Yeni yıla girmeden, 2021'in son haftasında iki günü Uludağ'da geçirdik. Orhun'un birkaç günlük iznini fırsat bildiğimiz ufak bir aile seyahatiydi. Bu beraberlikleri önemsiyorum çünkü çocuklarımız büyüdükçe onlarla geçirdiğimiz zamanlar azalıyor. Sağlıklısı da bu aslında. Bize düşen, fırsat buldukça sevdiklerimizle paylaşacağımız huzurlu anlar yaratmak, anılar biriktirmek.
Uzun zamandır yolumuz Uludağ'a düşmemişti. Orhun küçücüktü en son gittiğimizde. Yani üzerinden yıllar geçmiş. Yine de hatırası dün gibi. Zaman ne çabuk ilerliyor. Zaman ilerliyor, mekânlar ve anılar değişiyor. Çocukken yaşadığım birkaç Uludağ gününden belleğimde pek bir şey kalmamış. Babamın tepedeki bir istasyonu gösterip askerliğini orada yaptığından bahsettiğini hatırlıyorum. Herhalde elektrik-elektronik mezunu bir Bursalı olunca Uludağ'da radyo verici istasyonunda görevlendirilmiş. Kışın o engin beyazlığa baka baka nasıl bunaldığından bahsetmişti. Babam zorluğunu çekmiş, biz ise o beyazlıkta ruhumuzu dinlendirmek için özellikle yollara düşüyoruz. Sadece birkaç günlüğüne tabii. Yaşam içinde maddi manevi her şeyde doz önemli, denge şart. Her şeyin fazlası zarar. Çocukluk bitip kendim çocuk sahibi olunca da çıktım Uludağ'a. O seyahat sakinliğiyle, huzurlu haliyle aklımda. Hâlâ en güzel günlerimizden sayar, konuşuruz. Kayak yapmadık, snowboard yapmadık. Bol bol yürüdük, manzarayı izledik, dağ havasını içimize çektik, otel ortamı güzeldi. Yenilenmiş bir halde dönmüştük İstanbul'a. Orhun hareketli olmasına rağmen söz dinleyen bir çocuktu. Güzel güzel açıklama yapınca ikna olurdu, zorluk çıkarmazdı. Hatırlıyorum da o zaman tatilin iyi geçmesinin sebeplerinden biri onun da keyif almasıydı. Bunu hatırladım çünkü ne kadar romantik görünürse görünsün aslında soğuk ve ıslak tabiatlı karlı ortamda çocuklarla baş etmek kolay değil. Bu Uludağ günlerinde -yıldan yıla artmış kalabalıkta- devamlı anne-baba-çocuk krizlerine şahit olduk. Günde kaç kere, bağıra bağıra ağlayan çocuklarla ve "Bir daha seninle bir yere gidersek", "Yok tamam, demek ki bir daha bunu buraya getirmeyeceğiz", "Yazın Antalya'ya da götürmeyeceğiz seni" gibi anne-baba sözleriyle karşılaştık anlatamam. Çocuk kaymak istiyor, ailesi onun peşinde koşmaktan bir noktada bunalıyor, bazen de çocuk sıkılıp olay çıkarıyor vs. Sanırım belli işlere kalkışırken kendini ve çocuğunu iyi tanıyor olman şart. Artık Orhun genç bir adam. Bu Uludağ seyahatinde kayak yaptı. Olsa iyi olurdu ama bizim bu tip hareketli sporlarla işimiz yok. Ne mutlu ki artık Orhun'un peşinden koşmamıza gerek de yok ama ebeveynlik içgüdüsü kalıcı, gözümüz kayanların içinde hep onu aradı:) Biraz yürüyüş yapıyoruz, sonra otele giriyoruz, çay-kahve içiyoruz, güya kitap okuyoruz ama devamlı camdan dışarısını gözetliyoruz. Sonra hadi yine giyinip kuşanıp dışarı çıkıyoruz. Kahvaltıda, akşam yemeklerinde rahatız. Hep beraber bol bol sohbet ediyoruz.
Otelimiz Uludağ'ın ilk otellerinden biri olan Fahri Otel'di. Yani yeni değil, her eşyası pırıl pırıl bir otel değil ve tam da bu yüzden güzel. Özellikle seçtim. Birçok sanatçının, gazetecinin, iş insanının anılarında bu otele ve sahibi Fahri Bey'e rastlıyordum, onların konakladığı zamanın çok uzağında olsak da aynı mekânda bulunmak istedim.
O günlerde tesadüf Mina Urgan'dan "Bir Dinazorun Seyahatleri"ni okuyordum. Henüz bitirmediğim için bu seyahatte de yanımdaydı. Kitapta 60 ve 70'lerin Uludağ ortamından da bahsediyordu yazar. Bunların üzerine otelin taş duvarlarındaki eski fotoğraflarda Mina Urgan'ı da görmek sürpriz oldu, çok hoşuma gitti. İlk otelini dağ yolu üzerinde Kirazlı Yayla'da açmış Fahri Kınav. Fahri'nin Hanı derlermiş. Bugünkü Fahri Otel 1966'da açılmış.
Hakkı Devrim bir yazısında "Bizim takım için Uludağ günlerinin bir yarısı kar ve tatil demekse, öbür yarısı Fahri'nin dostluğuydu" diyor. Müşteri değil arkadaş sayarmış herkesi. O günlerden yadigâr birçok fotoğraf bir zamanların belgesi gibi otelin duvarlarını süslüyor bugün.
Fakat dediğim gibi zaman değişiyor, ortam da değişiyor. Bugün Uludağ'da tuhaf bir kalabalık olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. İlk gün, henüz gelmişken, ortalık sayılacak yerde, hangi milletten olduğu tahmin edilebilir bir grubun yere yatırdığı bir koçu kurban etmekte olduğunu gördük. Bir tanesi de kenarda bekliyordu. Çok absürd değil mi? İnanması güç. Neye uğradığımı şaşırdım. Daha sonra olaya jandarmanın müdahale ettiğini öğrendik. Kurbanlık koçlardan kaçar gibi uzaklaştığımızda üstünü başını çıkarmış, atletiyle kalmış bir adamın güle oynaya fotoğrafını çektirdiğini görmek de ilginçti. Nasıl desem? Nerede nasıl davranacağını bilmek önemli benim için. Bayağılığın zirve yaptığı bir dönemi yaşıyoruz. Bunu savunanlara karşı ısrarla görgüyü ön plana alan taraftan olmaya devam edeceğim. Neşesiz bir insan değilim. Eğlenelim, gülelim, gezelim, görelim, zaten herkes kafasına göre takılıyor ama dileğim bayağılıktan kaçınılması. Nasıl olacağını bilmesem de... Neyse... Konu derin. Şu var ki ikinci gün daha sakin geçti. Sanırım sebebi o gün havanın daha soğuk ve hafif yağışlı olmasıydı.
Kış tatili için uygun başka bölgelerimiz de var ancak Uludağ bana göre en romantik olanı. Zira o bizden önce yaşayan insanlar için kutsal kabul edilmiş, öylece tanınmış. Antik Yunan dünyasında Tanrıların yaşadığı düşünülen, Olimpos ismini alan dağlardan biri. Malûm, bir zamanların Antik Yunan sınırları içinde bir tane Olimpos yok. Uludağ, antik Mysia'nın Olimposu. Bu yönüyle efsanelerin hüküm sürdüğü bir dağ. Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra ilk din adamlarının inziva bölgesi. Ardından Türkler tarafından Bursa'nın fethi ve terk edilen manastırların bu kez Müslüman dervişlerin ibadet mekânı olması. Türkler "Keşiş Dağı" demişler Uludağ'a. Dağdan Bursa'ya inerken türbelere yönlendiren tabelalara rastlamak mümkün. Bu kutsal dağın eteklerinde kurulan Bursa şehri, yıllar geçmiş, o günlerden bu güne eklemlenen mirasla manevi niteliğini korumuş. Benim de baba tarafından memleketim:) Babam Gemlikli. Gemlik'e gidiyorum ancak Bursa'yı pek sık ziyaret etmiyorum. Bu seyahatte biraz ihmâl ettiğimi anladım. Şu salgın tamamen bitsin de... Korka korka gezmekten bunaldım. Covid19 hayatımıza gireli ufak tefek bir-iki gezi imkânı yarattık. Ancak hiçbirinde eskisi gibi rahat olamadık. Uludağ'da iken Omicron vakaları yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştı. Otel sakindi, tenhaydı fakat yine de huzursuz oldum. Otelde bir ara birkaç çocuk birbirini "Ben Omicron 20'yim, ben Omicron 50'yim" diye kovalayarak oyun oynuyorlardı:)
Bu tuhaf dönemi yaşamış çocukların ileride bu günleri nasıl anlatacaklarını çok merak ediyorum.
Neyse ki omicronu kapmadan döndük Uludağ'dan. Dönüşte Bursa Botanik Park'ın içindeki Bursa İskender'e uğradık. Bursa'nın içindeki o ilk dükkana gidemezdik. Zira önünde genelde kuyruk oluyor ve küçük bir mekân olduğu için şu dönemde sakıncalı. Botanik Park'ın içindeki çok hoşmuş. İsmi İskender Efendi Konağı olarak geçiyor. İskenderin mucidi ailenin 17.yy'daki konağı birebir burada inşa edilmiş. Restoranın içinde tarihi günlük kullanım eşyaları da sergileniyor. Neredeyse küçük bir kent müzesi görünümünde bir restoran burası. Çok keyifli. Daha uzun zaman geçirmek isterdim ancak salgın şartları. İskenderleri bir an önce mideye yollayıp yolumuza devam ettik. Öyle ki şuraya ekleyecek fotoğrafları çekmek bile aklıma gelmemiş. Pek de bir şey anlatmayan bir tanecik fotoğraf var elimde.
İlk günün bahsettiğim şaşkınlığını atlattıktan sonra pek bir iyi geldi Uludağ. Kar havasını içime çektim, bembeyaz manzarasını gözlerimle mühürledim, hislerimi kaleme döktüm. Gezi yazısı yazmayı özlemişim.