorlanıyorum. Karşı argümanlarla, olumsuzlukla cevap verecek gençlere dışarıdan aksini söylesem de içimden hak veriyorum. Ancak yine de umutsuzluk bana göre değil. Gençlik büyük bir güç, eşsiz bir potansiyel. Nasıl ki 19.yaşını "İlk çocuğu, ilk hocası, ilk yoldaşı" gibi görüyor Nazım Hikmet... Gençlerimizin rehberi yine kendi gençlikleri olsun. Ve yine diyor ki aynı şiirde: "Ben yine söylüyorum aynı şarkıları / Döndürmedi rüzgâr beni havada yaprağa / Ben kattım önüme rüzgârı..."
Öyleyse rüzgâr bizi yönlendirmesin, biz katalım onu önümüze. Ömrümüzce...